Hafifliğin Derin Analizi

Yılın son güzüydü, güneş yaz mevsimi kadar cömertçe ısıtmasa da şöyle bir görünmesi de yetiyordu bir tişört bir şortla sere serpe sokağa çıkmak için. Kaygısız görünümüne yakışmıştı üzerindeki kıyafet ya da görünümüne uyum sağlamak için kaygısız rahat, kendinden emin görünmeye çalışıyordu. Yok, sandığınız ya da tahmin ettiğiniz gibi bir hoppa bir boş vermiş, ya da ne bileyim bir gösteriş budalası da değildi. Yüzündeki ifadeyi anlamak için alfabeyi okumanız yeterliydi, tersine kaygılı ve endişeli haliyle görünümünü kendisi yalanlıyordu. Seçim günü yolda karşılaştık, bilmem kaç yıl önce aynı üniversiteden arkadaştık. O gün de farklı kulvardaydık, bugün de. Gerek ideolojik gerek örgütsel konularda hiç aynı şeyleri söylemedik, aynı şeyleri düşünmedik.  Allah için anti-faşist mücadelede gözünü budaktan esirgemezdi. “ Bu kez işleri bitti, sen de oyunu bize verirsen bir milletvekili fazla çıkaracağız”… “Tamam dedim, sen çözümü bulmuşsun, bize de evet demek düşer”. Sözleştik, oyumuzu kullandıktan sonra bir parkta buluşup çay içeceğiz. Ben ondan önce gelmiştim parka, bir kayanın üzerine oturup etrafıma bakınıyorum, denizden esen yel yüzüme vuruyor, hava bulutlu. İnceden yağmur çiselemeye başladı. Yağmurla birlikte rüzgâr da hızını artırdı. Tepenin üstünden gözümü alan denizinin köpüklü dalgaları sahili dövmeye başlıyor. Rüzgâr delirdi, yağmur aman vermiyor, parkta kızlı erkekli bir grup genç ne rüzgârın dellenmesine ne yağmur altında cımcılık ıslanmalarına aldırış etmeden yürüyorlar, ne sinecek bir çatı altı ne korunacak bir sığınak… Koca şehirde yağmurdan kaçmayan, rüzgârdan sinmeyen bir avuç genç… Beynim bütün mekanizmaları harekete geçiriyor… Işık hızıyla yarışırcasına bütün engelleri delip geçiyor… O coşkulu yıllar… Grevler, mitingler, boykotlar… Karıncaların fillere saldırıları… Bu gençler benim, ben onlarım, aralarına karışıp kendileriyle birlikte yürümek için izin istiyorum… Bir genç kız “ Heyy diyor, bir çoğaldık, aramıza hoş geldin”… Cadde boylarında, otobüs duraklarında yağmurun dinmesini bekleyen kalabalıklar bizi seyrediyor, yarım saati aşkın yürüyüşümüzde bize katılan yok, bizden de onların katılımını sağlamaya dönük bir çaba, bir çağrı yok… Sahil kenarında bir parka geldik. Genç kız kollarını açarak “ne müthiş bir gün” diyor, rüzgâra yağmura aldırmadan bir saattir yürüyoruz… Bir delikanlı  “ortalıkta polisler görünmedi, yoksa bizi protesto yürüyüşü yapıyorlar diye biber gazına boğarlardı” diyor. Kahkahayla gülüyoruz.  Yağmur dindi… Gençlere çay ısmarladım, üşüdük ama belli etmesek de dişlerimiz birbirine vurmaya başladı. Çaktırmadan yüzlerine bakıyorum, hareketlerini inceliyorum. Duru, pırıl pırıl gençler. Her birinin yaşı oğlumdan küçük… Bir huzursuzluk çöküyor içime… Acaba içlerinden hangisi Silvanlı bir kürttür, Mardinli bir Ermeni ya da İzmirli bir Rum… Derdim etnik kökenlerini merak etmek değil, mensup oldukları etnik kökenleri, dilleri nedeniyle acaba  ırkçı/dinci gerici bir zihniyetin aşağılık davranışlarına maruz kalıp da örselenmemiş kalpleri burkulmuş mudur, yüzlerindeki gülümsemeler yerini hüzünlü bir kedere bırakmış mıdır?… Kızlar yarın belki evlenecekler, belki sevgilileri olacak, bu öğretilmiş ahlaksızlığın ahlakıyla hangisi sokak ortasında bir bıçak darbesiyle delik deşik edilecek, hangisi bir meydanın ortasında tek mermiyle iki kaşının ortasından vurulup öldürülecek… Erkeklerden hangisinin “vatan sağolsun” naraları arasında bilmem hangi dağdan cesedi getirilecek…  Dahası yağmur altında yürümeye bile polis ve gaz göndermesi yapan bu gençlerin hangisi yarın bir protesto mitinginde “benim esnafımın” toplu linçinden kurtulursa şayet işkenceden aşağılanmaya, gözaltından cezaevine varan dolambaçlı yollarda düşüp de kalkamayacak, hangisi mücadelenin içinde pişe pişe çelikleşecek… Gençler diyorum, Birçok şey anlamını kaybedecek, birçok şey harikulade anlamlar kazanacak… Ya boğazımızı sıkan kasvetli bir havada diz çökerek nereden geldiğini bilmediğimiz ölüme teslim olacağız, ya da bir gül yaprağından, bir karanfilin kokusundan yaşamı yeniden kuracağız… Siz bunu başaracak inanca, kudrete sahipsiniz. Çocuğum kadar yakınsınız bana, sizi seviyorum… Boğazıma bir şey tıkanıyor, rüyadayım sanki bir kâbus… Bağırmak istiyorum, sesim çıkmıyor… Şu genç kız… Yüzü öyle duru ki… Sevecen, güleç… Onu meydanlarda Franco faşizmine karşı boyun eğmeyen İspanyol Komünisti Dolores İbarruri”ye benzetiyorum… Hafızama engel olmasam Behice Boran, ya da Clara Zetkin’i göreceğim onun suretinde… Oysa o henüz bunlardan öylesine uzak ki… Ansızın yüzümün asıldığını fark eden bir genç “amca, seni üzecek bir şey mi yaptık” diyor. “Yok, yok diyorum, bir görüşmem vardı, sohbete daldık unuttum, aklıma geliverdi de”… İzin isteyip ayrıldım… Tedirginlik bedenimi kapladı, dönüp bir kez daha bakamadım sohbet arkadaşlarıma… “Gülüşlerinizin eksilmeyeceği bir dünya veremedik size, bağışlayın”…

Partilerine oy vermemi isteyen arkadaşla randevumu unuttum… Aradım, özür diledim, yarın görüşelim dedim. Yol güzergâhımın üstündeymiş, geçerken uğrarım dedim. Hoş beş, çay kahve… Partilileri toplanmışlar, seçim tartışmaları yapıyorlar. İçlerinde epeyce tanıdığım var. Beni görünce arkadaşlarıyla tanıştırıyor, kendi partilerine oy verdiğimi söylüyor…

“Bana öyle geliyor ki” diyorum,  “Suruç’ta, Kobani’de, Diyarbakır’da, Ankara’da sistemin kitle katliamına maruz kalan bir halkla birlikte olmak bir insanlık görevidir. Oysa siz maruz kalınan katliamların bile ölüm taciri sistemin bilinen, eskiden kalma bir marifeti olduğunu görmeyecek kadar gözleriniz kapalı, bilinciniz uyuşuk… Katliamları kimin yaptığından çok daha önemlisi kimin yaptırdığıdır. Sistemi hedef almayan hareketler sistem tarafından yutulur, onun parçası olur. Israrla görmek istemediğiniz de budur.”.

İtirazlar geliyor, tartışma büyüyor. “Siz” diyorum “Birkaç yıl önceki Barzanili, Şivanlı Diyarbakır festivalinden bu günlere neyin değiştiğini, o günlerde nasıl da iktidardaki partiyi demokrat ilan edip desteklediğinizi hatırlamak istemiyorsunuz galiba… Öylesine “derin” analizler yapıyorsunuz ki bu ülke galiba yerkürede değil, yıldızlarda asılı bir ülke, olup bitenleri uzaylı gözüyle görüyorsunuz, sığlıklarınızı derinlik olarak adlandırmakta üzerinize yok dense yeridir.”

Gogolü’ün meşhur “Bir Delinin Hatıra Defteri” adlı oyununda despot yapısını zulüm kolonları üzerine inşa etmiş Çarlık zindanında aklını yitiren kahramanımız,  en az kendisi kadar çaresiz olan annesinden, kendisini esaretten, işkenceden kurtarması için istediği yardımın gelmeyeceğini,  onca yakarmalarının işe yaramadığını deli aklıyla nihayet anlar ve hatıra defterine çaresizliğe teslim olmanın çığlığını düşer: “Biliyor musunuz” der  “Cezayir paşasının tam burnunun altında kocaman bir beni var”.

Ne müthiş bir deha… “Deli dürüstlüğü” dedikleri bu olsa gerek. Kahramanımız çaresizliğe teslim olurken “ teslimiyetin” gerekçesini aramaz, bahaneler uydurmaz, oğluna yardım kudreti olmayan annesini de suçlamaz. Bilir ki kurtuluşu, özgürlüğü kendi elindedir ve o bunun ağır yükü altında aklını kaçırır. Bir kişi çaresiz kalabilir, mümkün. Ancak devrimciler, açmazlarında insan aklını kaçırtan kapitalizm karşısında çaresiz değildir, çaresiz olan, çürüyen sistemdir. Görmek, anlamak, gerekeni yapmak için gerekli irade ve inanca sahibiz, başarabiliriz.

Eminim yirmibirinci yüzyılda bütün yerkürenin, bütün halkaların özgürlüğünün, kurtuluşunun tek pusulasının kapitalizmden kurtuluş olduğunu insanlık daha fazla acılar çekmeden siz de öğreneceksiniz… Yoksa Cezayir paşasının tam burnunun altındaki beninin dışında vücudunun başka nerelerinde beni olduğunun keşfine hep beraber çıkacağız… 

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.