Sadece bedeninizin değil, artık beyninizin de kaldıramayacağı günün yorgunluğunun ardından ve tedirginliğinizi hane halkına hissettirmemek için sahne oyuncularını gıpta ettirecek ustalıkla sergilediğiniz rolünüzle “ gönül rahatlığı içinde” uzanırsınız yatağınıza…
Beyninizde bin bir mülahaza… Evirirsiniz, çevirirsiniz olmaz. O yana döndürürsünüz, bu yana döndürürsünüz olmaz… Doluya koyarsınız almaz, boşa koyarsınız dolmaz… Sanki kafatasınızda kırk tilki dolaştırıyorsunuz da kırkının da kuyruğunu birbirine değdirmemek için kırk takla atıyorsunuzdur… Olasılıklar, endişeler, tedirginlikler korkuyla birlikte med-cezir yaşatırlar, bir gelir, bir daha gitmezler… Gerilirsiniz, kaskatı kesildiğinizi hissedersiniz, sanki damarlarınızdaki kan çekilmiştir. Bunca kalabalık içinde kapıldığınız yalnızlık hissiyle ürperirsiniz… Bir çılgınlık nöbeti, bir melankoli hali diye düşünürsünüz… Bu gel-gitler arasında bir karelik bir iyimserlik yakaladığınızda kafesinden uçan kuş gibi “oh be” dediğiniz anda uyku mahmurluğunun bedeninizi kuşattığının farkına bile varmazsınız… Ya da beyninizin “ yeter be artık” isyanını, özlemini çektiğiniz tatlı bir uyku mahmurluğunu “huzurlu bir uyku için davetiye” olarak anlamışsınızdır… Uykuya “itirazsız” teslim olmaya hazırsınızdır artık… Sizi teslim alan rehavetin en naif yerinde ardı arkası kesilmeyen “ tak tak” larla kapınız çalınmaya başlar… Bir daha, bir daha… “tak, tak, tak”, “tak, tak, tak”… Ansızın fırlarsınız yatağınızdan, bilirsiniz ki bu durum hayra alamet değildir… İçiniz “cız” eder… Bakhaus’un tatlı şaraplarının mest ettiği uyur uyanıklık arası haliniz Jüpiter’in hışmına uğramıştır. Hiçbir aletin hız ölçümünü yapamadığı o kısacık an ne kadar uzundur, ne kadar çok şey sığdırırsınız saniyelerin sonsuz küçüklükteki aralıklarına… Beklenilen bir an mıydı bu, tesadüf müydü yoksa bilemem… Bildiğim tek şey, en sade ve en karmaşık, en cesur ve en korkak, en kararlı ve en kuşkucu haliniz ile içinizin “ cız” ettiğidir… O an nerede ve kim olduğunuzu unutur, kendinizle cebelleşmeye başlar, çözümünü bildiğiniz çok bilinmeyenli bir denklemin bütün ipuçlarını elinizden kaçırmanın paniğini yaşar, yönünüzü şaşırırsınız… Bu hali adlandırmak için bütün çabanız boşunadır, beyniniz bütün üretimini durdurmuştur, dilinizdeki bütün sözcükler sağa sola savrulmuş, uçuşmuştur, deliye dönmüşsünüzdür… Hayır, Erasmusun yaşamı selamlayan delilerinden söz etmiyorum, aklınızın yettiği, gücünüzün yetmediği bir açmazın ruhsal ve psikolojik dışavurumundan söz ediyorum… “Her şey bitti “ deyip yüzükoyun kapaklanıp kalacak mısınız, yoksa Hintli gezginler gibi “ daha hedefe çok var, dayan dizlerim dayan” mı diyeceksiniz… Yaşınız da ellilerde ise işiniz zor, Allah kolaylık versin… “Yaşadım” diyebilmek için katlanacaksınız, hem de afra tafra yapmadan, yakınıp dövünmeden, gösteriş ve cakaya kaçmadan, sade, onurlu ve vakur.
Hannibal’ı tanır mısınız? Hani tarihte birçok insanın soyadı ile tanınmasının aksine adıyla bilinen Hannibal, Hannibal Barca. Deliliğe böylesine soylu mecazi bir anlam veren Erasmus mu, Hannibal mı kuşkuluyum. Daha öteye gittiğimde her ikisi de Spartaküsü tanır mıydı, kim olduğunu bilirlerimiydi de, yüzyıllarla ölçülen aralıklarla birinin bıraktığı yerden diğeri başlamıştır, birbirlerinin mirasçıları olmuşlardır? Nemi diyorum? Ne dediğimi bir bilebilsem sevgili okur, doğrusu bilmiyorum, bilemiyorum. En az benim de sizin kadar kafam karışık. Spartaküs üzerinde çok yazıldı, çizildi, çok şey söylendi. Tekrar edip zamanınızı almak istemem. Erasmus, 1600 yıllarda yaşamış bir filozof. Sınırsız, sınıfsız bir dünya vermiş insanlarına. Bütün gam, keder ve tasadan azade. Kuruntusuz, çalımsız, yalansız, dolansız bir yaşam. İnsanın üstünde hiçbir şey yok, her şey insan için. Kim bilir, belki de insanlık henüz bu yaşamın düşünü yeni yeni görüyordur, alınacak daha çok yol, kat edilecek daha çok mesafe ve katlanılacak daha çok ihanetler vardır cennet ırmağından su içmek için. Ama o, bu yaşamı peşin peşin vermiş insanlara ve belki de henüz düşü bile yeni görülmeye başlanan bir yaşamı yaşamaya kalkışan insanların birkaç yüzyıl sonra ve ne pahasına olursa olsun ödeyecekleri bedelle ulaşabilecekleri bir yaşamın peşine düşmelerini, hayal güçlerini-sanırım yerine koyabileceği ve duyduğu hayranlığı karşılayacak başkaca bir sözcük bulamadığından- “delilik” diye adlandırmıştır. Ne yapsındı yani, çıkarları için bunca eğilip bükülmeyen, küçülüp bayağılaşmayan, yüzyıllar ötesi bir yaşamın hayalinin peşinden ömürler tüketen insanlara “akıllı” mı desindi…
Peki ama ya Hannibal, Hannibal Barca!… Spartaküs Romalı bir köle, bir gladyatör. Erasmus, okumuş yazmış, ayrıcalıkları olan bir Avrupalı, bir filozof… Hannibal kim?… Kartacalı bir komutan… “ Benden kork Roma, seni ezmek için ya bir yol bulurum, ya bir yol açarım”… Entrikaları ve zindanlarıyla meşhur Bizansın öncüsü…. Roma, antik çağın dünya imparatorluğu… Kartaca, bir şehir devlet… Roma devinin yanında bir karınca, esamisi okunmayan, ciddiye alınmayan bir ben-ademler ülkesi…. Tanrı Roma’yı yaratmıştır, Roma’nın dışındaki bütün ülkeler, bütün halklar ancak Roma’ya hizmet ettiği sürece nefes alma hakkına sahiptir… Kartacalılar Roma’ya hizmet etmeyecek ve Hannibal “köle” olmanın utancını yaşamayacaktır… O savaşacaktır…. Bütün insanlığın korkulu rüyası ve bütün tanrıların sahiplendiği Roma ile savaşacaktı ve Roma’yı yenecektir… Romayı özgürleştirecektir… “ Romalılar, özgürlüğünüzü isteyiniz”… “Bu sizin de özgürlük savaşınızdır”… Hannibalı, Hannibal yapan “delilik”… ey,kutsal delilik…. Değil Roma ile savaşmak, Romayı yenmek için dağlar aşmak, kar, kış, açlık, soğuk demeden Roma kapılarına dayanmak, bunu düşünmek bile “ akıllı insan” işi değildir…
Ordusu Roma’nın ordusunun dörtte biridir ve yarısını da ağır kış koşullarında Alpleri aşarken yitirir. Bitkin ve yorgundurlar… Ne gam… Roma yenilecektir ve bütün halklar zorba Romadan kurtulacak, özgürleşecektir… Romanın korktuğu Hannibalın askerlerinin postal sesi değil, Hannibalın zulme karşı açtığı bayraktır, özgürlük şarkısının nameleridir… “Geliyorum ey zulüm, ya bir yol bulur gelirim, ya bir yol açar gelirim”… Hanibal Romaya gelmek için bir yol bulamamıştır, ama askerlerinin yarısını soğuğa kurban verme pahasına Alplerin tepesinden bir yol açmıştır. İlk imkânsız başarılmıştır… Hannibal İtalyadadır… Roma’nın çağın üstün teknolojisiyle donatılmış lejyonlarını Cannea’da, Terebia’da, Capua’da tepelemiştir… Roma korku ve dehşet içindedir, Roma senatosu teslim olma görüşmelerine başlamıştır. Hannibal, Roma’nın düşmek üzere olduğunu, kuvvetlerinin sayıca çok azaldığını ve yeni kuvvet gönderilmesini isteyecektir Kartaca Senatosundan… Senato, Roma’nın kabusunu üstüne çekmek istemeyecektir ve Hannibalı yalnız bırakacaktır… Belki de Hannibalın Kartacaya dönüşünde Kartaca soyluları sıranın kendilerine geldiğinden korkmuş olmalılar ki, Hannibal’a kuvvet göndermezler ve yalnız bırakırlar… İhanete alışkındır Hannibal… Soylulara güvenip özgürlük istememiştir ve Roma yıkılacaktır… “Romalılar, özgürlüğünüz için savaşın”… Bu çığlığı Romalı köleler ne kadar duymuştur, bilinmez ama parçalanması için son darbeyi bekleyen Roma, kazandığı zaferlerin rehnavetine kapılan ve “nasıl olsa Romanın işi bitti” diye işi ağırdan alan Hannibalın gafletini Hannibala karşı kullanmış ve Roma ordularının generali Scipio Africanus, Hannibalın özgürlük düşünü yarıda kesmiştir…. Hannibalın komutanlarından Maharbal, Hannibal’a “ sen savaşmayı biliyorsun, kazanmayı değil” diyecektir… Ölünceye değin sığındığı ülkelerde özgürlük mücadelesini örgütlemiş, sığındığı bir krallık Romaya boyun eğerek Hannibalı teslim etmek istemiş, o, ruhuna aykırı teslimiyet yerine zehir içerek yaşama veda etmeyi yeğlemiştir. Mezarının Gebzede olduğu bilinmektedir… Mustafa Kemal, Hannibal için anıt mezar yaptıracaktır.
Sevgili okur, Hannibal da acaba elindeki bunca olanağı, “akıllı” olup zevkü sefa içinde bir yaşam sürmek için kullanmak yerine, elinin tersiyle itip Romalı kölelerin özgürlüğü uğruna feda ettiği için Erasmusun delilerinden biri olabilir mi? Ya da şöyle mi söylemeliydim: Yeryüzünün bütün özgürlük savaşçıları, hangi çağda yaşarlarsa yaşasınlar, birbirlerinin, aralarında kan bağı bulunmayan mirasçıları mıdır? Yüzyıllardır bıkıp usanmadan, yakınmadan “Özgürlük” denen peri kızının ardından koşan Ferhatlar mıdır, Keremler midir? Bu “akıllı insan” işi olamayacağına göre , “gerçekçi olup imkânsızı isteyen” insanlığın “delileri” midir”?
Yine sevgili okur, siz şayet hak ettiklerini düşünüyorsanız ve bana izin verirseniz, yukarıya kısaca yaşam öyküsünü aktardığım Hannibalın özgürlük düşünü “Özgürlük adına” özgürlük düşmanlarına ruhunu satan sözüm ona “ akıllı aydınlara” ithaf