“Durun diyeceğim onlara, bu kadar erken sevinmeyin”… Ama…
Haber ajanslarının bültenlerine suyun şelaleden akışı hızında düştü haber… Fidel Castro öldü… Köhne dünyanın efendileri viskilerini yudumlayarak, hem birbirlerini hem haberi kutladılar… Finans merkezlerinin CEO’ları boğazlarını sıkan kravatlarını gevşeterek gülümsediler, Wall Street bankerleri “ sahi mi “ diyerek şaşkınlıklarının gizleyemediği sevinçlerini şampanya patlatarak kutladılar… Fidel Castro öldü…
“Durun diyeceğim onlara, bu kadar erken sevinmeyin”… Ama….
Hindistan’ın Yeni Delhi’sinde derme çatma bir gecekonduda çocuğunu emziren annenin eli böğrüne düştü, Fidel’i tanımazdı, Fidel de onu tanımazdı, kadının bütün bildiği Hindistan’ın yoksul gecekondu semtlerindeki çocuklara sütleri Fidel’in gönderdiğiydi. Bir genç kız odasına kapanıp Fidel’le birlikte Che’nin gülümseyen fotoğrafına baktı uzun uzun… Hıçkırıklarını gizledi hane halkından… Pencereden sokağa baktı, iç geçirdi, dışarda sis vardı.
“Durun diyeceğim onlara, bu kadar erken sevinmeyin”… Ama….
Ve İstanbul’da yaşlı bir komünist acıyla yumdu gözlerini…. Haberi veren spikeri tersledi, “ boka bak hele” dedi. Basıverdi TV’nin düğmesine, kapattı.
Latin Gerillaların ülkelerinin dağlarında ateşledikleri karabinaların sesine, Havana’da on iki yaşındaki öğrencinin “ pas ver Fidel” sesi karıştı. Yetmiş iki yaşındaydı Havana’daki okulun basket sahasına ansızın inip öğrencilerle basket oynadığında… “Pas ver Fidel”…
Küba’ya göz ameliyatı yaptırmaya giden, “sağ”a meyilli bir tanıdığım “aslında ne çok insansınız” dedi.
Bu yazı yazılırken yan koltukta yazarı izliyor, göz ucuyla yazdıklarını okuyorum. Dayanamadım, “Be yazar dedim, de artık ne diyeceksen, kem küm edip durma…” Ters ters yüzüme baktı, profesyonel parmakların piyano tuşlarındaki ustalığına taş çıkartırcasına bir el hareketiyle bastı bilgisayarın bir tuşuna, kapandı bilgisayar… Bir suçlu gibi bakındı etrafına, kolumdan tutup çekiştirerek sürükledi beni dışarıya..
Hava soğuk. Ağzımızda nefesimiz buharlaşıyor. “Üzgün ve sinirlisin” diyorum. Hırçın, burnundan kıl aldırmıyor.
“Fidel öldü” deyip ekliyor.
“Durun diyeceğim onlara, bu kadar erken sevinmeyin”… Ama….
“Ama”sı ne diyorum, “de öyleyse”.
Gülümserken yüzündeki acıyı gizleyemiyor, “başaramadık” diyor. Say ki tecrübesizliğimiz, say ki yeteneksizliğimiz, say ki… Duruyor, kesik kesik konuşuyor. Say ki “uyup düşmanın iğvasına silahlarımızı bıraktık”… Yo, yo diyor, zaten beynimizdeki kıvılcımdan, yüreğimizdeki sıcaklıktan başka silahımız olmadı ki… Haksızlık etmeyeyim, dövüştük cansiperane, hiçbir şey beklemeden, hiçbir istikbal hesabı yapmadan… Onların lağımlardan devşirdikleri silahlarına yenildik… Önderlerimizi, militanlarımızı yitirdik… İşkencelerden sağ çıkanlar ya idam edildiler, ya da yıllarca hapishanelerde çürütüldüler. O bizim kutup yıldızımızdı, onun Sierra Maestra dağları bizim fabrikalardı, Üniversitelerdi, şehirlerin, kasabaların meydanlarıydı… Onun Che Guavere’si Bizim Denizdi, Mahir ya da İbrahim’di, Sinan’dı, Ulaştı, Hüseyin’di, Yusuf’tu.
“Durun diyeceğim onlara, bu kadar erken sevinmeyin”… Ama….
Uzun zaman önceydi, sanırım 1979 yılı. Nikaragua Diktatör Somoza’yı deviren Sandinista gerillalarının Somoza’nın sarayının altın yaldızlı küvetine sıçtıklarını gördüm, bu fotoğraf zihnimde öylesine yeni ki, hiç silinmedi, imrendim Nikaragualı Devrimcilere… Bir gün zalimlerin sarayının altın küvetlerine sıçacaktık, başlarına geçirecektik. Hep o günlerin hayaliyle yaşadım. Başaramadık, yenildik.
Hep merak etmişimdir, evlerden açlık korkusunun ortadan kalktığı, yazın hayatların şen şakrak, kışın bacaların iştahla tüttüğü bir ülke olsaydık yine limon çiçekleri böyle ot gibi kokularını kaybederler miydi acaba, akşamsefaları neden dansçı revü kızları gibi çiçeklerinin taç yapraklarını caddelere sermezler, kokularından mest olmayız… Aslında cevabı bilinmeyen bir soru değil ki… Yarım buçuk geçimini sağladığı işinden atılan bir baba sabah evden işe gidiyorum diye çıkıyor, akşama kadar o kap senin bu kapı benim iş arıyor, yorgun düşüyor, bir parka oturup bu gün de oğluna, kızına söz verdiği oyuncağı eve götürememenin ezikliği altında belki hırsızlık yapmayı düşünüyor, belki… Belki de intihar etmeyi… Eve ekmek götürmemenin ezikliği altındaki bir insanı tanır parklar, onları en çok parklar anlar, susuzluktan çatlamış dudaklarına bir pet şişe su isteyemeyecek kadar başları önlerine eğikleri çimenlerinin yeşiline çağırırlar, altlarına halı gibi serilirler… Böyle bir ülkede sen çiçek olsaydın sere serpe kokularına genizleri yakarcasına sokaklara salıverir miydin? Biliyor musun, üveyikler… Devrimci mücadelenin canhıraş sürdüğü yıllardı… Sabah gün doğumundan kuşluk vaktine kadar nasıl müzik şölenine çevirirdi gecekonduları, şehirlerin merkezinden duyulurdu… O an ne iki kaşınızın ortasında patlayacak bir polis kurşununu takarsınız, ne de köpek sürülerinin saldırısına uğramanızın güçlü olasılığına aldırış edersiniz. Belinizi bir erik ağacına verip üveyik seslerini dinlersiniz. Kendi kendime devrimin müzik korosu derdim onlara… Bizimle birlikte üveyikler de yenildi. Çoktandır seslerini duymuyorum.
O başardı. Köhnemiş dünyanın efendilerinin unutturmaya çalıştığı inceliğin, nezaketin, saygı ve sevginin gülen yüzünü, emeğin ve salt insan olmanın onurunu yeniden kazanabileceğimizi gösterdi. “Çok şükür, çok şükür, bu günleri de gördük” ü başardılar.
“Durun diyeceğim onlara, bu kadar erken sevinmeyin”… Ama….
Fidel öldü… Şimdi onu bizimkiler karşılayacak, bizden iyi haberler alacakları umuduyla bekleme yerine gelmişlerdir bile. “Sizinkiler başaramadı” diyecek biraz mahcup, belki başını öne eğerek… “Ama” diye devam edecek… Deniz gerekçeleri dinlemeden çoktan arkasını dönüp uzaklaşmış olacak… Bizimkilerin kırgınlığını görür gibiyim. Kim bilir belki de Denizi Mahir teselli edecek… Mücadeleye devam diyecek…
Düşünsene, bize göre küçücük bir ülke… Evlerinin kapılarına kilit vurmuyorlar, sokaklarında hırsız yok, köşe başlarında dilencilere rastlanmıyor. Kimse diğerinden daha zengin değil. Evet şaşaa yok, lüks yok, katlar yatlar yok ama aç açıkta kalan kimse de yok. Tecavüz yok, kadın cinayetleri yok. Sabahları sokaklarında şarkılar söylenen, topluca danslar edilen herkesin birbirine günaydın dediği bir ülke… Fidel’in yarattığı bir ülke… Muhtemelen çiçeklerin bir başka güzel koktuğu, ılık ılık ıslatan yağmurun altından kimsenin kaçmadığı, geceleri, bir kadının yüzündeki gülümseyişler gibi gökyüzünde yıldızların ışıldadığı bir ülke…
Önümüzden on iki on üç yaşlarında bir çocukla annesi geçiyor. Oğlan hopluyor, zıplıyor. Yanımdan fırladı. Çocuğa merhaba dedi, iyi akşamlar dedi çocuk. Eliyle basket topunu zıplatır gibi hareketler yapıyor, kendini basket sahasında sanıyor.
Heyy… Fidel…
Pas ver Fidel…