Güz geldi ya, ansızın bastırıveriyor akşam. Gökyüzünde bir telaş, bir telaş. Birbirinin üstüne ağarken bulutlar, dörtnala kalkan uzun atların şeklini alıyorlar. Gri ve kurşun rengi atlar ufkun tan kızıltısında kayboluyor. Yeniden ortaya çıktıklarında bacakları kafalarının üzerinde, gökyüzünün yıldızlı cisimleri gibi ıpıl ıpıl ışıldayan yeleleri, Orta doğudan Kafkaslara uzanıp, Ümit Burnunu teğet geçerek Cebelitarık üzerinden Haliç sularına bırakıp ışıklarını ufkun sonsuzluğuna koşarken kocaman yarım çemberler çizerek, toynaklarından nefes alıp vermeye başlıyorlar. Kübist bir ressamın hayal gücüyle dağılıp, yeniden toplanıyorlar, yitip yeniden ortaya çıkıyorlar. Hız, hız, hız… Çelik bir yay gibi gergin bacaklarıyla kıtalardan okyanuslara, dağlardan ovalara inip çıkıyorlar. Damlalarını toprağa bırakmaya başlayan yağmurdan su içip, yanı başımdaki ağaçlardan ses vermeye başlayan yaprakların hışırtılarına kulak kabartıyorlar. Ufukta tan kızıltısı, çok sesli koronun seslendirdiği bir ezgiye eşlik ediyor. Cırcır böcekleri daha bir sabırsız. Ağaçların arasından bir görünüp, telaşı varmışçasına hemen kaybolan ay, sarı benizli Asyalı yüzüyle gökyüzünde dolaşıyor.
Herkesten köşe bucak kaçtığım günün akşamında, yaşama ve ölüme dair hiçbir şey düşünmeden o ağaçlı yoldan yürümeyi hayal ettim. Ay ışığında ıslanıp, rüzgârla kurulanacağım. Varsın yağsın yağmur, ne gam.
Derken… Yüzünde Avrupai hüzünle herkesten ve her şeyden kaçarcasına girip çıktığın sokaklardan birinin köşe başında seninle karşılaşıyorum. Gözlerinle ve telaşla bir şeyler işaret edip bir şeyler mırıldanıyorsun. Ne dediğinin, neyi işaret ettiğinin farkında bile değilim. Daha doğrusu gözlerindeki kıvılcımdan kendimi almaya fırsat bulup telaşlı halini anlamaya zamanım olmuyor… O an, beni daldığım düşten uyaracak hiçbir uyarıcı da yok… Çelimsiz bedenin güz rüzgârlarının önünde inatlaşıyor, sağ omzun üstüne tutunduğun duvara sıkıca sarılıp, rüzgârın seni alıp götürmesine engel olmaya çalışıyorsun. Sen el kol hareketi ile bana bir şeyler anlatmaya çalışırken, ben gökyüzünü işaret ediyorum sana, koşan atları, ufku, tan kızıltısını… Bakışlarındaki kızgınlığı görüyorum, gözlerin kor parçası. Bir hamle kendini kucağıma atıp koluma giriyorsun, “bana sarıl” diyorsun… Kendimi geri çekerken, şaşkınlığımdan kekelediğimi hatırlıyorum. ” Bana sarıl”, “takiptesin” diyorsun… Belime sarılıp üzerimdekini çantana koyuyorsun. Ara sokaktan caddeye çıkan yamaçta, önce bir kişi, ardından birkaç kişi iniyor arabadan ve hep bir ağızdan ” ellerini başının üzerine koy”, “yere yat” diyorlar. Hepsi birden ve birbiri peşi sıra. Sesleri hırçın ve bed. Silahlarını bize doğrultuyorlar. Etrafıma bakınıyorum. Bir kadın yolunu değiştiriyor, sokaktaki çocuklar hareketsiz bizi izliyor, parkta salıncaktaki kız çocuğu ağlamaya başladı. Annesi bir şeyler homurdandı, duymadık. Üzerime atılıyorlar, yaka paça, don gömlek… Senin kimliğine bakan çam yarması ” diplomat kızı” diyor, aramayın!..
Yürüyerek Kuğulu parka geldik. Bankta yan yana oturduk. Tedirginliğim gözünden kaçmadı, güldün gizlice. “Seni balkondan gördüm” dedin, “seninle birlikte onları da.”. “Gözden kayboluncaya kadar takip ettiler. Gittikleri yön, sokak üzeriydi, seni uyarmak için arkandan koştum.” O gün gizlice birbirimizi inceledik, başkaca konuşacak bir şey bulamadık. Ara sıra Kuğulu parkta görürdüm seni, yakını olduğum bir kızla birlikte. Ertesi gün Kuğulu parka tesadüf süsü verilmiş bir kasıtla gittim, belki seni yine görürdüm. Evet, tabi tesadüfen gelmiştim, ya da geçerken uğramıştım!… Önce ” merhaba” diyen sendin. Yine nezaketin üstünde idi, “çay içelim” dedin. Dünden söz açtın, ” gölge gibi takip ettiler seni” dedin. Dalgın olduğumu, o an gökyüzünü seyrettiğimi söyledim. “Atlar mı” dedin. Evet ya da hayır demedim. Yakalanacaktın dedin.
Farkında olsaydım kaçardım. Bu bir alışkanlık. İlk kez o gün kaçmadım, alıp götürmediler de… Beni tanıdığını söylüyorsun, “çekinme” diyorsun, hangi yöreye ait olduğunu kestiremediğim bir şive ile. Kovalanmak alışık olduğum şeylerdi, doğrusu şaşmadım. Tavşan, arkasında hep avcıların olduğunu bilir, tavşan olmanın kaçınılmazıdır bu.
Benim aklım gökyüzünde, atlarda… Sana “gökyüzüne bak” diyorum. Başını yukarı kaldırıyorsun, biraz nezaketen, biraz da “niçin” olduğunu bilmeden. Yüzüme bakıyorsun. Gitmişler diyorum, gitmişler. Yine gelecekler.
Merakını yenemediğini ve “uygun bir an”ı beklediğini tedirgin tavırlarından anlıyorum, dayanamayıp soruyorsun : ” Gökyüzü de nereden çıktı, ne var gökyüzünde”…Eski bir alışkanlık diyorum, çocukluğumdan kalan. Sana bizim oraların kırçıl topraklarını anlatıyorum, rüzgârlarını, yağmurlarını… İlkyaz veya güz yağmurlarından sonra dağların üzerinde yay çizen gök kuşağını anlatıyorum. Analarımızın, ” Amerikan bezi” çuvaldan bozma beyaz bezden diktiği yakasız gömlek ve pantolon yerine giydiğimiz ayak bileklerine gelen yerde ilikleri bulunan şalvarlarımızla bütün köy çocuklarının elimizi değmek için ardından koştuğumuz gök kuşağını… Hep “öbür tepenin” üstünde durur, biz soluk soluğa koşarak tepeye vardığımızda kaşla göz arası hemencecik öbür tepenin üstüne giderdi… Bir tepe daha, bir tepe daha… Hava kararır, kurbağaların viyaklamaları başlardı… Akşamın serin rüzgârında üşürdük… Kimimiz karanlıktan korkar ağlardık bile… Köye yaklaştıkça “nerede olduğumuza” cevap alamayan analarımızın köteklerinin kaygısı başlardı bu kez… Onların yatma vaktine kadar, bütün korkulardan arınmış olarak ” çam devrildi” oynar, uyku vakti gizlice yataklarımıza giriverirdik. Çocukluğum hep ” gökkuşağının peşinde koşmakla geçti” diyorum. Gülüyorsun… Şimdi de gökkuşağının peşinde koşuyorsun diyorsun… Hep yaklaştıkça öbür tepeye kaçan gökkuşağı… Bu sefer “eve dönme” şansına sahip olamayabileceğin” gökkuşağı… ” Eve dönemeyen arkadaşlar” düşüyor aklıma, içime bir burukluk çöküyor, gizlemeye çalışıyorum… Evet diyorum, o kadar güzel ki ardından koşmaya değer… Yine gülüyorsun, muzipçe…
Aradan geçen onca yıldan sonra kendimi bu sokakta seninle konuşur buluyorum. Yine yanı başımdasın.
Otuz yıl sonra aynı kentin sokaklarında, aynı gökyüzü, aynı gök kuşağı, aynı atlar, aynı bulutlar… Ve sen… Gökyüzüne bak diyorum, gülümsüyorsun… Öylesine güzelsin ki!!! İçimde haz sıcağı… 14.10.2007