Dün’de donup kalmak – ASEV: “DEVRİMİN KAMASI”

“Hayat dünü yaşadı ve bu güne aktı, gün bu gün. Bu gün de bitecektir, yarın ise yeni bir gün. Şimdi yürüyoruz, ileriye… İleri bir noktaya, bir hedefe… Attığımız her adımda sorunlarıyla, anılarıyla bir şeyler geride kalıyor. Sen dün’de donup kalıyorsun”. “Evet, öyle olmasına öyle de, yine de insan, geçmişte yaşananın yarın da yaşanabileceği endişesinden bir türlü kendini kurtaramıyor, takılıp kalmam ondan”. “Mesele ne” der gibi gözüne bakıyor. Rüzgârın sert vuruşlarına, çiselemeye başlayan yağmura aldırmadan açık hava çay bahçesinde sigaralar tazelenip çaylar söyleniyor. “Kurgu-Bilim avantürleri ne okumaya, ne de seyretmeye pek yatkın olmadığımı bilirim bilmesine de, bazen elinizde olmayan nedenlerle ve iradeniz dışında birileri sizi zaman tüneline itekleyiverir. İstediğiniz kadar debelenin durun… Çaresiz itildiğiniz zaman tünelinin dününde bugünü yaşayıveriyorsunuz.

Boris Nicolaevski’nin Asev “ Devrimin Kaması” kitabı bir öykü mü, bir anı mı bilemem, ama benim gibi zaman tüneliyle başı hoş olmayanlara kitabın kapağını bile açmamalarını önerim. Rus devriminin “ayaklanma provası” günleri… Bir yanda, aynı zamanda Kızıl ordunun çekirdeğini oluşturacak olan “Potemkin zırhlısı” ayaklanmaları, bir yanda grevler… Bir yanda soğuktan donarak ölen ve ölümcül açlığın pençesindeki halkın Çarın kışlık sarayına yürümeleri… Durun bir dakika… Bu bir isyan ya da ayaklanma değil, basbayağı yakarı… “Babamız Çar, size yalvarıyoruz, bize yardım edin” çığlıkları… Ve sahnede, yakaran kitlelere “el uzatma” fırsatı kollayan, tarihin tescilli provokatörü Papaz Gapon… Papaz Gapon’un kanlı, fırsatçı, kirli eli… Sonuç malum… Binlerce kişi Çar’ın askerlerince kurşuna dizilir… 1905 ayaklanması kanla bastırılır, devrimciler yenilir. Yenilgi, bastırılamayan öfkenin anlık patlamalarını da beraberinde getirecektir. Başınızı çarpacağınız kayanın sertliğinin bilincinde değilseniz ve “kolay zafer” bekliyorsanız, göreve zaten hazır olan Papaz Gapon’ları siz davet etmişsiniz demektir.”

“Peki” diyor, “sen bunca deneyiminle, bunca tecrübenle bunları bilmiyor muydun?”. “Sanki devrimci harekete yeni katılan toy bir delikanlı gibi konuşuyorsun. Bu konularda bunca titizlenen, bize durmadan bu türlerin en yankımızda bulunabileceğine dair uyarılar yapan sen değil miydin?”

“Benim, bu gerçeği ne kadar bilip bilmediğim, farkında olup olmadığım tartışılır. Hatta bana sorarsa sana “ evet diyeceğim, Papaz Gaponun varlığını biliyordum da, Türkiye devrimci hareketinin Papaz Gaponlarının böylesine cilalanmış, parlatılmış, böylesine sinsi ve kurnaz olabileceğini, düşünmemiştim hiç. Yoksa sonuç böyle olmazdı”.Keşke, bütün yeryüzünde sınıf düşmanlarının bu kadar alçalabileceğini tasavvur edebilecek deneye sahip olabilseydim, bu gerçeği daha önceden bilebilseydim”. İstersen bunu bir itiraf olarak kabul et.

“Rus devrimini belki de bir ilk olması nedeniyle “iyi bildiğimi”, dahası devrimci harekete yön verme durumunda olan bütün devrimcilerin iyi bildiğini… Koşullarını, ideolojik-politik, örgütsel tartışmalarını, evrelerini kavrayıp, bundan gerekli dersleri çıkardığımız düşünürdüm…” O Fedai ruh neyin üstesinden gelemezdi ki…” Yenildik ve teslim olduk… Bu “fotoğrafın” bizim olduğuna inanmak güç… Böylesine asil bir konunun böylesine yeteneksiz bir ressam elinden resmedilmesi ne garip… Tablo karanlık, ışık yok sanki… Kahverengi… Gri… Nehirler de öyle, dağlarımız, göllerimiz, ovalarımız… Şu önünde uzanan denize baksana…Bu tablonun ressamı o güzelim deniz kıyısında hala aynı renkleri kullanarak “resim yapıyor”, tuvali kapkaranlık. Bu yörede yaşayan çocukların bundan ürperdiğine kuşkum yok. Üstelik resimleri kurusun diye, gecekondularda ipe asılan çamaşırlar gibi ipe asıyormuş, hem de baş aşağı… “Bok”u kutsayanlar onun resmini yapacaktır elbet, tuvalinde ışık yerine bok… Fırçasını boka batırarak yapacaktır bokun resmini… Bu tuvalde ışık, bu resimde gökyüzü elbette olmayacaktır, derdim de bu değil… Peki, ama biz neden bunca havayı, bunca güneşi, denizi, ormanı resmetmek için fırçamızı bu kadar acemi kullandık ve bok’un ressamına teslim olduk… Şimdi şu önüne açılan denize bak… Her tarafı sis…Berrak dalgaların mavi ışıltıları nerede?… Sular mavisini mi kaybetti yoksa… Elbette değil, çünkü sis boğuyor bütün güzellikleri… Böyle bir denizi seyretmek insana coşku vermiyor, esinlemiyor… Seyretsen ne olacak… Sanki yardım isteyecek de kimden nasıl yardım isteyeceğini bilememenin çaresizliğine teslim olmuş bir deniz… Dün akşam da buradaydım, bu masada bu sandalyede… Gözüm, ay ışığında kıpır kıpır yakamozları aradı, göremedim. Kalktım gittim.

Şu sana sözünü ettiğimi kitap… “Asev: Devrimin Kaması”… Sokak kitapçılarından aldım, seçerek değil, tesadüfen. Kitabın adı ilgilimi çekti. Okudukça kendimi gördüm, saflığımı gördüm, kızdım kendime ve arkadaşlarıma. Hayıflandım, şaşırdım, dehşetli irkildim. Sanki uzak bir ülkenin uzak bir geçmişi değildi anlatılan, kendi ülkemin yakın bir geçmişiydi… Kitapta geçen isimlerin her birine Türkçe bir ad verdim. Yer ve tarih kendiliğinden yer değiştirdi, o ülke oluverdi bizim ülkemiz, o tarihler oluverdi karanlığa gömüldüğümüz günlerin tarihi…

Anlatım, Bin dokuz yüz beş Rus işçi sınıfı ayaklanmasıyla başlıyor ve birkaç yıl sonrasına uzanıyor. Bolşeviklerin “bireysel terörüne” ilişkin tutumlarına tepki gösteren Sosyalist Devrimci Partinin bireysel terörü esas alan “savaş örgütünü” kurmasıyla başlayan gelişmeler… İdeolojik yanılgısına karşın gözü kara bir devrimci olan Gershuni örgütü kurmakla görevlendirilir. Örgüt maddi bir varlık haline gelir ve eylemlerine başlar… Temkinlidir, örgüt kurucusu deneyimli ve tecrübelidir. Polis tuzaklarına, provokatör sızmalarına karşı uyanıktır. Kahramanımız(!) tam da bu noktada ortaya çıkar. Aslında o bir hırsızdır, bir o kadar arsız ve aşağılık… Yani tam çarlığın adamı, yani tam Çarlığın “Ohranka” adlı gizli polis örgütünün aradığı bir tip. Meşrepleri birbirlerine uyar ve yakışır. Adı: Asev. Görevi; Ohranka ajanı. “Savaş örgütüne sızması zor olmaz. Niçin olsun ki… Devrimcilerin “ dövelim” dediği yerde o keskin görünüp vuralım diyorsa… Öyle yapar. Öyle sıradan suikastlarla yetinecek az bir “babayiğit”(!) değildir adamımız. Elbette bir tesadüf(!) sonucu olarak örgütün kurucusu Gershuni’yi polis yakalar… ( Ne yakalanması, Gershuni Asev tarafından tuzağa düşürülüp Çarlığa teslim edilir)… Asev, öyle gözü karadır ki, yükseldikçe yükselir örgüt içinde… Çarlığın üst düzey yöneticileri birer birer suikasta kurban giderler… iç işleri Bakanı Plehnev öldürülür… Çar’a bile suikast düzenlenir. Elbette eylem zayiatları (!) da yaşanacaktır. Hiç beklenmeyen, akıl sır erdirilemeyen polis baskınlarında sayısız devrimci çarın polislerince öldürülecek, kurşuna dizilecektir. Olsun, bunlar olağan şeylerdir(!)…Adamımızın istikbali açıktır. Örgüt içinde yükselir, Polis içinde yükselir… Polis içinde yükselir, örgüt içinde yükselir… Yükselir de yükselir adamımız. “Yüksel ki yerin bu yer değildir”. O da yüksele yüksele doruğa oturur. Hem örgütün tepesindedir artık, örgütün kurucusu Gershuni’nin yerine geçmiştir, hem de çarlık polisinin doruğunda bir isimdir. Örgütün bütün parasal-mali kaynağına el koyar. Bu arada – o günkü koşullarda oldukça hatırı sayılır bir miktar olan- Çarlık polisindeki maaşı da bin rubledir… Adamımız, kendini adadığı kutsal(!) ve ulvi(!) görevini ifa ettiği zaman dilimi içerisinde kendisinden kuşkulanan devrimcileri gerek kendi marifetiyle “güvenilmez, ajan, polis” diyerek etkisizleştirmiş, kitlelerin güveninin sarsılmasını sağlamış, gerekse Çarlık polisinin kurşunlarıyla hemen bertaraf(!) etmiş, kendisine güven duygusunda kusur etmeyen devrimcileri de sözüm ona gece yarısı baskınlarında, pusularda polise yok ettirmiştir. Örgüt içinde nitelikli devrimcileri tasfiye ederek, önüne çıkacak engelleri de böylelikle aşmıştır. Artık örgütte, Çarlığa teslim edilmedik, öldürülmedik devrimci kalmamıştır. Güvenilmez ilan ettikleri de köşelerine çekilmiştir. Adamımızın işi tamamlanmıştır. “Güvenilmez, ajan, polis” ilan ederek etkisizleştirdiği devrimcilerin çabalarıyla gerçek yüzü ortaya çıkarılınca “öldürülme” korkusuyla yaşamaya başlamış, Almanya’ya kaçmıştır. Ölüm bu, postacı değil ki adres sorsun. Adamamız Almanya’ya kaçar. Tanrı taksiratını affeder mi bilemem ama devrimciler affetmeyecektir ve Almanya’da, sığındığı delikte hak ettiği cezayı bulur. Yaşanılan dönemde kirli oyunun farkına varan devrimciler gırtlaklarını yırtarcasına bu Çarlık artığına dikkat çekerler, uyarırlar arkadaşlarını, yoldaşlarını. Ne çare, dinleyen kim… Provokatörümüzün “arkası sağlamdır” uyarıları kös dinleyen örgütün eksiksiz desteği arkasındadır. Ancak yüzü açığa çıktıktan sonra “vay be” çekmeyi marifet sayanların, aymazlıkları yüzünden arkadaşlarının öldürülmeleri karşısında umalım gerekçelerine mazeretleri de vardır. “Anlattığın öykü uyarlama mı” diyorum. “Ne fark eder ki diyor. Diyelim ki yazar hayal gücünü kullandı, bir kurgu, bir fantezi yarattı. Dünün kurgusu, fantezisi bizim gerçeğimiz olmadı mı?

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.