Demokrasi ve Diktatörlük

Tarih sahnesine çıkışından beri burjuvazi ne zaman “yönetemez” duruma düşmüşse, “yönetememe”  gerekçesini, demokrasinin kurumsallaşmadığına bağlamış, yönetilebilir bir toplum yaratmanın yöntemini de demokrasinin toplumsal sınıf ve katmanlarda yerleşmesi olarak görmüştür. Egemen sınıf olarak burjuvazi bu tezini toplumun sözü geçen ve etki alanı yaratan, kanaat önderlerine, yazar-çizer kesimlerine de ezberlettirmiştir. Bu gün her kesimden, sağ-sol, liberal, irticacı, faşist bütün kesimlerin koro halinde bıktırırcasına tekrarladıkları nakarat  “toplumsal açmazdan kurtulmanın” reçetesi olarak demokrasinin işlerlik kazandırılmasıdır. Bunlara göre, -söyleyenlere göre, ama söyletenler asla böyle olmadığının çok açık bilincindeler- demokrasi öylesine bir kuş ki, bu kuşun havalanması için “istemek” yeterlidir, hele bir istenince dünyanın en gelişmiş demokrasisini inşa etmek mümkündür. Bu gün gelinen nokta, bu nakaratın en çok da emek eksenli kişi ve örgütlerce bir “ kurtuluş reçetesi” olarak ısrarla seslendirmeleri bu noktada bir o kadar korkutucu, bir o kadar karamsarlıkla doludur. Adeta burjuvazi kendi sözcülüğünü yapma görevini “sol” yaftası altında bu kişi ve örgütlere devretmiştir. Aykırı bir söz, bir eylem ya da davranış öncelikle de kendilerini sol ve emek yanlısı ilan eden bu örgüt ve kişilerce aforoz edilmeye hazırdır. Toplumsal bilinci belirleme ve yönlendirmede korkunç bir silaha dönüşen yazılı ve görsel medyanın gün yirmi dört saat işi, sözüm ona her kesimden “demokrasi güzellerini” kitlelerin önünde piyasaya sürmek ve onların köreltilen bilincinde bu güzellerin kabul görmesini dayatmaktır. Kitleler, kendilerinin köreltilmiş bilincine yamanan bu ucubenin gerçek yüzünü gördüklerinde çoğu kez atı alan Üsküdarı geçmiş olmakta, tenlerinde yırtıcı bir hayvanın pençe izleri körlüğün ve körleştirilmenin nişanesi olarak aldatılmışlıklarını simgelemektedir.

Burjuvazinin kendilerini gizleme gereği duymadan açık sözlülükle yandaşlığını üstlenenlere elbette söyleyecek bir sözümüz yoktur. Uyarı görevimiz, kitlelerin gözünün içine baka baka, bilerek ve öğrenerek aydınlatma görevini yerine getirmek yerine, artık sosyalizmin bir seçenek olarak değil. Yaşamsal bir zorunluluk olarak, insanlığın var olması ya da yok olması noktasında bir zorunluluk olarak kaçınılmaz olduğu günümüzde, burjuva ideologlarının söylemlerine “ sol”culuk yaftası takarak- niyetleri bu olmasa bile-  yalan söyleyen,  aldatan ve kişi ve kurumlaradır. Her kim ki, bu günün koşullarında sosyalizmin dışında burjuva egemenliğinin her hangi bir nüansını çözüm olarak kitlelere bir seçenek olarak sunuyor ise, o emperyalist/kapitalizmin değirmenine su taşıyor, insanlık suçu işliyor demektir.

 

Öncelikle de şu “erişilmez güzel” Zümrüd-ü Anka kuşu demokrasinin iç yüzünü tarihsel gelişim sürecinde irdelemeye çalışalım.

Kavram olarak demokrasi öncelikle sınıflı toplumlarda sınıfların varlığına işaret eder. Antik Yunan ve Roma’da, site devletlerinde ilkel biçimiyle görülen demokrasilerde yönetim “vatandaş-köle” ayırımı üzerine kurulmuştur. Köle, insan olarak bir değere sahip değildir. Toplumda, dar anlamda olsa bile kendisini ilgilendiren konularda bile söz ve karar hak ve yetkisi yoktur. Vatandaşlar kölelerini ticaret eşyası gibi alıp satabilirler, -angarya olarak çalıştırmalarının sözünü bile etmeyeceğiz- öldürebilirler. Köleler, vatandaşların “sadece malıdır” ve başkaca bir anlamları da yoktur. Köleci toplumda demokrasi vatandaş statüsünde bulunanların toplumsal ilişkilerini, yönetimdeki/ site devletindeki hak ve yetkilerini belirler. Köleler, yalnızca vatandaş statüsüne sahip olanların malıdır, eşyasıdır. Köleci demokrasinin en gelişmişi olan ve dönemin en parlak demokrasisi olan “ Solon” yasalarında bile hiç olmazsa kölelerin öldürülmemelerine ilişkin bir tek emare bulunamaz. Toplumun egemen sınıfı olarak köle sahiplerinin geleceği, köleci düzenin sürmesi bu demokrasi ile garanti altına alınmıştır. Yani kale sahiplerinin düzeni, adına demokrasi dedikleri zorbalıkla, diktatörlükle güvenceye alınmıştır. Köle sahibi egemen sınıfların varlının devamını sağlayan sistemin adı demokrasidir.

Feodal toplumda, derebeyleri, senyörler, toprak sahipleri açısından köle sahiplerinin sahip olduğu ayrıcalıklarda bir değişiklik olmamasına karşın, feodal egemenlerin egemenlik aracı üretim biçimi büyük toprakların işlenmesini gerektirdiğinden, bu emek gücünü sağlayan serflerin/ tarım emekçilerinin öldürülmesi insani açıdan değil, ihtiyaç duyulan emek gücü açısından zorunlu olduğundan “öldürmek” yerini, ölmeyecek kadar ekmek karşılığı amansız çalışmaya bırakmıştır. Serfler, toplu olarak, toprağın sahibi olan derebeyinin malıdır. Hatta öylesine malıdır ki, bir serfin yetişkin bir kızının evliliğinde ilk gece hakkı “ serfin sahibi” olan derebeyine aittir. Toplu olarak bir derebeyi toprağı ile birlikte malını/serfleri bir başka derebeyine satabilir. Feodal toplumda da devlet erki yönetiminin düzenlenmesinde feodalitenin geleceği, egemenliğin devamı esastır. Serflerin herhangi bir hakkından, hukukundan söz etmek olası değildir. Bu da feodalitenin demokrasisidir. Köleci toplumdaki ilkel devlet/site devletleri/ yapılanmasından daha karmaşık ve gelişmiş bir devlet yapılanmasına sahip olan derebeylik düzeni,  egemenliğinin devamı açısından, serflerin feodaliteye karşı memnuniyetsizliklerini önlemek, olası isyan ve ayaklanmaları bastırmak, isyancıların öldürülmesinin meşruiyetini sağlamak amacıyla, “yasal ve meşru dayanaklarını” oluşturmuş, silahlı ve sivil güçlerini düzenin korunması açısından organize etmiştir. Feodalite kiliseyi arkasına almış, kiliseye önemli çıkarlar sağlaması karşılığı papazlar, derebeylerinin “tanrının yeryüzündeki temsilcisi” unvanını vermiştir. Böylelikle feodalite, kiliseler aracılığı ile durmadan pompalanan ve güçlendirilen kitlelerin dinsel inançlarını, kendi düzenine karşı isyan ve ayaklanmanın öznesi olan kitlelere karşı güçlü bir silah olarak kullanma olanağını elde etmiştir. Kilise tarafından dinsel inançları doğrultusunda yönlendirilen ve düzenin normlarına uygun şekillendirilen, belirlenen düşünce yapısına göre derebeyi/hükümdar tanrının yeryüzündeki temsilcisidir ve derebeyine karşı gelmek de tanrıya karşı gelmek olacaktır. Feodal dönemde birçok isyancı ve muhalif, kilisenin olur ve teşvikiyle topluca katledilmiştir. Sistemin varlığına yönelik her aykırı davranış kilise tarafından aforoz edilmiş, sisteme muhalefetin önü dinsel bağnazlıkla kesilmeye çalışılmıştır. Burada, kapitalizmle birlikte karşı devrimci zorun uygulanmasının anlaşılması açısından hemen belirtilmesi gerekir ki, köleci toplumun dolaysız despotluğu, köleci toplumla kıyaslandığında daha ileri, girift ve karmaşık, yani üstün duruma geçen üretim ilişkilerinin düzeyine uygun olarak, feodalizmin uyguladığı zor da köleci toplumda uygulanan zorla kıyaslandığında daha bir karmaşıklık ve giriftlik göstermektedir. Yani köleci toplumun açık ve dolaysız zoru, feodal toplumda, zorun uygulanmasında daha bir sistematik ve dolaylı, daha bir kurumsal hal almıştır. Artık, feodaller/derebeyleri, köleci toplumda ihtiyaç duyulmayan,  zoru meşrulaştıran kurumlara ve düzenin en güçlü ayağını oluşturan kilise gibi bir kuruma sahiptir. Kilise, kitlelere her şeyi dinsel temelli düşünmeyi dayatacak, böylelikle bu düşüncenin toplumda kabul görmesinin sağlanması ile feodalizme karşı tepkiler de tanrıya yönelmiş tepkiler olarak algılanacak ve böylelikle düzene karşı hareketlerin tanrı adına cezalandırılması demek olan feodal zor meşru bir zeminde uygulama alanı bulabilecektir. İleride yeniden döneceğimiz için hemen belirtelim ki, feodal dönemde sistemin ve güçlü ayağı kilisenin en bağışlamadığı şey “ tanrısız” düşünmektir. Feodal dönemde uç vermeye başlayan “laisizm” eksenli düşüncenin amansızca cezalandırılmasının, düşünce sahiplerinin yakılarak ya da işkenceyle öldürülmesinin nedeni, düşüncenin aslında feodalizme karşı yönelmiş olmasıdır. Hal böyle olunca elbette feodal düzenin laisizme kayıtsız kalması da düşünülemezdi. Laisizmin toplumda güç kazanması, feodalizmin sorgulanması, tanrısız düşünme yolunun açılması demekti ki, bu da derebeyinin tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğuna ilişkin kilisenin ikiyüzlülüğünün ortaya çıkması ve dolayısıyla feodalitenin en önemli ve güçlü ayağının çökmesi ve sistemin tehdit edilmesi demekti. Günümüzde sistemden beslenenlerin laisizme saldırılarının altında yatan gerçek de budur. Sonuçta gerek köleci toplumun demokrasisi, gerekse feodal toplumun demokrasisi, sistemin devamını sağlamaya yönelik, sistemi siyasal ve politik olarak tehdit eden güçlere karşı örgütlenmiş bir zordur. Zorun uygulanış biçimi üretim ilişkilerinin düzeyi, üretici güçlerin örgütlülüğü oranında basitten karmaşığa doğru bir görünüm arz etse de sonuç değişmemekte, demokrasi olarak adlandırılan yönetim tarzının egemen sınıfların varlıklarının koruyucu kalkanı olduğu, düzenin devamını sağlayamaya yönelik diktatörlük olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. 

Köleci toplumdan feodal topuma geçişte, egemenliğin köle sahiplerinden toprak sahiplerine devredilmesinde iktidar değişikliğinin temel faktörü köleci toplumun ezilen sınıfının, yani kölelerin, iktidarı alaşağı ederek kendi egemenliklerini kurması değildir. Evrimsel süreçte köle sahiplerinin emek gücünü elinde tuttuğu kölelerin, bunlar aracılığı ile tarımsal/feodal üretim biçimine geçmeleri, üretim biçiminin değişmesiyle üretim ilişkilerindeki gelişme sonucu köle sahipleri derebeyi konumuna gelecektir. Üretici güçlerin gelişmesine paralel olarak toplum, daha ileri üretim biçiminin ve ilişkilerinin düzeyine göre ve iktidar ilişkilerinde ezilen sınıfın konumunda bir değişiklik olmaksızın yeniden şekillenir. Eski toplumun egemenleri yeni toplumun şekil değiştirmiş egemenleridir. Değişen egemenlik ilişkisinin belirleyicisi üretici güçlerin gelişmesi oranında üretim ilişkilerinin değişmesidir. Bu durum toplumun değer yargılarının, sosyolojik yapısının, eğitiminin, kültürünün ve siyasasının egemen üretim biçiminin iktidar sahiplerinin çıkarları doğrultusunda biçimlendirilmesinin de temel faktörüdür. Sınıflı toplumlarda bu olgu, yani bir öncekine göre daha ileri üretim araçlarına sahip olan toplumlarda iktidarın sınıfsal el değiştirmesi eski toplumun ezilen sınıflarının eseri değildir. Bu durumun bütün sınıflı toplumlarda gözlenmesinin nedeni her birinin üretim araçlarının özel mülkiyetini ele geçirerek iktidar olmalarıdır. Bu nedenle sınıflı toplumların iktidar ve egemenlik değişimi devrimci bir alt üst oluşla değil, evrim süreciyle, özel mülkiyet ilişkilerine dayalı, yeni üretim ilişkilerinin doğurduğu sınıf çelişkilerini bağrında taşıyan, bir sınıflı toplumdan diğerine geçişi evrimsel süreçle tamamlanan bir bütündür.

Özel mülkiyet el değiştirmiştir ve bu el değiştirme yeni sınıfın yeni iktidar ve egemenlik biçimini oluşturmuş, biçimlendirmiştir. Bir öncekine göre –köleci topluma göre- daha ileri ve yine köleci topluma göre daha karmaşık üretim biçiminin temsilcisi feodalizmin toplumsal/sınıfsal ilişkisi de daha karmaşık bir hal alacaktır. Örneğin köleci toplumlardaki gibi artık köleler-feodallerin serfleri öldürmelerinin hiçbir ciddi yaptırımı da yoktur- öldürülmek yerine toprağı işleyerek derebeylerine gelir getiren bir üretim aracına dönüşür. Derebeyleri, serflerin olası bir sosyal isyanına/ayaklanmasına karşı, egemenliklerini sürdürme aracı olan devleti daha örgütlü ve daha bir kurumsal olarak yeniden örgütlerler. Sömürü ve baskı köleci toplumlardaki gibi ayan-beyan değildir ve şiddet ve zorbalığa dayalı doğrudan zor varlığını korumakla birlikte dolaylı “zor”un dolaylı unsurları da egemenlik aracı olarak devreye girer. Önceki bölümde sözünü ettiğimiz “din” ve kurumsal örgütü kilise aracılığı, kitleler hem “uhrevi” şiddet ile hem de –engizisyon gibi- doğrudan şiddet ile baskı altına alınır. Her iki toplumda da yönetim zor’a dayalıdır ve egemen sınıfların diktatörlüğü zorun farklı biçimlerinin uygulanmasıyla sürdürülür. Buraya kadar olan açıklamalarımızın amacı, öncelikle sınıflı toplumlarda egemenliğin kaynağının üretim araçlarının özel mülkiyeti olduğudur. Asıl tartışılması gereken ve bu yazıya konu teşkil eden amaç ise, zoru bilimin ve teknolojinin de verilerini kullanarak toplumsal şiddet ve baskı aracı olarak daha sistemli ve daha etkin kullanan burjuvazinin demokrasi sığınağına gizlenerek kendisini kamufle etmesi, diktatörlüğünü “demokrasi” gevezeliği ile örtbas etmesidir. Yani “Demokrasi” kavramına “baskı ve şiddet ötesi” bir anlam yükleyerek, toplumsal sınıf ve tabakaları, en aklı başında bilinen bilim ve sanat adamlarını, aydınları, toplumun bütün kemsini bu yalanına inandırmış olmasıdır. Öyleyse “Demokrasi nedir”?

Gerçekten baskı ve şiddet ötesi bir yönetim midir, sınıfların tahakkümünü engelleyen bir “serbesti” rejimi midir? Aklı bir karış havada sözüm ona “sol” aydınların bile ağızlarına sakız ettiği sosyalizm bir diktatörlük, iyi işlerse burjuva demokrasisi sosyalizmin diktatörlüğüne bir alternatif midir?…

Sorular ilerleyen bölümlerde çoğaltılıp zenginleştirilecektir, ancak hemen belirtelim ki, toplumsal gelişme insan iradesinin dışında gelişir, şekillenir. Ancak örgütlü insan iradesi bu gelişmeye yön verir, biçimlendirir. Toplumsal sistemler de insan iradesinin dışında var olan, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin gelişmişlik düzeyine göre şekillenen tarihsel süreçlerdir. Toplumsal yönetim biçimleri ise, bu sürece uyum gösteren, bu sürecin politik, siyasi, kültürel, ekonomik ilişkilerinin devamı ve varlığının korunmasına yönelik örgütlenmelerdir. Üretim araçlarının mülkiyetinin ait olduğu sınıf, toplumsal süreci de buna uygun olarak şekillendirecektir kuşkusuz. Bu anlamda, tarihsel sürecin sosyalizm aşamasında yalnızca işçi sınıfı, sınıfsal egemenliğini üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerine değil, toplumsal mülkiyet üzerine kurar. Üretim araçlarının özel mülkiyetini değil, toplumsal mülkiyeti korur. Her sınıflı toplumda egemen sınıf egemenliğini diktatörlükle idame ettirir. İşçi sınıfı da elbette egemenliğini açıkça diktatörlükle idame ettirecektir. Ancak İşçi sınıfının diktatörlüğü, sınıfların ortadan kaldırılma süreciyle sınırlıdır. Bu sürece ulaşmanın yolu ise kaçınılmaz olarak eski sınıfın kalıntılarının olası karşı devrimci dirençlerini bastırmak, geriye dönüşe fırsat tanımamak açısından bir tercih değil bir zorunluluktur. Aslında bütün sınıflı toplumlarda, egemen sınıfların yönetimlerini diktatörlükle sürdürmeleri de bir tercih değil, bir zorunluluktur. Aradaki fark ise sınıflı toplumlarda “zor”un kime karşı kullanıldığıdır. Burada kısaca, Özel mülkiyete davalı toplumlarda “zor”, toplumun egemen sınıflarınca özel mülkiyeti tehdit eden sınıf ve tabakalara karşı kullanılırken, sosyalist toplumlar “zor”, toplumsal mülkiyeti koruyan emekçi sınıfının asalak burjuvaziye karşı kullanmasıdır. Yani burjuva toplumlarında burjuvazi için demokrasi, toplumun emekçi kesimleri için diktatörlüktür.

Sosyalizme de ise, işçi sınıfı ve yandaşları için demokrasi olan şey burjuvazi için diktatörlüktür. Hemen belirtilmesi gerekir ki, burjuvazinin bütün tarihi yalan ve riya üzerine kurulmuşken ve diktatörlüğünü “demokrasi yaftası” altına gizlerken, işçi sınıfı bu riyakârlığa yüz vermez ve yönetim şeklinin adını açıkça ortaya koyar: Proleterya diktatörlüğü…

Artık, tartışmanın kendisine geçebiliriz.

Burjuvazinin tarih sahnesine çıktığı dönemlerde pek dile getirilmeyen, şu son elli yıldır yaygın olarak toplumun bütün kesimlerinin ortak gündemini oluşturan ve adeta “godo” (kurtarıcı) mertebesine yükseltilen demokrasi kavramı, hiç bu kadar güncel ve bu kadar tartışmalı olmamıştır. Toplumun her kesimi her çözülmeyen sorunun kökeninde demokrasiyi arar olmuş, her aksaklığın, eksikliğin çaresi demokraside aranır olmuştur. Örneğin ülkemizde işleyen bir demokrasi olsaydı, işsizlik olmazdı, yolsuzluk olmazdı, yoksulluk olmazdı… Cinayetler olmazdı, toplumsal şizofreni toplumda yer bulamaz, bireyle paranoya derecesinde ruhsal bozukluk belirtileri göstermezdi… Her kıyaslamada da Avrupa demokrasileri örnek gösterilir bir öykünme, bir imrenme alır başını gider… Ancak soruna biraz yakından bakıldığında bu kavrama yüklenen ” kutsiyetin” hacıları, demokrasinin kabesi Avrupa’nın “tırnakları sökülmüş çakal” görüntüsü karşısında, imanından kuşkuya düşen müminler gibi hırçınlaşırlar, saldırganlaşırlar. Bu, can çekişen kapitalizme yapılan son duadır da aslında. Burjuva toplumlarda “Demokrasi” kavramının tarihsel gelişim ve yüklenen anlamlar açısından konuya daha yakından bakalım.

Feodal üretim ilişkilerinin içinde boy veren ve ekonomik olarak feodalleri geride bırakan burjuvazi, siyasal sisteme de sahip olmadıkça kendi toplumsal egemenliğini ikame edemeyecektir. Ekonomik olarak bağımsız bir sınıftır ancak iktidar hala soylulardadır, aristokratlardadır, Yani feodallerin iktidarı hüküm sürmektedir. İktidarın Feodal soylulardan alınması, burjuvazi için toplumun diğer sınıf ve tabakalarının güçlü siyasal desteğine sahip olmayı zorunlu kılar. Tipik örneği Fransız Burjuva devriminde görüldüğü gibi, o güne “adam yerine konulmayan” sokaktaki insana eşitlik, özgürlük ve kardeşlik vaadinde bulunulur. Şayet burjuvazi iktidar olursa angaryanın her türlüsüne son verilecektir, kimse keyfi olarak cezalandırılmayacaktır, herkes eşit yurttaşlık haklarına sahip olacaktır v.b.Aynı toplumsal vaatler diğer burjuva ülkelerinde de sıralanır. Bu vaatlerin, sokaktaki insanın insan yerine konulması, angaryadan ve baskıdan kurtulması için, özgür yurttaşlar olması için burjuvazi açısından bir anlamı yoktur. Onun amacı kitlesel destek sağlamak ve aristokratları iktidardan alaşağı etmektir. Burjuvazi toplumun her alanında kayıtsız koşulsuz iktidar istemektedir ve “iktidarının ortağı olamaz.” Burjuvazi için iktidar olmak, kendi mutlak egemenliğinin önünde engel teşkil eden feodal kalıntıların temizlenmesi, üretim alanları için kamu kaynaklarının kullanılması, iç pazarın disipline edilmesidir. Giderek sömürü ağının ulus ötesi alanlara taşınması, yaşamın bütün alanlarında mutlak iktidarın sağlanmasıdır.

Burjuvazi bir yandan rakipsiz olduğunu sandığı iktidarını pekiştirirken öte yandan müthiş yanılgısı da kısa sürede kendini gösterecek, burjuvaziyle birlikte, kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu sonucu olarak eş zamanlı olarak tarih sahnesine çıkan işçi sınıfı “mutlak sanılan” burjuva iktidarların” alternatif karşıtı olarak varlığını ilan edecektir. İşçi sınıfının “varlığını ilan etmesi” burjuvaziye karşı çok yönlü ve çok cepheli bir savaşın adıdır ve işte tam da bu noktada “demokrasi” kavramı da siyasal literatürde ve toplumsal yaşamda yerini almaya başlayacaktır.

Egemen sınıfların sınıfsal diktatörlüklerinin en açık ve dolaysız olarak uygulandığı köleci ve feodal toplumlarda, yönetilenlerin yalnızca üretim aracı ve iş gücü olarak kullanıldığı, yaşama haklarının bile olmadığı bu toplumlarda egemen sınıfların sınıfsal iktidarlarını da ” demokrasi olarak” adlandırdıklarını ve üretim ilişkilerinin düzeyi ile orantılı olan bu demokrasi anlayışının yadırganacak bir yanının da olmadığını geçen iki yazımızda vurgulamaya çalışmıştık.

Burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte demokrasi kavramı siyasal literatürün ve toplumsal yaşamın bütününü ilgilendiren Feodalitenin/Aristokrasinin bazı Avrupa ülkelerinde bazen doğrudan burjuva ihtilalleriyle ( Fransa örneği), bazen evrimsel gelişme ile ( İngiltere örneği) bazen de karmaşık süreçlerle ( ABD, İtalya, Almanya v.b) iktidardan uzaklaştırılmasının hazırlık evresinde kitlelere eşitlik ve özgürlük vaadinde bulunulmuş, burjuvazinin iktidarı ele geçirilmesiyle de içeriği boş, soyut “demokrasi ve özgürlük” vaadi, burjuvazinin iktidar mücadelesinde, sömürülen sınıfların burjuvazinin kitlesel gücü olmalarını sağlamıştır. Gerçekten, yasal ya da fiili hiçbir güvencesi olmaksızın çalışanlar, iş güçlerinin serbest bırakılmasını sağlamış, yaşam haklarını elde etmişler, “özgür yurttaşlar” olarak seçme ve seçilme haklarının elde edilmesi de yine burjuva demokrasisinin başlangıç dönemine denk düşmektedir. Burjuvazinin kendisinden önceki egemen sınıflara göre bu “lütufkârlığı” nın nedeni, ilki yukarıda özetlemeye çalıştığımız gibi iktidardan uzaklaştırılan eski sınıfların/ feodal derebeylerin/ burjuva iktidarlara karşı direnişinin önünü kesmek ve kitlesel destek sağlamaktır. İkincisi, burjuvazi daha doğarken “defolu” doğmuştur. Kendisiyle birlikte kendisini mezara gömecek bir başka sınıfı daha tarih sahnesine çıkarmıştır: Proleterya… Burjuvazinin daha iktidara yerleşme aşamasında işçi sınıfı-burjuvazi arasındaki amansız çatışma da peşinden gelecektir. Bu öylesine bir çatışma ki, içerik olarak demokratik ya da sendikal hak ve özgürlüklerin talebi değil, çalışma koşullarının ve ücret artışının talebi değil, doğrudan burjuvaziden iktidarı isteme yoğunluğunda bir çatışmadır. Elbette Paris Komününden söz ediyoruz. Öyle ki, burjuvazi ile mücadelede deneyimsiz ve tecrübesiz olan Paris Proletaryası yetmiş sekiz gün iktidarı elinde tutacaktır. Yeri gelmişken belirtelim ki, Paris işçi sınıfının iktidara talip olmak için hazırlıklarının yeterli olmadığını ve hareketin acımasızca bastırılacağını düşünen Marx ve Engels, Komün hareketinin başlamasıyla bizzat Komüncülerle birlikte savaşacaktır. Marks ve engelsin, Burjuvazinin Komün hareketini kanla bastıracağına ilişkin öngörüleri hareketle birlikte gerçekliğe dönüşecek ve burjuvazi bütün komüncüleri kurşuna dizecektir. Komün hareketinin ardından işçi sınıfının bütün mücadelesini burjuvazi artık tek bir yöntemle; kanla bastıracaktır ve Avrupa işçi sınıfı hareketi her adımında, her talebinde burjuvazinin karşı devrimci zoruyla yüz yüze gelecektir. Durum bu olmakla birlikte Komün hareketi diğer Avrupa ülkeleri işçi sınıfı için de bir moral kaynağı olacak ve eşsiz bir isteklendirme görevini yerine getirecektir. Bütün Avrupa’yı saran ve sarsan sınıf hareketi karşısında Avrupa Burjuvazisi işçi sınıfının bazı ekonomik ve demokratik taleplerini kabul etmek zorunda kalacaktır. Sendikalaşmanın tohumları atılacak ve siyasal mücadelenin kapısı aralanmaya başlanacaktır. Çalışma şartlarının düzeltilip iyileştirilmesi, ücret artışı, sekiz saatlik iş gücü talepleri bu dönemde başlayacaktır. Burjuvazinin, Burjuva demokrasisini bir sistem olarak kabulü, bir “lütuf” değil, yukarıda özetlemeye çalıştığımız iki nedenden dolayıdır. Ancak bu dönemde burjuva iktidara karşı gerek ekonomik demokratik mücadele ve gerekse siyasal-politik mücadele neredeyse işçi sınıfı ile sınırlı olup toplumun diğer kesimlerinin bu tür taleplerine pek rastlanmamaktadır. Uzun ve kanlı mücadeleler sonucu Burjuvazi, işçi sınıfının ekonomik demokratik taleplerini kısmen kabullenmekte, ancak ” sosyalist iktidar” talepleri derhal bastırılmaktadır. Yani, sistemin özüne dokunmak, sisteme karşı harekete geçmek burjuvazi açısından zorun en acımasızını kullanmak için yeterli gerekçe olacaktır. Sisteme karşı harekete geçme noktasında Burjuva demokrasisinin en amansız diktatörlüğü yüzünü gösterecektir.

Sınıf mücadelesinin ilerleyen aşamalarında işçi sınıfı burjuva iktidarlar karşısında önemli ve kalıcı mevziler elde etmiş, sendikal ve ekonomik özellikli örgütlenmeler yasallık kazanmış, politik ve siyasi örgütlenmeler gizli olarak yürütülmüş ve Avrupa gizli Komünist partileri önemli bir güç ve kitlesellik kazanmıştır.

Yakın tarihi şekillendiren Sovyet devrimi kapitalist dünyada paniğe yol açacaktır. Sovyet devrimi, Emperyalist/Kapitalist ülkelerde örgütlü ve kitlesel desteğe sahip işçi sınıfının sempatisini kazanacak, sosyalizm bu ülkelerde ciddi bir talep ve örgütlü işçi sınıfının bir talebi ve dayatması olarak güncelleşecek, Komünist partiler safında örgütlü diğer halk kitlelerinin birleşik gücü burjuvaziyi ürkütecektir. Çünkü işçi sınıfının talebi artık ekonomik/demokratik talepler ve burjuvazi açısından da kabullenilebilir talepler olmaktan çıkacak ve doğrudan burjuvaziden iktidar istenecektir. Özellikle ikinci paylaşım savaşı ertesinde sosyalimsin bir sistem olarak ortaya çıkmasıyla sosyalizme olan yakınlık ve sosyalizm talebi burjuvazinin cephesindeki yarılmayı derinleştirecektir. Yakın tarihteki bu evre burjuvazinin “siyasal demokrasiden” sosyal demokrasiye” geçişinin de tarihi olacaktır. Amaç kitlelerin sosyalizme duydukları sempati ve yakınlığın önüne geçmek ve ve işçi sınıfının “siyasal iktidarı isteme” talebini pasifize etmektir. Gerçekte iç pazara yönelik üretimin artması, kitlelerin yaşam standartlarını iyileştirmeye yönelik çeşitli ekonomik tedbirler, Komünist partilerin yasallaşma süreçleri bu dönemi içerecektir. Burjuvazi böylelikle bir taşla iki kuş vurmayı da başarmıştır. Bir yandan geniş kitlelerin sosyalizme olan yakınlığını bertaraf etmeyi başaracak, diğer taraftan, Sosyalist/Komünist partilerin bölünme ve parçalanmalarına ve böylelikle “iktidarı isteme” taleplerine de gem vuracaktır. Emperyalist/Kapitalist ülkelerdeki mevcut durum bu iken, sömürge-yarı sömürge ülkelerdeki sömürünün alanı genişletilecek ve ağırlaştırılacaktır. Bir başka ifadeyle bu ülkelerden sömürülen yeraltı ve yer üstü zenginliklerin bin kısmı Avrupa/ABD ülkelerindeki kitlelerin önüne yem olarak atılacak ve burjuvazi merkez kapitalist ülkelerdeki kitlelerin hoşnutsuzluğunun çözümünü de bulmuş olacaktır. Yine bu dönemin dikkat çekici özelliği, emperyalist sömürünün ağırlığı altında Kara Afrika’da, sözcüğün en yalın anlamıyla çoluk çocuk açlıktan ölürken, Güney Asya ve Latin Amerika ülkelerinde askeri faşist diktatörlükler birer birer iş başına getirilecekler ve sistem evrensel ölçekte sömürü ağını ve bu ağın yerli bekçilerini de yaratmış olacaktır. Burjuvazinin merkez kapitalist ülkelerdeki bu uygulamalarının sonucu Komünist partiler revizyonizme kayacak, Marksist-Leninist çizgilerini terk ederek –Sovyet revizyonizminin de destek ve teşvikiyle- burjuvazi ile bir arada ve birlikte yaşama tezini ortaya atacaklar ve programlarından “utangaç bir biçimde” sosyalizmi çıkaracaklardır. Hal böyle olunca Avrupa burjuvazisi için de bu partilerin adlarındaki ” Komünist sözcüğü” kendileri için bir rahatsızlık unsuru olmaktan çıkacaktır. Bu sağa kayış bu ülkelerle sınırlı kalmayacak ve sömürge yarı sömürge ülkelerdeki statik komünist partilerin de aynı işlevi yerine getirmelerinin itici gücünü oluşturacaktır. Gerçekten, işçi sınıfı iktidarının ele geçirilmesi ve Komünist topluma geçiş için şimdiye değin tarihin bir başka seçenek sunmadığı ve “olmazsa olmaz” öneme sahip ” Proleterya diktatörlüğünün reddi” Avrupa ve ABD Komünist partileri ve bağımlı ülkelerdeki ardıllarınca reddedilerek, bu partilerin burjuva partilerle ortak zeminler aramalarının yolunu da açmıştır. Bu yazının sınırları içinde tartışılmasının olanaklı olmadığını bilmemize karşın hemen belirtelim ki, bu evreye kadar birikimi, deneyimi ve örgütlülüğü dikkate alındığında özellikle ikinci paylaşım savaşı sonrası kriz içindeki kapitalist ülkelerde işçi sınıfının politik iktidarı ele geçirmesi mümkün iken, burjuvazinin bu manevrasına bu ülkeler Komünist partilerinin ortaklığı ve ihaneti bu olanağın kaçırılmasına neden olmuştur. Revizyonizm, sınıf iktidarını talep yerine, burjuvaziyle ortaklığı yeğlemiştir. Giderek bu partiler sosyalizm iddialarından uzaklaşmış, kitlesel güçlerini dağıtmışlardır. Burjuvazinin bu fırsatı kaçırması elbette beklenmezdi. Bir yandan sömürge-yarı sömürge ülkelerdeki amansız sömürüsünü katmerleştirirken, diğer yandan merkez ülke işçi sınıfına, bu ülkeler halklarının etinden kanından sömürdüğü artığı önlerine atarak onları adeta yandaşı yapmayı başarmıştır. İşte tam da bu noktada bir “demokrasi türküsü” tutturulmuştur ki evlere şenlik… Özellikle burjuvazinin doyurulmuş ve paralı propagandistleri kitlelerin adeta beyinlerini ele geçirmişler ve öyle bir demokrasi görüntüsü yaratmışlardır ki, onlara göre her yer Avrupa, her yer Paris… Aç yok, açık yok… Yalan ve demagoji kitlelerin günlük gıdaları haline getirilmiştir. “Avrupalı” iyi bir gelirle yaşamını sürdürürken bakan ama “görmeyen” insanların gözünün içine baka, yeryüzü nüfusunun yalnızca beşte birinin refah içinde yaşama olanağı bulduğu, açlık sefaletle boğuşan her beş kişiden dördünü yok sayarak emperyalist/kapitalist sömürüye methiyeler düzmüşlerdir. Bugün psikolojik olarak bütün beynimizi işgal eden, herkesin ağzından düşürmediği demokrasi budur. Nereye kadar…

Tarihin, sınıf mücadelelerinin tarihi olduğuna ilişkin Marksizm’in ileri sürdüğü ve yaşam tarafından doğrulanan tarihi-toplumsal tezin, üretim ilişkilerinin farklı aşamalarında ve tarihin farklı dönemlerinde Leninist devrimci teorinin de çıkış noktası olduğu bilinmektedir. Yazımızın üçüncü bölümünde irdelemeye çalıştığımız konunun üzerinde Lenin’in ısrarcı duruşunun ve işçi sınıfı partilerine devrimce hareketlere uyarısının anlamı bu gün düne göre daha bir anlam kazanmış, derinleşmiş ve sorunun yeniden ” sorun yapılması” sınıf hareketi açısından aciliyet ve zorunluluk haline gelmiştir. Sınıf mücadelesinin burjuva demokrasisinin peşine takılmasını ve “sosyalizm” adına adeta onun “yedeği” haline getirilmesinin ihanetle özdeşleştiğini ve sınıf hareketinin kendilerini sosyalist/komünist olarak adlandıranlarca arkadan vurulduğu uyarılarını ardı arkası kesilmeyen bir inat ve sabırla sürdürürken konu aynı noktada düğümlenmiştir: Burjuva demokrasisi mi, proletarya diktatörlüğü mü? Denilebilir ki bu ayırım bir mihenk taşıdır ve turnusol kâğıdıdır. İnsanlığın sınıfsız topluma taşınmasının biricik ve tarihin şimdiye değin olumsuzlamadığı bu biricik gerçeğin kabulü ve reddi arasındaki ayırım, aynı zamanda sosyalizmin kabul ve ya reddi kadar net ve açık bir ayrımdır. İşçi sınıfı devrimcileri ile burjuva-küçük burjuva reformistlerin birbirlerinden ayırt eden esaslı ölçüt de budur. Lenin, “Proleterya ihtilali ve dönek Kautksky” de bu ayrıma dikkat çekerken, “Devlet ve ihtilal” de bu ayrımın, yani Proleterya diktatörlüğünün aşamalarını ve organize biçimini formüle eder. Elbette amacımız sosyalizmin öğreticilerinden alıntılar yapmak değildir. Konu kendisini “Sosyaliz mi, burjuva demokrasisi mi” şeklinde ortaya koymaktadır ve bu konuda sosyalizmin öğretmenleri ve gerçekleştiricilerinin de bu ayrımlarını buraya aktarmanın kaçınılmaz olmasıdır. Şimdi yeniden başa dönelim ve Burjuva demokrasisinin bile “burjuvazinin bir lütfu” olmadığını ve işçi sınıfının mücadelesinin bin sonucu, amaca ulaşmak için kullanılması gereken demokratik bir mevzi olduğunu irdelemeye çalışalım.

Görülüyor ki, burjuva demokrasilerinin inşa edildiği ülkeler kapitalizmin sağlıklı ve iç dinamiği ile geliştiği, burjuvazinin sınıf olarak egemenliği ile birlikte bu egemenliğin karşıtı olan işçi sınıfının da kapitalizmle birlikte tarih sahnesine çıktığıdır. Her iki sınıf da modern tarihin zıt, uzlaşmaz ve kıyasıya birbiriyle boğuştuğu iki gerçeğidir. Burjuva demokrasisi bu koşullarda ortaya çıkan, işçi sınıfının kapitalizme karşı uzun ve kararlı mücadeleleri sonucu burjuvazinin ” kabul etmek zorunda kaldığı” bir yönetimdir. Elbette işleyiş ve işlerliği açısından her ülkede ayrıntıda farklılıkların gözlemlenmesi mümkün olmakla birlikte, bütün kapitalist ülkelerde burjuva demokrasilerinin karakteristik özelliği toplumsal yaşamda burjuva iktidarının işçi sınıfının ekonomik- demokratik ve siyasi olarak varlığını burjuvaziye kabul ettirmesidir. Yani burjuvazi için artık sınırsız ve mutlak bir “yönetim” mümkün olamamaktadır. Her iki sınıf toplumsal bir uzlaşı çerçevesinde birbirlerinin varlığını ve gücünü kabul etmektedir. Kapitalizmin amansız sömürü arzusu işçi sınıfının ekonomik-demokratik ve siyasi örgütlenmelerince sınırlandırılmakta ve kontrol edilebilmektedir. Elbette bu sınırlandırma ve kontrol işçi sınıfının örgütsel gücüyle, toplumun diğer katman ve tabakalarının siyasal desteğinin kazanılıp kazanılmamasıyla değişecektir. Şimdi galiba sorunun özü de burada yatmaktadır. Kapitalizmin kendi iç dinamiği ile gelişmediği, kapitalizmle birlikte işçi sınıfının da ortaya çıkmadığı, bağımlı, sömürge-yarı sömürge ülkelerde burjuva demokrasisinin inşası mümkün müdür?. Başka bir deyişle merkez kapitalist ülkeler dışındaki emperyalizme bağımlı ülkelerde burjuva demokrasisini inşa etmenin koşulları var mıdır? Bugün ülkemizdeki hır gürün perde arkası biraz deşelenince gerçekten bütün bu tartışmalar bir gerçeğin ifadesi midir, yoksa parlatılmış birer yalan ve demagoji midir?. Gündeme dikkat edin: Birkaç ay sonra referandum vardır ve iktidar sahiplerince referandumda AKP nin Anayasa paketine “evet” diyenler demokrasiden yana, ” hayır” diyenler demokrasiye karşı olanlar olarak lanse edilmektedir ve gündem bu çerçevede belirlenmektedir. Öncelikle referandumda oylanmak istenen nedir?… Örneğin emek sınıfının örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması, sömürünün kaynağı özel mülkiyetin- son verilmesi zaten beklenmiyor- sınırlandırılarak toplumsal mülkiyete geçişin sağlanması, Rant ekonomisine son verilip üretici güçlerin yönetimde yer almasının sağlanması, soyguncu ve vurguncuların mallarına el konulması ve yargılanması, doğanın yağmalanmasının önüne geçilmesi, Savaşların ve yoksulluğun, sömürünün kaynağı olan emperyalist sistemle bağların koparılması ve ülkenin ekonomik ve siyasi bağımsızlığın sağlanması v.b gibi bir program oluşturacak yoğunluktaki sorunların çözümü için mi referandumda anayasaya “evet” ya da hayır denilecektir, yoksa bunların tam tersinin gerçekleştirilmesi, yani sömürünün çekilmez hale gelmesi, soygun ve vurgunun meşrulaştırılması, çalışan kesimlerin daha da yoksullaştırılmasının önünün açılması için mi evet ya da hayır denilecektir. İktidar malum ve kimse iktidardan bunları beklememektedir. Ama ya muhalefetin ” hayır” deme gerekçeleri arasında ülkenin temel sorunlarının çözümüne ilişkin bir öneri de yer almamaktadır. Elbette almaz, alamaz. Bir muhalefetin programında bunların yer alması için sistemden kopmuş ve sistemin dışında kalmış olması zorunluluktur. Şimdi dikkat edilmelidir: Mevcut yönetimdeki CHP Sosyal demokrattır ve burjuva demokrasisinin savunucusudur. CHP yönetiminin niyetini sorgulamak yerine objektif tespit yapmak amacındayız. Peki ama CHP bunu yapabilir mi?… Elbette hayır. Peki sorun nedir o halde?. Sorun sistemdeki tıkanıklığın hangi söylem ve siyasal örgütlenme ile aşılacaksa görevin ona verilmesidir. Siyasal İslamcı AKP emperyalist/Kapitalist sistemin ürünüdür ve iktidarda kaldığı iki dönemdir sistem adına liyakat göstermiştir, kendisine verilen görevi layıkıyla yerine getirmiştir. Hangi siyasal sistem içinde… Elbette Burjuva demokrasisi… Şimdi bu tespiti okuyan okurlar gülümseyecektir… Ne burjuva demokrasisi be diyeceklerdir, adamlar basbayağı siyasal İslamcı… Biz onlara yanıldıklarını söyleyeceğiz. Bir ülkede sistemin iktidar seçiminde, seçilen iktidarın sistem adına ve lehine ve sistemin geliştirdiği mekanizmaları işleterek sistemin sömürüsünü sağlaması, bu sömürüyü ileriye taşıyacak yönetim kadrolarını oluşturmasının adı “demokrasi2 ise biz de buna demokrasi diyecğiz… Taraf ya da karşı taraf olmak adına değil ama tarihsel gelişim süreci içinde burjuva demokrasisini kavrayacak tarih ve toplum bilgisine sahipsek bu demagojiler karşısında ya şaşıp kalacağız, ya da bunun inceltilmiş ve kitlelerin sınıf bilincinin yoksunluğundan yararlanarak kotarılmış iğrenç ve çirkin bir yalan olduğu gerçeği ile kitlelerin karşısına çıkacağız. Açıktır ki, hangi ülkede olursa olsun, iktidara getirilenler emperyalist/kapitalizm adına ve onun buyruğunda işlevlerini yerine getiriyorlarsa bu iktidarlar emperyalist/kapitalistlerin demokratlarıdır ve ülke halkının dostu değil düşmanıdırlar. Şimdi siyasal iktidarın demokratlığına toz kondurmayan ruhlarını şeytana satmış kalem ve söz erbaplarının niyet ve kişiliği düşünülmelidir. Yerleştirilmeye çalışılan “Demokrasi” ve “Demokrat” tanımlarını aşağıda verilen örnekleri izleyerek biraz daha gülümseyin: İşçi sınıfının iktidara taşıyan Lenin, Stalin diktatör, Anadolu’da Emperyalist işgale karşı savaşan ve Sovyet devrimiyle dayanışma içindeki Mustafa Kemal Diktatör, İran Petrolünü emperyalistlerin elinden alan, Millileştiren ve emperyalistlerce tezgâhlanan darbeyle öldürülen Musaddık diktatör, Emperyalistleri ve uşağı somozayı Kübadan Kovan Castro-Che diktatör, Kara Afrikada Emperyalist/Kapitalist kuşatmayı yırtan Nkrumah diktatör, 12 Eylülcülere o günlerde övgüler düzen, bugünün “demokratı” Nazlı Ilıcakın “Allende Büllende” diyerek sözüm ona dalga geçtiği ve emperyalistlerin faşist darbeleriyle öldürülen Sosyalist Allende diktatör, Chavez diktatör, Mao diktatör…emperyalis sömürüye, kapitalist yağmaya karşı savaşanlar diktatör, emperyalizmin hizmetçileri demokrat… Ülkesinin bağımsızlığı, işçi sınıfının iktidarı için savaşan herkes diktatör, dünyayı kana bulayan, açlığın ve sefaletin yegane ve tek sorumlusu emperyalist/kapitalist sistemin efendileri ve uşakları “Demokrat”… Sistemin pompaladığı Demokrasi ve demokratlar bunlardır… Yani Kurda karşı direnen kuzu diktatör, Kuzuyu parçalayan Kurt demokrat… Sistemin iç yüzü budur. Sorun şu: İnsanlığın onuru ve varlığını, sömürü ve tahakküm mekanizmalarını parçalayarak yarınlara ulaştıracak ve insan soyunun devamı için işçi sınıfının diktatörlüğü mü, Burjuvazinin yer küreyi ateş çemberine, yangın yerine çevirmesinin adı olan Burjuva demokrasisi mi?..

Yazıyı bitirmeden önce bir not daha düşmek zorunlu olmuştur: Bu yazının önceki bölümlerinde özetlendi. Burjuvazinin siyasal demokrasiden Sosyal demokrasiye geçişindeki iki temel faktörden birincisi merkez kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının mücadelesi iken, ikince faktör Sosyalizmin emperyalist/kapitalist sisteme alternatif olarak ortaya çıkmasıdır. Sosyalizmin Kapitalist ülke halkları nezdindeki yükselen prestijini kırmak için burjuvazinin merkez kapitalist ülkelerdeki kitlelerin yaşam seviyelerini artırdığı istatistikî verilerle doğrulanmaktadır. Ne pahasına? Geri bıraktırılmış, sömürge-yarı sömürge ülkelerdeki sömürünün daha da çekilmez hale getirilmesi, yağmalanması pahasına… Ancak, reel sosyalist rejimlerin 1990 yılları başlarında yıkılmasıyla birlikte burjuvazi kendi ülkeleri halkına verdiklerini şimdi birer birer geri almaktadır. Sonuç olarak, burjuva demokrasisinin inşasındaki işçi sınıfının mücadelesi ve sosyalist sistemin prestiji göz ardı edilmeyecek kadar önemli bir faktör olmuştur.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.