Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 01
Kuşları neden severim, bilir misin?. Sesleri, rengârenk tüyleri, şu benim paçalı güvercin gibi yere çakılır gibi takla atmaları… Bunlar güzel şeyler, hoş şeyler ama benim kuşlara olan yakınlığımın asıl nedeni bu değil ki. Çocukluğumda bir avlu dolusu güvercinim vardı, anamdan az kötek yemedim işten güçten kaytarıp güvercinlerimle uğraştığım için. Onları barındıracak bir kümes bile yoktu da çalı çırpıdan damın içinde bir bölme yapmıştım anamdan gizli gizli. Gündüz gökyüzünde, akşam olunca buraya tünerlerdi. Sabah malın maşatın çekilmesini, anamın babamın tarlaya bağa gitmesini, ortalığın sakinleşmesini dört gözle beklerdim. Ortalık sakinleşsin ki meydan bana kalsın. Damdan güvercinlerimi avluya çıkarıp birbirleriyle yarışırcasına ötmelerinin, kanat çırpışlarının dayanılmaz coşkusuyla komşumuz Musa abiye koşup, “Gel, gel. Kimin güvercinleri daha güzel ötüyor, daha güzel takla atıyor gör” demenin dayanılmaz heyecanıyla delirirdim. Musa abim… Hacerin Musa… Hacer bibim benim sütanammış. Beni kaç yaşına kadar o emzirmiş. Zarif, nazik bir kadındı… Musa abim de kuşlarını bizim avluya salar, ortalık güvercin cennetine dönerdi. İki güvercinime ad koymuştum: “Şahan ve Ayvaz” İkisi de paçalı… Avluya salıverdiğimde diğerleri kürek mahkûmları gibi volta atarlarken onlar gelir omzuma konardı… Benim iki paçalı güvercinimle Musa abimin kuşları yarışırdı. Aynı anda salardık gökyüzüne… Şahan bir başka uçar, bir başka kanat çırpardı. Benim paçalılar yayından fırlamış ok gibi delerdi gökyüzünü…
Ta ki gözden kayboluncaya kadar gözümü ayırmadan izlerdim onları… Benim güvercinlerimin adı “güvercin”di, Musa abimin güvercinlerini adı “Kuş”. Güvercinler akşam geç vakit dönerlerdi avluya arkalarında komşu köylerden peşine takıp getirdikleri bir sürü güvercinle. İçten içe sevinirdim benim paçalıların peşine takıp getirdikleri komşu köylerin kuşlarına da uçmayı öğreteceklerini düşünerek… Avlumuz etrafı yüksek duvarlarla çevrili, pek geniş olmayan, kıyılarında birkaç tane ağaç serpiştirilmiş bahçemsi bir yerdi. Etrafta birilerinin olduğu zamanlar pek oralı görünmezdim ama kimselerin olmadığı zamanlarda güvercinlerimi bahçeye toplar onlara “uçuş” ve “saldırı” dersleri verirdim. Kendisine saldırmayı bekleyerek savunma yapan güvercinlerimi sert ve tok bir sesle uyarır, “Sana saldıracaklarını biliyorsun ve onların saldırmalarını bekliyorsun… Olmaaazzz… Önce sen saldır, hazırlıksız yakala ve üstesinden gel… Üstelik nerede işini bitireceksen orada saldır, hangi yanı zayıfsa oradan saldır… Bir daha sakın sana saldırmalarını bekleme, tamam mııı…”. Bu öğüdü dedem vermişti bana. “Önce sen saldır”… Köyümüzün çocuklarıyla kavga etmiştik de birisi attığı taşla kafamı yarmış, ağlaya ağlaya dedeme gelip şikâyet etmiştim. Dedemin “ah yavrum, vah yavrum, elleri kırılasıcalar vay” yollu şefkatini beklerken kulağımın dibine bir tokat ta ondan yemeyeyim mi?. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Dedem “Bir daha şikâyete gelirsen eşek sudan gelinceye kadar döverim seni, benim torunum şikâyet etmez, sen onları döv onlar seni şikâyet etmek için gelsinler” demiş, kükremişti.
Bir bahar ayıydı. Hava kasvetli, bulutlar üzüm salkımı gibi sarkıyor, neredeyse evlerin çatılarına değecekler. Şahanı ve Ayvazı fırlattım gökyüzüne… Kendilerine yakışır bir kanat çırpışıyla ok gibi fırladılar. Gözüm onlarda. Bir çift, iki çift kanat… Birbirleriyle el ele tutuşmuş gibi yan yana, omuz omuza uçuyorlar… Yükseklikleri arttıkça tek bir vücut görünümü alıyorlar. Onların hızına öyle alışmıştım ki, birkaç dakika sonra gökyüzünde görünmez olurlardı… Bu kez görünebilir bir yükseklikte yalpa yapıyorlar… Şimdiye değin çoktan gözden kaybolmaları gerekirdi. Bir tuhaflık olduğunu anladım… Yükselmeleri gerekirken aşağı aşağı geliyorlar. Birbirlerinden ayrıldılar… Üçüncü bir kuş peydah oldu, Şahan ve Ayvazdan daha iri. “…Akbaba…” Şahan ve ayvaz akıl almaz manevralarla akbabayı kendilerine çekiyorlar, aşağı pike yapıyorlar, ayrılıyorlar, birleşiyorlar, ok gibi yukarı fırlıyorlar, yan boşlukları dolduruyorlar. Akbaba ne yapacağını şaşırıyor. Biri yorulunca diğeri akbabaya şaşırtma verip akbabanın önüne düşüyor, akbaba onu kovalamaya başlıyor. Diğeri yorulunca öbürü… Epeyce boğuştular. Musa abim “Kuşları akbaba kovalıyor, öldürecek” dedi… Yüreğim ağzıma geldi, korktum. Hızlı, zeki, atak manevralarla akbabayı epeyce aşağı çektiler. Musa abim “Koş çifteyi al gel” dedi. İyi atıcıydı, sektirmezdi. İlk atışta akbabayı yere düşürdü… Şahan ve ayvaz ürktüler… İkisinin de gelip omzuma konacağını bekledim heyecanla… Onları okşayıp gagalarından öpecektim. Oysa bana aldırmadan ve hiçbir şey olmamış gibi yine omuz omuza verip fırladılar gökyüzünün derinliklerine… İkisine de küsmüştüm… Biz öylesine yakın arkadaşlardık va onlar saldırıya uğramıştı, ama beni bu dar anlarına ortak etmemişlerdi. Oysa arkadaşlar sevinçlerini de, üzüntülerini de paylaşmalıydı… Ben onları heyecanla kucaklamalıydım, onlar da gelip benim omuzlarıma konmalıydı… Öyle yapmadılar… Hiçbir şey olmamış gibi uçup gittiler…
O akşamüstü Hacer bibim “Oğlum anangil şimdi gelir ırgatlıktan, şu malı maşatı içeri al. Şimdi ben laf duyacağım” diye önce içten sevecen bir sesle, aldırmadığımı görünce de ses tonunu yükselterek yarı azarlar şekilde çıkışırdı bana. Küsmeyi öğrenmiştim. Hacer bibimin beni yarı azarlar ses tonuna karşı küsmüştüm ve bunun sessiz bir karşı koyuş olduğunu hatırlıyorum. Kaç yaşındayım ki… Beş, bilemedin altı… Daha okula bile gitmiyorum… Sonra gönlümü almaya çalışır “Amaaan yavrum, kuş dediğin nedir ki, iki telek bir kuyruk, o da başına buyruk”… Diyerek gizlice beni paylamanın üzüntüsünü yaşar, o an buzlarım çözülür, içimdeki sular ısınır, gider sarılırdım ona… Gecenin geç bir vaktinde avlumuz bembeyaz oldu… Şahan ve Ayvaz “seferden” dönmüşlerdi ve bir sürü “ganimeti” bahçeye yığmışlardı gene… Evden bahçeye fırlamamla anamın güvercinlere koştuğumu anlaması bir oldu… Biliyorum, ardımdan kötek gelecek… Fırsat vermeden köteğin ulaşamayacağı mesafeye, bahçenin girişine kadar koştum… Anam “Hayat”tan bana sesleniyor. “Oğlum güvercinler kaçıyor mu, gel sofraya otur, aşını ye”…anam söylenedursun, onca güvercin içinden gözüm Şahan ve ayvazı aradı… Musa abimin sesi duyuldu… “ Bu gün kötek var”… Musa ağabeyime laf yetiştirirken birisi sağ omzumda, diğeri sol omzumda… Onlar yine omzumdaydı ya, kötek kimin umurunda… Gece yarısına doğru yabancısı olmadığım o ses babamın adını ünledi… Pencereden baktığımda kasketli, yün çoraplarını potur pantolonlarının üzerine çekmiş üç kişi bahçe giriş kapısından içeri, avluya girmişti bile… Beni şikâyet ettiler,
“Oğlunuzun güvercinleri bizim güvercinleri getirmiş yine, oğlunuz mahsus yapıyor bunu, paçalılarını salıp bizim kuşları getirtiyor, komşu köylüyüz, ayıp ayıp” dediler… Anam her zaman yaptığı gibi “Komşum çocuk o, neden kasıtlı yapsın, kuşlarınız hangisiyse alın gidin”. Bir taraftan da “Ben sana gösteririm” der gibi kafa sallıyordu bana. Komşu köylülerimiz bahçeye dalıp “Şu benim, şu benim diyerek” kuşlarını ayırırken içlerinde birinin bana “piç” dediğini babam duymuş… Aslında güvercinlerle böylesine uğraşmama babam da pek hoş bakmazdı ama anam gibi de köteği alıp yürümezdi. Babam ansızın parladı. “Siktir olun gidin ulan, siz de adam gibi güvercin yetiştirin de başka güvercinlerin peşine takılıp gelmesin. Sizin ki güvercin değil mi, güçleri yetiyorsa bizimkilerini götürsünler”. Anam kavga çıkacak diye müdahale ettiyse de babam anamı dinlemedi, komşu köylülerimizin güvercinlerini vermedik, arkalarına baka baka gittiler. Babam kucakladı beni o sevecen gülüşüyle.
Artık anam da alışmış mıydı, ne? Eskisi gibi hırçın davranmıyordu. Bir avlu dolusu güvercinim olmuştu… Babam damın yanına kerpiçten bir kümes yaptı, artık güvercinlerimin bir evi de olmuştu… Üstelik benim güvercinlerimin sayısı köydeki güvercinlerin toplamından daha çoktu… Avlumuzdaki güvercinler kısa sürede birbirleriyle kaynaştılar, kümeste, bahçede birlikte dolaşıyorlar, birlikte yem yiyip, birlikte suya iniyorlar. Kümes, damın içi, bahçemizin tenha köşeleri güvercin yuvasıyla dolup taşıyor. Ağızları pembemsi yavruların yumurtadan çıkışını izledim… Anaç güvercinlerin yavrularını beslemelerine tanık oldum… Akıl almaz bir dayanışma… Bütün güvercinler yem ararken ortak hareket eder, buldukları yemleri ortaklaşa paylaşırlar. Hiç birisinin bir eksiği olmadığı gibi gereksiz bir fazlalıkları da yok… İhtiyaçlarını ortak üretirler ve ortaklaşa paylaşırlar. Gökyüzüne fırladıklarında bir animasyon gösterisi yapıyorlarmışcasına uçuşta ve dalışta ustalıklarını sergilerler. En hayran kaldığım gösterileri de toplu gösterileridir. Gökyüzünde ayrı bir renk, ayrı bir cümbüş…
Büyüdükçe, aklım yetmeye başladıkça aşina olduğum “Özgürlük” kavramıyla güvercinleri özleştirdim hep… Onları böylesine kaygısız, böylesine içten ve yalın kılan, dayanışmacı ruhlarının altında acaba “mülkiyetsizlikleri” olabilir miydi?. Acaba uçmalarının altında yatan sebep de bu muydu?… Koyunlar niçin uçamıyordu, koyunlara kanat taksak uçmak akıllarına gelir miydi?… Çocuk aklımla hep bunları düşünmüştüm de bizim koyunların hımbıllığını gördükçe güvercinlerimi daha bir sever olmuştum. Koyunlar çoban Ziyanın değneğine öylesine alışmışlardı ki, adeta bu değneğin sırtlarından eksik edilmemesi için çoban Ziyanın bacaklarına dolaşırlar, değneğin kalkmasıyla sırtlarını değneğe çevirirlerdi. Çobansız yapamamaya alıştırılmışlardı. Koyunlar kanatsız oldukları için uçamıyorlar değildi, uçmayı bilmedikleri, akıllarına getirmedikleri için kanatları yoktu. Güvercinler, kanatları oldukları için uçmuyorlardı, uçtukları için kanatları vardı.
O akşam Şahanla Ayvazı görmedim, gelip omzuma konmadılar. Ertesi gün köşe bucak onları aradım, yoktular… Günlerce çıkıp gelmelerini bekledim… Yok, yok, yok… Bir daha hiç dönmediler… İkisine de küstüm. Yolda görsem başımı çeviririm. Bırakıp gittiler beni… Yokluklarında hep dağların doruklarında, uçsuz bucaksız ovaların üstünde kanat çırptıklarını hayal ettim… Uçmak onlar için hayattı, özgürlüktü. Hayat ve özgürlük uçmayı bilenler içindi ve onlar ne kendilerini ne de ruhlarını hiçbir yere bağımlı kılmayacak kadar özgürdüler.
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 02
Her çocuğun tarihi, tarih öncesinde başlar değil mi? Büyüklerin tarihi zamanı geride bırakır, oysa çocukların tarihi gölgesi gibi kendisini izler, o nereye gölgesi oraya… Öyleyse niçin hiçbir bilge tarihin bu alanıyla ilgilenmemiştir? Niçin bir çocuğun gördüklerine onun gözüyle bakmamıştır? Onun yarım yamalak ve sözcükleri ağzının içinde yuvarlayarak mırıldandığı ezginin yapmacıksız içtenlikli nağmesine niçin kulak kabartmamıştır? Bulunduğu ortamın ahval şeraitini düşünmeden büyüklerin riyakârlığını, yalancılığını, ikiyüzlülüğünü patavatsızca yüze vuran bir çocuğun sadeliğinden, hesapsız kitapsız oluşundan mı endişe edilmiştir. Yoksa büyüyünce yine aynı sürünün koyunu olmayacağından mı korkulmuştur ya da daha diplomatça davranılıp o yaşta bin bir ustalıkla büyüklerin toplumuyla uyumlu, allı-yeşilli, sarılı-kırmızılı bütün renkleri silinmiş “uysal modeller” gibi “iyi vatandaş” yapılmaya çalışılan çocuğun “size benzemeyeceğim” çığlığından korkulup da yüzüne yapıştırılan maskenin egzersizini yırtıp atacağından endişe mi edilmiştir? “Ben çocuğum, yazdığınız tarihin yaldızlı sayfalarından korku salan Sezarlar, Atillalar, Cengiz Hanlar, İskenderler hiç mi hiç ilgimi çekmedi” dersem siz büyükler gıcırdattığınız dişlerinizin arasından “Bak oğlum, bak kızım, onlar tarihin büyük adamlarıdır, tarihi onlar yazmıştır, bugünlerimizi onlara borçluyuz” demeye başladığınızda gözünüzden saçılan öfkenin yüzümü yalayıp geçmesinden öylesine korktum ki… Oysa onlar birer fatihti, kılıçları vardı, üniformaları vardı, topları tüfekleri vardı ve meslekleri öldürmekti. Oysa ellerinde hiçbir zaman bir demet menekşe olmadı, kırlardan papatya da toplamamışlardır, otuz iki dişleriyle gülmemişlerdir bir defa. Niçin… Çünkü büyümüş adamlar ciddi adamlardır ve ciddi adamlar gülmezler, korkuturlar, korku salarlar da ondan. Kadınları da sevmemişlerdir. Onlarla bir iki saat beraber olmuşlardır “şey etmek” için sadece ama onları sevmemişlerdir bile. Nerden mi biliyorum?… Onlar da sizin gibi büyümüş adamlardır ve sizin kılavuzlarınızdır.Sizin kılavuzlarınız, sizin önlerinde secdeye durduklarınız sevgiyi biliyorlar mıydı ki siz bilesiniz?.. Siz değil misiniz ne öğrendiysek onlardan öğrendik diyen?… Ben sizde onları görüyorum ve korkuyorum… Sahi, ne kadar çok insan öldürülürse o kadar kahraman olunuyordu değil mi?.. Bunlar sürüyle insan öldürmüşlerdi de öyle kahraman olmuşlardı, öyle fatih olmuşlardı. Ama ben öldürülmekten de ölmekten de korkuyorum… Biraz daha ileri gitsem pençelerini gırtlağıma geçirmeye hazır masallardaki ejderhalar gibi parçalayacaksınız beni. Elleriniz sanki bunun için yaratılmış gibi emrinize amade, bir işaretiniz yeterli… Sizin o korkunç görüntünüzden ürkerim, kaçıp saklanacak yer ararım ama siz orada da bulursunuz beni… “Susmalıyım” değil mi?. Sizden korktuğum için size küsmedim.
Ben çocuğum ve kaç bin yaşında olduğumu siz nereden bileceksiniz ki… Ya da ben bu yaşta bir çocuk olmasam Roma’yı, Galya’yı bilumum Doğu ve Batı’nın büyük köylerini (Siz büyümüş adamlar bu büyük köylere imparatorluk diyorsunuz değil mi?), muhteşem Roma’nın sevimli çocuğu Caligula’yı nereden bilebilirdim ki… Bir âlem çocuktu Caligula… Romanın başındaydı o çocuk. Biz diğer çocuklar Roma sokaklarında Mısır firavunlarına nanik yaparken o, bu oyundan sıkılmıştı da bizi güldürmek için atını senatör seçtirmişti. Caligula’nın bizi gülmekten kırıp geçiren matraklığına diyecek söz bulamamıştık. “Bu büyümüş adamlar her tarafı çöle çevirdi, atımın tırnağını onların topuna değişmem” deyivermişti. Atlara sevgim de o günlerden kalmadır. Gerçi birçok kez kılıçları kınlarında kanlanan adamlar atlarla gösteri yaparlarken kimi atlar sırtındaki dallamanın emrine verirlerdi vücutlarını ama benim sevdiğim atlar ilk fırsatta sırtındakileri atıverirlerken bir kenara, ön ayaklarıyla şaha kalkarlardı ve biz çocuklara da göz kırparlardı. Caligula’nın atı tam da bu cinsten bir attı. Senatoya girdiğinde kelli felli senatörleri hiç tınmadan şöyle bir dönüvermişti meydanda da ortada senatör menatör kalmamıştı. Büyümüş adamlar deli demişlerdi ona ama ben çocukluğumun bin yaşında Roma sokaklarında oyun arkadaşlığı yaptığım Caligula’yı pek sevmiştim. Neron’u da bu yaşımda tanıdım. Büyüklüğünün azametine sığınıp Roma’yı yakarken devlet adamı olmanın da ilkelerini yazmıştı. Ağzını açtığında dilinden zehir, dişlerinden kan damlardı. Sezarlardan Neron… Beklenen Neron… Yaşamımızın her anında, her köşe başında hazır ve nazır Neron… Birisi gitti, diğerleri geldi. Devletlerin Neronlaşması, Neronların devletleşmesiyle başladı… Arka arkaya öylesine çoğaldılar ki Neron’suz devlet yumurtasız omlete benzedi… Bunlara zamanla Neron yerine devlet adamı denildi… Neronlara hiç küsmedim ama bunlara nanik yapmayan çocuklarla bir daha oyun oynamadım. Tacitus’a da küsmedim. Ne de olsa o da yetişmiş adamların tarihçisiydi ve elbette Caligula’yı delilikle suçlayıp, Sezarları kutsallaştıracaktı, o da öyle yaptı. Neron’un bilmem kaçıncı kuşak soyundan torunu Mussolini öyle bir devlet de devlet diye tutturdu ki, diğer ülkelerdeki Neron’un torunları da birbirleriyle yarışıp yırtma yapıştırma adam müsveddesi Hitler birinci geldi bu yarışta. Yarışın eğlence reyonlarında kullanılan malzeme yine insandı ama bir tek farkları artık arenalarda yırtıcı hayvanların önüne atılan insanın dehşetli çağlığı karşısında zevkten huşu olup kahkaha atmak yerine Hitler toplama kamplarında zehirli gaz odalarını tercih etti. Pinochet stadyumlarda gitarist şarkıcı Victor Jara’nın gitarının tellerine dokunan parmaklarını kesip stadyumdakilere eğlencenin hasını gösterirken, Latin Amerika nam ülkelerin Neronları bu dehşetengiz keşfin büyüsüne kapılıp onlar da kendilerine nanik yapan on binlerce çocuğu uçaklara doldurup on bin metre yükseklikten okyanuslardaki köpek balıklarına yem ettiler. Gökleri bir başka duru, suları bir başka berrak ülke Vietnam’da çocuklar Amerika’nın Neronlarına “Ne bok işiniz var bizim kırlarımızda, şehirlerimizde” demişlerdi de Amerikalı Neronlar daha Uygurca davranarak ve daha çok öldürecekleri çocuk olduğundan zaman kaybetmemek için Vietnamlı çocukları topluca öldürüp, “Bu çocukları birbirlerinden ayırmayalım, yazıktır” diyerek toplu mezarlar inşa etmişlerdi. Bunlar müsveddelerinden cidden daha Uygur idiler ve dünyanın neresinde demokrasi yoksa oraya demokrasi götürüyorlardı. Bu ülkelerin demokrasisinin önündeki engeller de hep çocuklardı ve önce çocuklar bertaraf ediliyordu. Bir ön Asya ülkesinin türev Neron’u da “Asmayalım da besleyelim mi” diyerek Neron’a yakışır devlet adamlığını tartışmasız ilan ediyordu.
Menelik’in hiç oyun oynamadığını annesi söylemişti. Annesi, “hadi oğlum sokağa çık, arkadaşlarınla oyun oyna” dediğinde Menelik “Ben” diyormuş “hiç çocukluk yapmadan büyüyeceğim”. Hiç çocuk olmadan, oyun oynamadan sırça köşkte devlet adamlığı yapan Menelik adına da üzülmüştüm çocukça… Sahi size Menelik’in kim olduğunu bile söylemedim daha. Menelik Etiyopya denilen kara derililerin beyaz zencisi. Ülkesinde öyle çok çocuk varmış ki, çocuklar Menelik’in sırça köşkünün camlarını kırarlar, tavuklarına “kış” derlermiş durmadan. Bekçinin bir sokaktan kovaladığı çocuklar diğer sokakta bitiverirlermiş durmadan. Zavallı Menelik ne yapsın o da çocukların yaramazlığı karşısında öyle çaresiz duruma düşmüş ki ne yapacağını bilemez duruma gelince, dizinin dibine bir cin gelip “Ey Menelik dile benden ne dilersen” demiş. Biçare Menelik “Ey cinler” demiş, “kurtarın beni bu çocukların elinden…” Cinler memleketleri ABD’ye dönünce konuyu daha etkili yetkili cinlere açmışlar. “Çocuklar bizim Menelik’i çıldırtmış, aman Menelik’e çılgın bir çözüm bulun”… Cinlerin başı “Ondan kolay ne var demiş, alın şu iki sandalyeyi hemen bizim aziz dostumuz Menelik’e hediye edin. Madem çocukları asa asa bitiremedi ve asılan çocukları izlerken yoruldu. Artık oturduğu yerden, yorulmadan işini yapsın. Oturtsun şu sandalyeye, taksın prizi, sandalyede çocuklar sarsıla sarsıla ölürken o viskisini yudumlayıp zevklerin alasını tatsın”. Gel gör ki Menelik’in ülkesinde elektrik olmadığından ve kendisi dahi çocuklardan elektrik alamadığından sevinci kursağında kalmış. O iskemleyi tahtı revan olarak kullanmış imparator Menelik… Habeş çocukları da Menelik’e ve adamlarına hiç küsmemişler ama gece gündüz, yaz kış demeden köşkün penceresine ver etmişler taşları. Menelik de diğer mevkidaşları gibi yakmış, yıkmış, öldürmüş ve öldürürken de sırıtırmış… “Ne alaaa, ne alaa……” Bütün Menelikler lütfen sırıtın fırsat elinizdeyken… Yarın biz çocuklar sizlere nanik yapmaya başladığımızda sizin yerinize senatör seçeceğimiz çok atlarımız olacak. Neron sizin olsun, siz Neronları çoğaltın. Biz Caligula’nın altın yeleli atlarına binip geleceğiz bir bayram havasında. Hem de kendi ellerinizle kendi yerlerinize siz senatör seçeceksiniz bizim atlarımızı. Biz çocuklar o gün güldüğümüz gibi güleceğiz yine.
Size hiç küsmedim bütün ülkelerin Menelikleri, sizi küsmeye değer bulmadığım için. Küsmedim ama darıldım dünyanın çocuklarına, hala sırça köşklerin camları sağlam olduğu için.
Devlet ve devlet adamlığı çocuk hafızama korkuyla ve ürpertiyle kazındı. O gün bu gündür devletten ve adamlarından hep korktum, kaçtım.
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 03
— Yahu şu “küsmelerin müzmin tarihi” başlıklı yazını okudum da Allah aşkına abuk sabuk ne yazıyorsun öyle? Güvercinlerine küsersin, sütanana küsersin, kendi anana küsersin… Merak ediyorum ve devamını da bekliyorum, acaba sen daha nelere, kimlere küsersin diye. Senin küsmelerinden okura ne, ne sanıyorsun yani, senin küsmelerin okurun çok umurunda mı olacak… Mesela yazını abuk sabuk buldum diye inşallah bana da küsmezsin… Benim tanıdığım atak, atılgan, acar, yüzünden düşen bin parça olan kişi nerede, incir çekirdeğini doldurmayan şeylere küsen kişi nerede? Ya bu yazıyı yazan kişi sen değilsin, ya da yazıda anlatılan kişi sen değilsin.
—Hayır, yazımı abuk sabuk buldun diye sana küsmem tabi. Ayrıca yazının okurun umurunda olup olmaması da benim umurumda değil ki. Yazılanları kim okuyor, kim nah şu kadarcık emek verip kafa yorup da yaşadığı şu yeryüzünde ne olup bittiğini merak ediyor ki. Bok böceği gibi bokun etrafında yuvarlanıp duranların umurumda olmasını niçin bekliyorsun. Koca yer yüzünde bir avuç insan, kayalara çarpmaması için akıntıya kapılan yelkenlinin halatına yapışmış, canhıraş nefes nefese, ellerini kanata kanata uğraş verirken, bu senin okur dediklerin neyin peşindeler acaba?. Aslında bunların hayatları için kendi hayatlarını ortaya koyanların da çok mutlu olduklarını düşünmüyorum. Şu var ki onlar benim gibi tezden pes etmediler, direniyorlar hala ama bunların da şu “sevgili okur”un ne kadar umurunda olduğu kuşkulu, daha doğrusu umurunda olmadığından eminim.
—Bak düpedüz yalan söylüyorsun. Madem okur umurunda değil de ikiz çocuk doğurur gibi ıkına sıkına niye yazıyorsun, akşamcılığın yok, âlemciliğin yok, bilmem neyin yok. Bırak öyleyse bunları, vur patlasın çal oynasın bir hayat sürmen için seni bunlardan yasaklayan da yok. Hem her kaç kişi okuyorsa seni bunlara hakaret edeceksin, hem de el âlem gününü gün ederken sen arpacı kumrusu gibi oturup kelam dizeceksin…
“Siktir git lan başımdan” dedim. “Hangi cehenneme gideceksen oraya git…” Beklenmedik çıkışım karşısında bozuldu, şaşkınlığını açığa vurmamak için mahcup bir ifadeyle gülümsemeye çalıştı. Birkaç adım uzaklaştıktan sonra saniyeler önceki o azarı duymazlıktan gelerek yanıma ilişti. “Senin en çok sevdiğim yanında bu ya” dedi. Lafı dolaştırmadan karşındaki kişinin alnına yapıştırıyorsun. Beni yerden yere vurdun. Seni tanımasam bir daha yüzünü görmek istemezdim. Aşınmış olmama, savrulmuş olmama tahammül edemiyorsun. Okura tepkinin de bu olduğunu biliyorum. Bana çaldığın “siktir git” de senin bir çeşit bana küsmen, yanılmıyor muyum?.
Bu arkadaşım 12 Eylül faşizminden kurtulmak için Avrupa’ya çıkış yapmış, bir süre siyasi mülteci olarak yaşadıktan sonra İsveç vatandaşlığına geçmişti. Kendi ülkesine İsveç pasaportuyla turist olarak geliyordu. Yaşadıklarını, sıkıntılarını yok sayamazdım. Neden katı davrandım ona, oysa ortalama birisi de değildi ve duyarlılıklarının üstüne sünger de çekmemişti. Konuyu değiştirmek için elimdeki gazetenin bir Pazar yazısını gösterdim. Bu ona davranışlarımın bir özrü olacaktı, gönlünü alacaktım ama yine başaramadım. “Bak” dedim. Şu yaşadığın ülke, İsveç… Refah ülkesi… Demokrasinin beşiği… Her şey açık ve şeffaf… Seninle de kaç kez bu ülke hakkında sohbet ettik, valla ne yalan söyleyeyim beni bile imrendirdin. Hani insanın kıyaslama mantığı yaşadığından hareketle benzeri arasındaki ilişki köprüsünü kurmaktır ya, bu arkadaşım da faşizm koşullarında yaşadığı ülkeyle Burjuva demokrasisinin en parlak örneği İsveç’i kıyaslıyordu. Buradaki yaşam kalitesinden, kültür düzeyinden insanların birbirleriyle ilişkilerinde saygıdan, haktan hukuktan söz ediyordu. Eğer görünenle yetinmek gerçeğin kendisi ise haksız da sayılmazdı hani. Az buçuk Avrupa görmüş “az buçuk ülke aydınlarının” Avrupa’ya dizdiği methiyeler yanında diğer Avrupa ülkelerinden daha bir ileri durumda olan İsveç bu övgüyü hak ediyordu elbette. Onun bu ülkeye olan hayranlığına bu gözle bakmayı istedim. Onun söylediklerini doğrulamayı, düşüncesine katılmayı, gönlünü almayı istedim. Ağzımdan çıkan sözcükler iğreti, inandırıcılıktan uzak düşüyordu. Bir süre övgülerime inanır gözüktükten sonra “Yine benimle alay etmeye başladın” dedi. “Yok, doğru söylüyorum” diyemedim. “Evet dedim, söylediklerimin hiç biri içten ve inanarak söylediğim şey değil, açıkçası seni kırmanın bedelini inanmadığım şeylere inanır görünerek ödemek çabasıydı”. Bu kez hiddetlendi. “Elbette dedi, İsveç sana göre ne de olsa bir burjuvalar ülkesi, bir devrimci burjuva yönetimlere övgü düzmez değil mi? ”. İş çığırından çıkmıştı. İşte dedim model “insan” budur. Vitrine koymalılar senin gibileri. Üstelik sıradan birisi de değilsin, senin gibileri az bulurlar ve sen onların borusunu öttürmek için az bulunur bir cinssin. Nasıl olsa geçmişinde devrimcilik var. Senin övgün daha bir mübahtır, daha bir inandırıcıdır. Elimdeki gazetenin Pazar yazısını gösterdim. Siyasasını diğer ülkelerle barış üstüne kurduğunu hiçbir fırsatı kaçırmadan her ulusal-uluslar arası arenalarda papağan gibi tekrarlayan İsveç’in, Suriye ve Irak’taki meşrepi malum hempalara İsveç Milli savunma Bakanlığının aracılığı ile silah sattığı ortaya çıkmış, İsveç Milli Savunma Bakanı istifa etmişti. Bu sokaktaki İsveçlileri de şaşırtmıştı. Pazar yazısının özeti böyleydi. “Şimdi dik otur” dedim. Sınıf bilinçsiz insan olayların sonucuyla ilgilenir ve gördükleriyle yaşar. Perde arkasını kurcalayacak, olup bitenleri anlayacak bilinçten yoksundur ve şayet senin yerine bu insanlardan biri senin sıraladığın övgüleri sıralasaydı ona kızmak şöyle dursun, onu kendi gerçeği içinde anlamaya çalışırdım. İsveç’in görünen yüzünün şu övgülerine layık olduğundan hiç kuşkum yok. Üstelik devrimciler mazoşist filan da değillerdir ve faşizme burjuva demokrasisini yeğlerler. Sınıf bilinçli insan için burjuva demokrasisinin getirileri reddedilmez ama teslim de olunmaz. Sermaye kalp krizi geçirmeye başladığında o görünen yüzünün arkasındaki gerçek ortaya çıkar ve ne varsa kasırga gibi süpürür geçer. Geriye bütün canlılardan sadece iskeletler kalır. Devrimciler kitleleri sermayenin görünen ve görünmeyen, daha açıkçası da görünmeyen yüzüne karşı uyarırlar, örgütlerler ki hayat devam etsin. Tarihin tanıdığı hiçbir sınıflı toplum kapitalizm kadar insan soyunun düşmanı olmamıştır. Burjuvazi bu çirkinliğini maskelemede öylesine ustalaşmıştır ki adeta yaşadığımız hayatı bir illüzyon gösterisine çevirmiştir. İllüzyonist sahne seyircilerine numarasının asla alavere dalaveresini göstermez. Yaptığı hilesindeki başarı oranı seyirciden aldığı alkışla orantılıdır. Ne kadar çok alavere dalavere, o kadar çok alkış. Ancak seyircinin illüzyon salonundan sağ salim çıkacağı o kadar kuşkuludur ki tavan başlarına çökünceye kadar yakın tehlikenin farkında bile değillerdir. Tavan göçünce artık istatistikler devreye girecektir, kaç ölü kaç yaralı… Evet, İsveç burjuva demokrasilerinin günümüzde en parlak örneği, haklısın kim ne diyebilir ki. Ancak ona bu parlaklığı veren şeyin İsveç’in sömürgelerindeki vahşetini herkes bilmeyebilir ancak sen unutmamak zorundasın ve her burjuva demokrasisinin temelinde kara Afrikalıların, Asyalıların, Latin Amerikalıların kanı vardır. Her burjuva demokrasisi kanla beslenen bir vampirdir ve kan bittiğinde vampirler de yaşamaz. Senin İsveç’in burjuva demokrasisinin parlak yüzüne düzdüğün övgü sakın vampirlerin iştahını kabartmasın… Yoksa benden sonrası tufan diyorsan zaten boşa konuşuyoruz.
“Ben” dedi “kara kafalılarla uğraşarak bir yaşamı tükettim, bir arpa boyu yol mu alındı. Senin kendine eziyet etmekten zevk aldığını düşünmeye başladım, gerçekten sen mazoşistsin ve bundan da tarifsiz bir zevk alıyorsun. Okura tepkini de daha açık anlattın. Zaten yazdığın ne ki de okur seni okusun. Dünya değişti, ideolojiler bitti. Şimdi her şey para… Bana kükreyeceğine sen de bu gerçeği keşfet de yaşamın tadını çıkarmaya bak. Dünyayı kurtarmaya gücün yok, yaşamdan zevk alma gibi bir çaban da yok.”
Emin ol dedim, şu yanı başında salkımlaşan ağaç, iki de bir tepemizin üzerinden ciyak ciyak uçuşan kuşlar, şu çiçeğe durmuş dallar bile sana bir şey anlatmıyor. Belki bunların hiç birinde ne Amerikan dolarının ne de İsveç kronunun rengi olmadığından ilgini çekmemiştir, yanılıyor muyum? Bahar kim bilir nelere gebe. Bir gün şu durgun durgun akan sular taşar da kaçacak yer bulamazsan seni burada bekliyor olacağım, korkmadan çekinmeden gel.
Cadde kenarına park etmiş gösterişli aracına kuruldu, gideceğin yere bırakayım dedi.
Mümkünse Küba’ya çek” dedim. Sen İsveç’e, ben Küba’ya. Küba’ya kadar yetecek nefesin var mı?
Gaza bastı uçar gibi uzaklaştı. Kaç yıllık arkadaşımdı, onu da küsmeye değer bulmadım.
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 04
Mevsimlerle uyumlu bir yaşamım olmadı hiç. Bu benim bir seçimim, isteğim değildi. Ağustos mevsiminde zemheriyi yaşamak, karakışta tomurcuğa durmak benim bir yazgım, bir alın çizgim miydi, hiç düşünmedim de yakınmadım da. Çocukluğumdan başlayan bu çizgi kocaman adam olmama değin sürdü gitti. Bana adeta dayatılan bu yaşamın bir yerlerimi çok acıttığını, yüreğimi yangın yerine döndürdüğünü de itiraf etmeliyim. Yaşamımda bitip tükenmek bilmeyen küsmelerim de benim bir alın çizgim yazgım mıydı acaba? Karşımdakilerle boğuşmaya alıştım, ama yanımda gözükenlerin hançeri canımı çok acıttı, çıkar yol muydu bilemem ama onlara karşı küsmelerden de kendimi alamadım.
Lisede felsefe öğretmenim Yusuf Bilge, bilge Yusuf… Koca adam… Derslerimize yeni girmeye başlamıştı. Davranışlarının diğer öğretmenlerimizden farklılığı bize tuhaf gelmişti. Öğretmenlerimizin çoğu çiçeği burnunda, genç genç insanlardı. Bu yaştaki insanların giyimi, kuşamı, afisi, cakası da elbette yaşlarına uygun olmalıydı ve öyleydi. Göz kamaştırıcı olmak, ilgi ve dikkat çekmek, kızların birinci sınıf gözdeliğine aday olmak için yarışmak elbette yaşlarının da gereği idi ve öyleydiler de. Yo, yo kötü insanlar anlamında demedim, tersine hepsi de pırıl pırıl insanlardı. Onlardan “insan olmak” adına çok şey öğrendim. Yalnız Yusuf Hoca giyimi kuşamıyla olsun, davranışlarıyla olsun bu öğretmenlerime pek benzemiyordu. Tuhaf bir adamdı dedim ya canım, gerçekten tuhaftı. Tuhaflık biraz da alışkanlık ötesi davranışların adı değil miydi? Orta boyluydu ama okuduğumuz kasabanın tuhafiye mağazalarında orta boylular için de yeni, yıpranmamış, ceket, kazak gömlek satılıyordu, elbette Yusuf hocanın bedenine uygun giysiler de vardı. Ama Yusuf Hocanın pantolonunun paçaları ayak bileğinin bir karış yukarısında, ceketinin kolları el bileklerinin birkaç santim yukarısında, ayakkabıları da oldukça yıpranmıştı. Sürekli değilse de sıklıkla aynı ceket, aynı gömlek, pantolon ve ayakkabısıyla aşinaydı gözlerimize. Okul yönetimine karşı öğretmenlerimizin hep dikkatli ve “olur efendim” tavrı bizde alışılmış, kalıcı, başka türlüsünü bilmediğimiz davranışlardı. Ben o gün okulda değildim, açıkçası o yaşta kaçak duruma düşmüştüm ve polisten kaçıyordum. Okuldan uzaklaştırılmış, okuduğum yatılıdan da kovulmuştum. Arkadaşlarım anlattı. Hocamın, okul müdürüyle müdür yardımcısına “yapamazsınız, buna izin vermeyeceğim” çıkışını duyunca Yusuf Hocanın “garipliği” zihnimde daha bir karmaşık hal almaya başladı. Gerçi diğer öğretmenlerim de kayıtsız kalmamışlar tepkilerini ortaya koymuşlardı ama davranışları daha bir ricacı daha bir mülayimdi. Müdür ve yardımcısı birbirlerinin gözüne “Allah Allah, bu da nerden çıktı” şaşkınlığı ile baka kalmışlar, Yusuf Hocanın kolundan çekerek “ hocam, öğrenciler arasında tartışmayalım” uyarılarını elinin tersiyle iterek “ siktirin gidin, yapın da göreyim” diye onları azarlayarak yanından kovmuştu. Olay anlaşılıyor. Konu bana ilişkin okul idaresinin beni bundan böyle, uzaklaştırma cezamın bitiminden sonra da okula yaklaştırmama kararına karşı hocamın gösterdiği tepki… Arkadaşlarımın olayı bana naklinden sonra gidip teşekkür etmek istedim. Ama nasıl yapacaktım ki, kaçaktım ve dışarı çıkamıyordum, okula nasıl gidecektim… Biraz kamuflaj… Bir şapka, bir atkı, eski püskü bir gömlek ceket… İşte tam bir tanınmaz birisiydim, illegalite buna denirdi. Alışmalıydım illegal yaşama… Biz diplomalarımızı egemen sınıfların hizmetine vermeyecektik, bilgimizi- birikimimizi halkımızı uyarmak, sömürü düzenine karşı onları örgütlemek, sömürgenlerin kaşanelerini başlarına geçirmek için bir mesleği seçmiştik. Öyle demişti komşu köylüm ağabey… Benim bildiğim meslek okuma fırsatını her nasılsa yakalamış, hele hele benim gibi yoksul köylü çocukları için öğretmenlikti, doktorluktu, avukatlıktı, mühendislikti ama bu devrimcilik nasıl bir meslekti acaba… Yoksa okuyamayan köylü çocukları için demirci çıraklığı, marangoz ustalığı, tamirci kalfası gibi bir şey olmasın… Bu yeni bir meslek olmalıydı, elbette öğrenirdim, ondan iyi bilecek halim yoktu ya… Çok geçmeden de öğrenmiştim… Meşakkatliydi, zordu, ölümle burun buruna yaşamaktı… Ben daha işe eşikten adımımı henüz atmıştım ki karşı devrimci güçlerin yaylım ateşine tutuldum… Çocuk yaştayım, ama büyük büyük adamların büyük düşmanıydım… Yatılıdaki dolabımda Dev-Genç’in bildirilerini yakalattım. Yatılıdaki faşistler ihbar etmişler Koşu başlamıştı ve bu koşunun kuralında kovalamak yoktu, hep kovalanacaksın ve kaçacaksın… Öyle de oldu, kaçtım ve kovalandım. Ama bizi kovalayanların topu bizden ne akıllı idi, ne de zeki… Öyle demişti ufak tefek görünümlü, egemenlerin korkulu rüyası komşu köylüm ağabey. Kamuflaj tamam… Kasaba gençlerinin top koşturduğu sahaya doğru geldim. Birkaç arkadaş geriden beni takip ediyorlar. Polise yakalanırsam, kasabanın ileri gelenlerinden Ecevit düşkünü koruyucu meleğim topal Ali amcama haber verecekler. Arkamda da topal Ali amcam gibi bir desteğim var haa… Daha doğrusu topal Ali amcam kasabadaki tüm devrimcilerin koruyucusu, gözetleyicisi, dar gün dostu… Hava kararmaya başlamıştı. Komşu köylümüz ağabey ile Yusuf Hocayı, top sahasını çevreleyen bahçenin yıkık kerpiç duvarının üzerinde hararetli hararetli bir şey tartışırken gördüm. Orda olduklarının farkında değilim. Onarlı görünce bir U çizip geldiğim yöne yöneldiysem de komşu köylüm ufak tefek ağabey beni görmüş, ardımdan seslendi, “İdris gel”. “Abi, konuşmanızı bölmeyeyim”. “ Gel, gel”. Vardım oturdum yanlarına. Ağabey ve hocam elimi sıktılar, merhaba dediler. Hocamla, ağabeyin tanıştığını bilmiyordum. Aralarındaki konuşmaya kaldığı yerden devam ettiler. Kasabanın faşistleri hocamı sıkıştırıyorlarmış, tehditler filan. Hocam “ bu koşullarda öğretmenlik zor, bunlara karşı sessiz kalmak, sinmiş, korkmuş görünmek ağrıma gidiyor, kanıma dokunuyor” dedi. Ağabey, “idris gibilerin geleceği senin gibi arkadaşlara bağlı, biz faşistleri tepeleriz” dedi. Hocam elini omzuma attı, ağabey “Ee idris, dersler nasıl”. Yusuf hocan söyledi, okul birinciliği için bir faşistle yarışıyormuşsun. Bak hocan “Evelallah idris onu tepeler” diyor, “sen ne diyorsun?”. “abi” diyorum, “ben okuldan uzaklaştırıldım, herhalde sürekli atacaklar”… “Başlarına yıkarım o okulu, hocan durumun pek kötü olmadığını söyledi. Yatılıya almayabilirler ama on beş günlük tardın bittiğinde okula dönecekmişsin”. Topal Ali amcam elimden tutup beni savcıya götürdü, mahkemeden beraat ettim. Tardım bitti, okula döndüm. O yılı hocalarımın birlikte kaldığı evde geçirdim, beni yanlarına aldılar. Topal Ali amcam ihtiyaçlarımı karşıladı. Valla ne yalan söyleyeyim, bir elim yağda, bir elim balda. O yıl okul birinciliğini tosuncuğun elinden aldım ama dedim ya yazgı peşimi bırakmadı ki. Bu bir alışkanlık, bir yaşam biçimi oldu, bir türlü “zamanın ruhuna” ayak uyduramadım. Haa, Yusuf Hocam mı?. O “garip” görünümlü hocam 12 Mart döneminde filanca örgütten yargılanmış, af ile birlikte hapisten çıkmış. Komşu köylü abi ile ilişkileri eskiye dayanıyormuş. Komşu köylü ağabeyimi kısa süre sonra yakalamışlar. İşkencedeki direnişi karşısında işkenceciler acze düşmüşler. O direniş Türkiye devrimci hareketinin onur bayrağı olarak hala dalgalanır. Yusuf hocam lanet olası bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Başkalarına yaşamından ne bıraktığını bilemem ama bana sesiz sedasız kocaman öğretmenim olmanın, eğilip bükülmezliğin onurunu bıraktı. Bir de derdi ki çapsız çemberlerin alanı olmaz, nereye yuvarlanacağını kestiremezsiniz. Ayak bağı olup seni tökezletebilir, alaşağı edebilir de. Çemberler çaplarıyla, yarıçaplarıyla matematik dünyasında yerini alırlar. Çaplarından yarıçapını hesaplayabilirsin, kimliğini kişiliğini kestirebilirsin. Ama öncelikle bir çapının olması şarttır. Ne demek isterdi hocam, pek anlayamazdım. Yaşam bunları da anlattı. Çapsız çemberler yaşamımın kâbusu oldu. Çemberlikten çıkıp birer yuvarlağa döndüler. Sokak lisanında “top” deniliyor bunlara…
O canhıraş günlerden birindeydi. Üniversiteye gelmiştim. Gecekondu bir evde üç kişi kalıyoruz. Ben üniversite gençliği ile ilgiliyim. Bir arkadaşımız işçi kesimiyle ve sendikalarla ilgili. Bir akşam eve geldiğinde beni elimde kitapla görünce “ yoldaş” dedi, “çok okuyan kişi revizyonist olur, elinden kitap düşmüyor.”… İnsanı en iyi tanıma zamanının yenilgi sonrası dönem olduğu söylenir. Aradan yıllar geçti. Bu arkadaşımla aynı kasabının bir kahvesinde karşılaştık, hoş beş, çay kahve… Gördüğüme çok sevindim. Birkaç yıldır aklım erdiğince yazmaya çalıştığım Sosyalist bir partinin yayın organı geçmiş eline. Geçmişte çok kullandığı “yoldaş” hitabını kullanmıyordu artık. Ünlü bir iş adamı olduğunu duymuştum. Filanca partinin de kasabının bağlı olduğu ilde önemli, sözü geçer bir temsilcisiymiş. Yaptığı işi kardeşleriyle birlikte yaptığını ve kardeşlerini dolandırıp ekmeğe muhtaç ettiğini duymuş, inanmamış, bunun bir çekemezlik olduğunu düşünmüştüm. Ne de olsa geçmişindeki mayası sağlamdı, böyle bir şeye tenezzül etmezdi. “O zaman gençtik” dedi, “dünya değişti”. Sen hala kaç yıl geridesin, bir adım ilerleyememişsin”. Marksizm’in öldüğünden, kandırıldığımızdan, dünyanın bu beladan kurtulduğundan övgüyle söz etti. “Ne satıyorsun” dedim. Beklemiyordu, gözüme baktı. “Bu girişimci ruhunla anana uygun bir pazar bulamadın mı daha” . Küsmeye değer bulmadığım için çoktandır unuttuğum bir yumruğu suratına indirip uzaklaştım. Yusuf hocam keşke yaşasaydın. Bu gün sana öyle çok ihtiyaç duyuyorum ki, belki çapı olmadan çember olmaya kalkanların sırrını sen açıklardın bana, ben acz içindeyim ve bocalıyorum bunları anlayamamaktan.
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 05
-Abidin Erlik’in anısına-
Kasabanın muhafazakâr, gelenekçi yapısı gerici unsurların örgütlenmelerine, giderek yıldırma ve saldırılarına da uygun ortamlar yaratmıştı. İdeolojik farklılıklardan çok mezhepsel farklılıklar ön plana çıkartılıyor ve alevi kökenliler baskı altında tutuluyordu. Okuduğumuz liseye yansıyan yanı ise bazı okul idarecilerinin ve öğretmenlerin açıkça değilse bile el altından bu unsurları destekledikleri bilinirdi. Sayıları az olan alevi kökenli öğrenciler okuduğumuz lisede ayrı bir adacık gibiydiler. Gerek teneffüslerde gerekse okul dağılımlarında hemen bir araya gelirler ve topluca hareket ederlerdi. Oruç tutmayan bu arkadaşların üzerindeki baskı ve yıldırmayla karışık aşağılanma Ramazan ayında alenileşir, herkesin içinde aşağılanırlardı. Dinsel bağnazlığa mesafeli oluşları bu kesimin “sol değerleri” benimsemesini kolaylaştırıcı faktörlerden birisi olsa gerekti. Kürt kökenli aleviler ile Türk kökenli aleviler aralarındaki etnik farklılığın ötesinde gericilerin itip kakaladığı kesimdi ve bunlar arasındaki etnik farklığın gerek kendi aralarında gerek gericilerin hedefi olmaları açısından adı bile edilmezdi. Kürt kökenli Sünni kesim gerici güruhun en saldırgan kesimiydi.
Lise son sınıftaydım ve devrimci yayın organının dağıtımı görevi bana verilmişti. Bulunduğumuz kasabada ilerici bir örgütlenmenin koşulları sağlanmalı, gericilerin saldırı ve yıldırmalarına karşı örgütlü karşı koyuşun olanakları yaratılmalıydı ve bana verilen örgütsel görev de buydu. Alevi kökenli arkadaşlar mevcut ortamın tedirginliği ile içlerine kapanmış, Sünni kesime mesafeli yaklaşır olmuşlardı. Onlarla iletişim kurmak da doğrusu bir hayli zordu. Bunu başardığımı sanıyorum. Hepsi de zeki ve çalışkan öğrencilerdi. Dersler etrafında bir araya geldik ve sınıflarımızda en iyi oklaya söz verdik. Lakin benim Sünni kökenli oluşum kendi aramızda şakalara konu oluyordu ama bu şaka olmanın ötesinde bu arkadaşların bilinçaltı tedirginliğini ele veriyordu. Onlara göre ben “ yezit” idim, ama devrimci olmak için önce alevi olmak gerekmez miydi? Ben de işi şakaya getirir, “ yahu siz hele bir devrimci olun da, benim alevi olmam kolay” der, gülerdik. O yıl bilgi yarışmalarının okul birincisi, sosyal etkinliklerin örgütleyicileriydik. İlerici hocalarımızın desteğini yabana atmamak gerekirdi. O yaşımızda devrimci harekete, sınıf mücadelesine ilişkin konuşmalarımız, tartışmalarımız ayrı bir coşku, ayrı bir heyecan yaratırdı. Devrim yapılacak ve sosyalizm kurulacaktı. Bilgi ve birikim edinmeliydik. Bu güzel ülkemizin insanları mutlu insanlar olacaktı, kimsenin diline inancına hor bakılmayacak, içinden çıktığımız köylülerin ekip biçtikleri, emekleri karşılığını bulacak, yokluk yoksulluk cehalet son bulacaktı. Devrimci mücadeleye atılmak, duvara taş koymak gerekirdi. Öyle ya bunu biz yoksul köylü çocukları omuzlamazsak zenginler daha çok boynumuzda boza pişirirdi. Derginin aylık sayısının gelmesini iple çekerdik. Grevler, boykotlar, emperyalizme ve faşizme karşı üniversite gençliği ağabeylerimizin direnişi bütün çaresizliliğimizi, yoksulluğumuzu ve yoksunluğumuzu unuttururdu. Okul döneminin son günleri… Üniversiteye giriş sınavları yaklaşıyor. Örgütümüzün benden sorumlu kişisi “yoldaş, arkadaşlarımız senin Tıp fakültesini tercih etmeni istiyorlar, malum doktorlara çok ihtiyacımız var” deyip, sınavdan sonra örgütün bana verilen görevini, bu görev için ihtiyaç duyarsam kendisinin bu ihtiyacımı karşılayacağını, kadromu tez elden kurmam gerektiğini söyleyip gitti. Verilen görev, büyük bir kamu inşaatında çalışan üç bin kadar çok düşük ücretlerle ve ağır koşullarda çalıştırılan Kürt kökenli işçilerin grevini örgütlemekti. Bu inşaatta kanal kazma işini alan taşeron bize işçi olarak görev verecekti ve filan tarihte orada olmamız gerekiyordu. “Hıı, kolay” dedim ama benim hiç grev örgütleme tecrübem yoktu ki. Hatta hiç grev bile görmemiştim. Ama kadro evelallah “tam kadro”ydu ve biz bu kadroyla bu işyerini işverenin başına geçirirdik. Liseden üç kişiyiz. Abidin, Çelebi ve ben. Abidin ve Çelebi aynı köyden. Kendi köylerinden birkaç kişi daha bulacaklarını söylediler, Toplam dokuz kişi olduk. Bizim dışımızdaki altı kişi yevmiye iye çalışacaklar, yani para kazanacaklar. Ama olsun, kalabalık görünmemiz iyi olur. İçlerinden biri alevi olan bu köyün imamı… Gazi dayı… Diğeri daha bir çocuk… Adı Hadi. İşyerimize vardık. Marmara bölgesinde bir kasabının onbeş kilometre kadar dışında çalılık, ormanlık bir yer. İnşaatın yedinci katının tuğla duvarları örülmüş, etrafı açık. Burayı mekân seçtik. Çimento kâğıtlarından yatak döşek yaptık. Gece sabaha karşı soğuğunu yanımızda getirdiğimiz pılı pırtıyla savuşturmaya çalışıyoruz. Gündüzleri hava çok sıcak… Temmuz, Ağustos ayları. Bacaklarımızda sadece külotlarımız var. Güneş yakıcı. Sabahın erken saatlerinde ufuktan gelen esinti taflan kokuları taşıyor. Denizi tepeden görüyoruz, pürüzsüz, ütülenmiş, kırışıklıkları giderilmiş bir çarşaf gibi sonsuz bir mavilik. Mesafemiz iki yüz metre var, yok. Sabahın bu erken saatlerinde kuşların birbiriyle yarışırcasına cıvıldaşmaları, denizden gelen yosun kokusu ayrı bir huzur veriyor insana. Erkenden kanal kazmaya başlıyoruz. Gazi dayı şamata kaynağımız. İş ağır ama kimse yorulmuyor… Öğle sonrasında Gazi dayı ile Hadi”nin “işten kaytarmasını” teşvik ediyoruz. Gazi dayı yaşlı, Hadi çocuk. İş ağır, yoruluyorlar. Çelebi, Abidin ben akşamları kütlerin barakalarına çay içmeye gidiyoruz. Çoğu Türkçe bilmiyor, bilenlerin sohbetini “ anlar gözükerek” dinlemeye katılıyorlar. Gündelik yevmiyeleri bizim yevmiyemizin tam yarısı. Günün erken saatinde yapılan iş başı havanın kararmaya durmasıyla sona eriyor. Öyle sekiz saat fala değil, en insaflısından bir on beş saat çalışıyorlar. Kimisi boyacı, kimisi marangoz, kimisi mermerci… Siirt’ten bir Dayı başı bulmuş bu işi onlara. Hepsi işlerine son verilmesi korkusuyla karışık minnet ve şükran duygularını sıralıyorlar Dayı başına… Her akşam ziyaretteyiz ama her ziyaret sonrası daha çok umudumuzu kaybediyoruz. Adamlar minnet ve şükran yüklenmişler adeta, bunları greve götürmenin yolu yok… Moralimiz bozuk. Abidin Dayı başının barakasıyla birlikte verese defterini yakıp, eşek sudan gelinceye kadar dövmemizi, bu insanları bu haliyle greve götürmenin imkânsızlığında ısrarını sürdürüyor. Çelebinin de bu eğiliminin arttığını gözlüyorum. Kasabanın işyerine uzaklığı nedeni ile günlük yiyecekler Dayı başının baraka manavından karşılanıyor. Daha doğrusu alış verişlerini buradan yapmak zorundalar. Burada her şey normal fiyatının üç katı. Biz de barakadan alış veriş yapıyoruz. Ücretler ay sonu ödeniyor. Daha bizim elimize para geçmeden Dayı başının parasını işveren kaynaktan kesiyor. Üç kişi geç saatlere kadar çare arıyoruz, çözüm üretmeye çalışıyoruz. Sözünü dinledikleri üç beş kişi var. Akşam iş çıkışı, kasaba pazarının olduğu gün bunları yanımıza alarak kasabaya götürmemizi, buradaki fiyatları gözleriyle görmelerini, zaten oldukça düşük ücretlerinin bir de Dayı başı tarafından nasıl hiç edildiğini görürlerse minnet duygularının yerini haklarına sahip çıkma duygusunun alabileceğini söyledim. Biraz gönülsüz de olsalar arkadaşlarım bana katıldılar, kararlaştırdık. Ertesi gün bu üç beş kişiye yaptığımız “biz kasabaya gideceğiz, Pazar alış verişi yapmaya, isterseniz gelin, biraz dolaşırız” teklifi severek kabul ettiler. Pazardan geldikten sonra Pazar fiyatlarıyla Dayı başının baraka fiyatları üzerinde yoğunlaştık. Bu farkları bu üç kişinin tanıklığında herkese anlatmaya başladık. Gerçekten ay sonunda ellerine geçen para hiçlik derecesinde. Her birinin sekiz on çocuğu var, onu da doğru memleketlerine, ailelerine gönderiyorlar. Bir tutamak bulduk. Akşam çay sohbetlerinde konumuz bu. Çözümü öneriyoruz: Greve gidin!…Belki de ilk kez duydukları bu sözün anlamını gizlice birbirlerine diktikleri gözlerinde arıyorlar ama cevabını bilmiyorlar. Grevin ne olduğunu anlatıyoruz. Toplu direniş, toplu hak arama eylemi. Tek tek bu işin olmayacağını, ama hepsinin birlikte greve gitmeleri halinde işverenin bunu göze alamayacağını, ücretlerini yükselteceğini, ayı başının fahiş fiyatlarına dur diyeceğini anlatıyoruz. İşverenle konuşalım, “ günahtır, çocuklarımızın rızkını çalıyor bu diyelim” teklifi birden kendi aralarında kabul görüyor… İşverenin bunu baştan bildiğini, kendilerinden bir tepki gelmezse bunun değişmeyeceğini anlatıyorum. Nihayet grev kararı alındı. Onlara grev için yazı, boya karton masraflarını söylemekten çekiniyoruz. Her kuruş onlar için çok önemli… Üç kişi bütün paramızı ortaya koyduk, eksik. Bir yığın boya alınacak, karton alınacak, paramız yetmiyor. Bizim diğer arkadaşlarımıza konuyu açtık. Gazi dayı “ Yahu Karaoğlan anlaşılan bizi pek adam yerine koymadın, böyle hayırlı bir iş için paranın lafı mı olur” deyip kuşağından çıkardığı buruşmuş paralarının tümünü saymadan ortaya attı. Diğer arkadaşlar aynı gönüllülükle ne kadar paraları varsa ortaya attılar. Hadi “ abi, grev ne” dedi. Grevin bütün hazırlıkları birkaç içinde gizlilik içinde ve titizlikle tamamlandı. Gece her yer grev pankartlarıyla donandı. O gece uyku tutmadı, sabahı bekledim. Erken saatte yedinci kattan şantiye alanını izledim. Bir kızıllık adası, bir güzellik adası… Şantiye kıpır kıpır… Dayı başı koşup geldi, bir şaşkınlık, bir şaşkınlık. Konuşurken dili tutuluyor. Hepsini memleketlerine geri göndereceği tehdidini savuruyor. Çelebi üstüne yürüdü, tırstı, tırstı, küçülüp noktaya dönüştü. Kuşluk vakti o güne kadar hiç görmediğimiz bir yığın görevli geldi. İşveren mi temsilcisi mi olduğunu bilmediğimiz birkaç iyi giyimli, bakımlı birileri daha alt kademeden olduğu anlaşılan birilerine sert emirler veriyor, rezil kepaze olduklarını anlatıyor ve derhal greve son verilsin emri yağdırıyor. Bizim taşeronları çağırdılar, Dayı başı beni işaret etti işverene. İşveren bizim diğer arkadaşların kalabileceğini ama benim işime son verilmesini ve gönderilmemi istedi. Arkadaşlar güldüler ve işvereni alaya aldılar. Derken birkaç fedai kılıklı kişi geldi, saldırmaya başladılar. Ortalık karıştı. Hadi fedailere küfür etti, birisi Hadiye tokat vurdu. Halil İbrahim yedinci kattaydı. Piknik tüpünün başını çıkarıp ateşleyerek üstlerine fırlattı, tüpün bomba etkisi yapıp patlamasından korkup kaçıştılar. İş işten geçmişti, kavgayı onlar başlatmıştı. Abidin’e ve Çelebi’ye göz ucuyla işaret ettim. Önceden kararlaştırdığımız gibi… Benzin dolu bidonlardan biri şantiye önündeki arabalara, diğeri Dayı başının barakalarına… Çelebiye “veresiye defteri” dedim… Yok et… Ortalık alev alev… Spartaküsün zalim Roma imparatorlarının sarayını yakan duygu… Bir direniş, bir karşı koyuş… Güçler eşitsizliğine aldırmaksızın… Karıncaların filleri ısırma duygusu… Jandarma olay yerine geldiğinde olay yerinde sadece Gazi dayı kalmıştı, biz tüydük. Bizim taşeron adımızı bilmiyor, daha doğrusu kimimiz Ahmet, kimimiz Mehmet. Gazi dayı sorguya alınmış, adımızı bilmediğini ve bizleri de tanımadığını söylemiş. Hırpalamışlar. Sonraki günlerde çok anlatmıştı hırpalanma öyküsünü…
12 Eylül melanetiyle Çelebi yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Abidin benden sonra yakalandı. İşkencede beyin kanamı geçirip öldü. Ruhu şad, toprağı bol olsun.
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 06
“Yaz başlarında şu “Haziran rüzgârı” da olmasa kendimi bizim dağların eriyen karına benzetecektim. Üzerimde bir bıkkınlık, bir yılgınlık, bir moral çöküntüsü… Basbayağı eriyorum, gücüm yok kendimi toparlamaya. “Bu gidişat nereye oğlum, neden yaprak kımıldamaz, neden gök gürlemez… Sen ne halta yararsın”… Akdeniz’in yapış yapış nemli sıcağında herkes serinlemek için denize koşarken senin serinlemek için hiçbir gölgeye, serin bir ağaç altına ya da bir denize bir göle, bir subaşına gitmeyi hiç canın istemedi… Sanki “garp cephesinde yeni bir şey yok” tu romanının kahramanı gibi bir damla yağmurun susuzluktan kurumuş, yarılmış toprağı dirilteceğini beklercesine gözünü gökyüzüne diker, saatlerce bulutların hareketlerini, yüksekten uçan kırlangıçların kanatlarında yağmur taşıyacağını cepheden gelecek umut dolu haberleri bekler gibi bekler dururdun. Yoktu oysa ne yağmur, ne rüzgâr… Günün akşamı kemiklerini sızlatan yorgunluğuna çare olarak o akşam tv yi açmayacak, haber dinlemeyecek, sabah kahvaltı bile yapmadan alelacele koşup aldığın gazeteyi de bir daha okumayacaktın. İçin daralıyordu gazetelerin haberlerinden. Her yer ölüm tarlası… Kişisel cinayetler… Akın akın toplu tutuklamalar… Belki akranı bir delikanlının elini bile tutmaya fırsat bulamadan yol boylarında bedenini sermaye yapan gencecik kızlar… Kendini ayaklarından kör kuyuya sarkıtılmış gibi hissederdin… Kuyu giderek daha bir karanlığa gömülür, daha bir havasız kalınca damarlarındaki kanın da çekildiğini hissederdin… Boğulacaksın. Yukarıdan senin çırpınışlarınla alay eden sesler giderek silikleşiyor. Tek başınasın ve bu kör kuyuda bir Yusufsun… Züleyha da çaresizdir seni bu kör kuyudan çekip çıkarmaya… Yorgunsun… Bu ruh halinle her şey seni çılgına çeviren bir kâbustur artık… Kaçacak bir yerin de yok artık, bu senin gerçeğin… Tamam, düşlerine sığın ama sığınacağın düşlerin de tükenmek üzere, haberin ola… Elinin boğazında olduğunu hissettin. Kendi boğazını sıkıyordun kendi elinle… Kaygan zeminde raks eden bir sarhoştun, ama bir sarhoşa tozpembe görünen her şey senin için güneşi çalınmış kirli bir sarıydı sadece. Oysa neler düşlemiştin, nelerin hayalini kurmuştun taptaze beyninde… O parkta kuğuları izlerken iki üç tane kuğuyu önce yüzler binler olarak görür, sonra bu sayı yetmez yüz binlere, milyonlara çıkarırdın kuğu sayısını… Kaygısız, rahat… Kuğular biz oluverirdik hemencecik… Koca bir ülke, milyon milyon nüfus… Yetmezdi, bir şeyler unuttuğun gelir aklına hayıflanırdın… Koca bir yer kürenin senin ülkenden ibaret olmadığını, başka ülkelerde başka renklerden, başka dillerden insanlar olduğunu nasıl unutabilirdin ki… Sanki bir kara derili yüz sana “bizi neden unuttun” der gibi sitemle bakar, bir Kızılderili “ biz de vardık ama unutulduk sanki”nin içinizi burkan hançerini yüreğinize saplardı… Yüzün kızarır, onları ihmalinden utanırdın. Özür dilemek neye yarardı ki, hakkın olmayan bir ihmal nelere sebep oldu, gördün mü?… Sonra rengârenk olurdu kuğular, küçücük gölet kocaman bir okyanus… Herkesin içinde yer bulabileceği kadar kocaman bir umman… Bütün renkler bir ahenk cümbüşü oluşturur, omzunuzda hissettiğiniz bir elin sessiz teşekkürüyle bir nefes alırdınız… Düşlerin vardı, adam gibi, adama yakışan ve savaşarak elde edilen, savaşarak korunan… Bir kurgu bilim romanından esinlenmiş gibi bu yaşama ait olmayanların ölümcül silahlarıyla bir siperde kıstırdığı savaşçının yardımına koşarken ayakların yerden kesilir, uçardın… Basbayağı uçardın be… Avuç içini açmanla yaşam avcılarının siber silahlarını tuz buz eder, kardeşini kucaklar gibi sımsıcak duygularla kucaklayıp çıkarırdın savaşçıyı siperinden. Dilinden anlamazdın ama yüzündeki gülücükle sana dünyanın en sıcak minnet duygusunu ifade eden içtenliğine aynı içtenlikle karşılık verirdin… Senin çıkınındaki bir dilim ekmeği onun matarasındaki su ile yer, açlığınızı köreltirdiniz. Birden endişeyle “diğer cephelerin bize ihtiyacı var” der gibi gözünüze bakardı. Geçit vermez dağları, aman tanımaz dalgaları aşarak kendinizi kâh ülkede kâh bu kıtada aynı düşün insanlarının yanı başında bulurdunuz. Savaş çetindi ama hayat da güzeldi. Avcıların dört cepheden kuşatılmış avı gibi durmadan kaçardın. Belki bir meydanda, belki bir köşe başında… Belki de ne bileyim… Her neyse ne… “Ölüm hoş geldi sefa geldi”… Ne demiştin kuşatmada kıstırıldığında adamların otomatik ağır silahlarına karşı on dörtlünü çektiğinde…” azdan az gider, çoktan çok”… Ama nasıl da mutluydun, nasıl da “adam gibi” hissederdin kendini… Yazın sıcağını hissederken kışın ayazı ayrı bir tattı. Ya ilkbahar… Ya o Mayıs, Haziran ayları… “Tanrının beni çıldırtmak için yarattığı aylar” derdin bu aylara… Gerçekten kavgada da aşkta da çıldırdığın aylardı bu aylar… Kasımın yaşamında ayrı bir yeri var ama şimdi anlatmanın sırası değil… O çingene kızının gözaltı bakışlarını hala unutamadığını ve hiç unutmayacağını anlatmıştın… Aşk arınmış insanın en saydam duygusu muydu sence… En çok Aralık ayından tedirgin olurdun, niye bilmem. Bu ay, dışarının kapılarının kapandığı, mecburen kapalı alanlara sığınıldığı bir ay olduğu için miydi, kapalı alanlarda avcıların baskınlarını atlatamadığın için miydi?… Hatırlıyorum da genellikle Aralık- Ocak aylarında yakalanırdın… Sanırım bu aylara karşı soğukluğunun sebebi bu olsa gerek…
Dalmıştın… Kaç yıldır özlemini duyduğun düşü ara sokakların kaldırımlarında görmeye başlamıştın… Çiselemeye başlayan yağmur damlasının yüzüne düşmesiyle kendine geldin. Soğuk soğuk terliyordun. Yedi sekiz yaşlarındaki bir kız çocuğunun “amca ayakkabılarını boyayayım mı?…” Yedi sekiz yaşında bir kız çocuğu… Boya sandığını omzuna asmış kör bir adamın elinden tutarak yandaki kahveye doğru gidiyorlar… Yüzüne baktın, pırıl pırıl, zekâ fışkıracak nerdeyse… Yaşadığı yaşamın kendisine hazırladığı geleceğin ne olduğunun farkında bile değil henüz… Gülümsedin…
“Kaç lira”
“İki”
“Yok, boyatmam, çok istiyorsun”.
Bir an sessiz kalıyor, tereddüt ediyor boyatmayacağımdan.
“Sen kaç lira verirsin”
“Yirmi beş kuruş”
“Amaa çoookk azz”.
Babası olduğunu öğrendiğim kör adam benim duymayacağım bir ses tonuyla “bir lira de” diyor.
“Bir liradan aşağı olmaz”…
“Adı ne senin”
Fatma”…
Bu yıl üçüncü sınıfa gidecekmiş. Beşkardeşlermiş, geçimlerini ayakkabı boyacılığı yaparak sağlıyorlarmış, babası kör olduğu için başka iş bulamamış.… Fatma’yı lafa takıyorum. Mardin’den gelmişler buraya… İki yüz elli lira kira veriyorlarmış… Yağmur hızını artırdı… Sırılsıklam ıslanmak istiyorum… Fatma kuytu bir arıyor, kaçıyor yağmurdan. “Yağmur ne güzel yağıyor, değil mi” diyorum. Yüzünü buruşturuyor… “Güzel değil” diyor. Ne olduğunu soruyorum. “Sen nerede oturuyorsun” diyor. Gösteriyorum, karşı apartmanda diyorum. Yağmur yağınca sizin evin damı da akıyor mu? diyor. Yok, akmaz diyorum. “Ama” diyor, “bizim evin damı akıyor, evin her yerini ıslatıyor, ben üşüyüp hasta oluyorum” onun için yağmuru sevmem ben”
“Sen ki diyorum” kendi kendime, aldın mı cevabını oğlum. Senin çatın akmıyor, evin içini su basıp gece ıslanıp üşümüyorsun, bu yüzden uykun bölünmüyor, hasta olmuyorsun, senin keyfin başkalarının zulmü olabiliyor demek ki”… Keyfim kaçıyor. Fatma’ya bir elli liralık veriyorum. “Ama” diyor “bizim bu kadar paramız yok ki, bu parayı nereden bozduracağım şimdi”. Yok diyorum bozdurmayacaksın, bu senin. Bir an tereddüt ediyor, inanmıyor, dalga geçtiğimi sanıyor. Ciddi olduğumu anlayınca “ yalancı, kandırdın beni” diyor. Arkama bakmadan azarlanmış çocuk gibi hızla uzaklaşırken “ Ohoo Fatma diyorum, asıl ben kendimi kandırırım, kendime ne yalanlar söylerim bir bilsen”… Baksana, yedi yaşında mahalle aralarında yakar top oynama çağında seni ayakkabı boyacılığı yapmaktan bile kurtaramayan ben!..” Yağmurda ıslanma hevesimi kursağımda koydu velet… Fatma’ya küsmeli miyim?…
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 07
“Dağ eşkıyası”… Yirmili yaşlarımızda meydanları “ Vietnam’a bin selam” diye inlettiğimiz günlerde, günlük basında batılı bir gazetecinin ABD devlet başkanıyla yaptığı bir söyleşi kırk yıl sonra daha dün gibi taze, beynimde dolaşıyor. “Dağ eşkıyası”…Kim bu dağ eşkıyası?. ABD Devlet başkanıyla yapılan röportajda, ABD Devlet başkanının Giapa uygun bulduğu isim… “Dağ eşkıyası”… En ileri silah teknolojisiyle donatılmış Amerikan askerlerini en ilkel silahlarla Vietnam’da bozguna uğratan General Giap… Vo Nguyen Giap… Yoo, durun hele. Öyle Panama savaş okulunda eğitim görmüş, askeri bilgilerle donatılmış, kendi ülkesinde “umuda hedef alıp kuş seslerini vuran” yerkürede emperyalizmin borusunu öttürmek için apoletler kuşanan eften, püften şımarık ve sırnaşık bir generalden söz etmiyorum. Tersine hiçbir Askeri eğitim almamış, hukukçu ve felsefeci, alçakgönüllü ve mütevazı bir “direniş general”inden söz ediyorum. İşgalcileri inancıyla tepeleyen General Giap… Aslında Dünya halklarının Emperyalist/kapitalizme karşı dişe diş verdikleri direniş savaşlarının içinden çıkan apoletsiz sayısız generallerden birisi… Vietnam’ın ABD işgaliyle boğuştuğu uzun yılların birikimiyle savaşmayı öğrenen bir halkın parçası… Önce Fransız emperyalizmi takar bu uzak doğu ülkesine kancayı. İşgal tam bir vahşet içinde sürdürülür. Ülke yerle bir edilir. Fransız emperyalizminin omuzu kalabalıkları tam direnişin üstesinden geldiklerine ilişkin kahramanlıklarını taçlandıran raporlarını üstlerine bildirirken, rapor daha yarı yoldayken işgalcilerin askeri güçleri nereden geldikleri ve kim oldukları bilinmeyen Vietkong militanlarının ilkel ve yaratıcı savaş araçlarıyla emperyalizmin askeri güçlerinin duvarında açtıkları gedik omuzu kalabalık generalleri şaşkına uğratır. Kimdir bu militanlar… Kimisi gündüz pirinç tarlalarında ırgatlık yapanlardır, kimisi ormanda ağaç işçileridir, kimisi köylü, kimisi öğrenci… Ay aydınlığının gelincikleri, zifiri karanlığın güneş uçlarıdır. Emperyalizmin en ileri teknolojiyle donatılmış askeri güçlerini, basit, ilkel silahlarıyla şaşkına çeviren bu “ başıbozukların” arkasında savaş stratejisini belirleyen o müthiş deha, General Giap vardır. Dien Bien Phu da pes eden Fransızların yerini daha büyük ve daha acımasızı ABD emperyalizmi alır. ABD, işgali emperyalizm adına sürdürmekte ısrarlı ve kararlıdır. Burnu büyük ABD emperyalizmine göre Vietkong gerillalarının Fransız işgalcileri Dien Bien Phu zaferiyle bozguna uğratmalarının nedeni işgalci Fransız ordusunun beceriksizliğidir… Hele ABD bir el atsın işe, görün bakalım o “baldırı çıplak” yiyecek ekmekten içecek sudan yoksun, açlıktan bitap düşmüş Vietkong gerillalarına hadlerini bildirecektir!… Bildirir de… Silah sanayinin ürettiği yeni silahların deneme alanıdır Vietnam. Etkisinin ölçümü, kullanıldığında kaç Vietnamlının öldüğüyle ölçülür. Müthiş bir başarı… Her denemede sayıları binlerle ifade edilen Vietnamlı kadın, çocuk, yaşlı genç öldürülür. Ölü sayısı ABD li komutanların mağrur ve mağlubiyetlerinin kesin kanıtıdır. Washington”a raporlarını böyle bildirirler. Ne ki emperyalizmin aritmetiğinde yer almayan basit bir (!) hesap hatası vardır… Tarihin hangi döneminde işgale uğramış bir ülkenin halkı pes etmiş de emperyalizme teslim olmuştur ki… Evet, yok olmuşlardır, ama tarih bilgimiz bizi yanıltmıyorsa biz şimdiye değin teslim olanlarını duymadık… Hele ki bu savaşı kan ve ateş içinden geçerek çelikleşmiş Vietnam Komünist partisi yönlendirip, yönetiyorsa, hele ki bu partinin başında çelimsiz vücudunun üzerinde taşıdığı yüzünde ince uzun sakallarıyla bir derviş görüntüsü veren Ho Şi Minh gibi bir “aman tanımaz ihtiyar” varsa… Kabalık ve küstahlığın kol gezdiği yerde birileri inceliğin ve nezaketin yaratıcı gücü zekâyı sabır ve inatla oya işler gibi işler ve insanların yüreğinde sonsuzluğa gülümseyen ölümsüz anıtlar yaratırlar. Kat be kat üstün düşman güçlerine karşı kazanmanın tek yolunun emek, inanmak ve sabır olduğunu elbette devrimciler bilir ama bu ilkeyi kişisel yaşamının ayrılmaz bir parçası haline getiren devrimci Giaptan başka kim olabilir ki… Ülkenin kuzeyinin işgalcilerden temizlenmesinden sonra, Güney Vietnam’daki ABD kuklası yönetimi yıkmaya ve ABD nin askeri gücünü ülkeden kovmaya gelmiştir sıra. Geçişi sağlamak için Ho Şhi Min yolu olarak bilinen iki bin kilometrelik, bir kısmı yer altından bir kısmı balta girmemiş ormanlardan geçen yolun mimarı ve planlayıcısı da Giaptır. ABD nereden geldiğini bir türlü çözemediği gerilla saldırılarını bulmak için yüz binlerce Vietnamlının ölmesine neden olan Agent Orange adlı kimyasal gaz kullanacaktır. Emperyalizm kudurmuşçasına saldırsın, binlerce, yüz binlerce insanı öldürsün, ne gam… Bir avuç gerillayı bulmak için ormanları yaksın, halkın üzerine zehirli gazlar atsın… Kaçınılmaz sonlarından kurtulamayacaklardır. Vietnam’da kurtulamadılar, yerkürenin hiçbir noktasında da kurtulamayacaklar. Bu delikanlı 102 yaşında yaşama veda etti. Acaba diyorum Vietnam halkının üzerine sıkılan kimyasal gazların toplu ölümlere neden olan sonuçlarını yaşayan Giap, dünyanın farklı coğrafyalarında da yaşam haklarını savunan halkların üzerine kimyasal gaz sıkıldığını duyunca, hasta yatağında elini çenesine dayayıp o çelebi tavrıyla “yahu bunlar dünyanın her yerinde aynı bokun soyu” demiş midir?. Ya da ne bileyim bizim “Gezi” nin çapulcularına “ ha gayret çocuklar” diye seslenmiş midir?. Şu kimyasal gazın ülkesindeki toplu kitlesel ölümlerin çağrıştırdığı acıyı yeniden yaşamamak , o korkunç manzarayı beyninden kovmak için gözlerini mi kapamıştır?…
Senin ölümüne üzüldüm, küsmedim ama. Sen ki bizlere sadece yaşamın anlamını öğretmekle kalmadın, nasıl yaşanacağını da öğrettin.
Güle güle “ Halk savaşının askeri sanatı” nın kahramanı, güle güle. Bizim ülkemizin insanlarının diliyle uğurlamak isterim seni:
“Işıklar içinde yat, toprağın bol olsun”…
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 08
(BİRİNCİ BÖLÜM)
Kimselerin bilmediği bir sırrın ansızın açığa çıkacağı endişesi… Sürekli bir tedirginlik, sürekli bir acaba?. Akbabanın avını sürmedeki sürekliliği ve karalığı ile izleniyorsunuz… Artık dışarıdasın ama içerinin yolları pamuk ipliğine bağlı, kapıların her an açılması olasılığı kuvvetle muhtemel… Onursuzluk pazarından yedekler toplayıp suç üretiliyor… “Acaba hangi itirafçıyı pazarladılar da seni yeniden içeri tıkmanın sinsi sinsi planlarını yapıyorlardır.”. Bunca yılın deneyim ve tecrübesini edindin, bu hödükler elbette senden daha zeki değil, daha akıllı değil. Sen aklın ve zekânın tek bedende tek başta billurlaştığı bir ütopyanın adamısın, sen bir komünistsin… Tek silahın da bu zaten. Zekâ ve sezgi… Iskalamak yok… Hedefi şaşırma hakkını kimden aldın ki…. Onları atlatmanın sanatını senden daha iyi kim bilebilir … Yine de dikkat… Nerede, nasıl ve ne zaman seni ağına düşüreceklerini bilemezsin, gözünü dört açmalısın… Nerede başınızı kaldırsanız malum amcalar(!)… içinizden bir şey kopup gider… Sen neysen ama ya Sinan… Sinan’la uzun dönem ayrılığından sonra henüz barıştık ve bana ısınma turları atıyor… İlk tanışmamızda “ yahu bu herif de nereden çıktı” inadını kırmayı başardım. Artık babası olduğumu biliyor. Ya da çocukların bir babalarının olduğunu fark etmeye başladı. Koşup geliyor, bacaklarıma dolanıyor, şımarıyor… (Laf aramızda, it oğlu it o günlerde beni yabancı görüp almadığı paraların acısını bu gün benden çıkarıyor). “Oğlum artık dışarıdasın ve içerde olmak gibi kolaya kaçan bir bahanen de yok artık”… O senin gözbebeğin ve geleceği bütünüyle senin yaşama tutunmana bağlı. Hem sadece bu değil, malum amcalara inat tutunacaksın yaşama… Sen ki bir ülkenin kaderini değiştirmeye ant içtin… Bütün olanaksızlıklara ve bütün kuşatılmışlıklara rağmen, haince pusulara inat, iraden kendi yaşamını kurmanda zafiyet gösterecekse, önce sen kendinle hesaplaş ve de ki” kendi kişisel yaşamında zafiyet gösteren irade ateşler içinden nasıl geçip giderde bir ülkenin kaderini değiştirmeye ant içebilir ki… De ki bu irade yalandır, de ki bu irade içten ve katıksız değildir”… “Düşmanı güldürmeyeceksin, düşmana acz içinde görünmeyeceksin. İşte toprak, saldır ve tırnaklarını geçir…” Gölge gibi peşinde olduklarını ve her hareketinin, her davranışının izlendiğinin farkındasın ve ayan beyan bunu biliyorsun.
O yılın kışında saatini şaşırmaksızın bulunduğun İstanbul’dan Ankara’ya dönecek ve kaçak göçek öğretmenlik yaptığın dershanede sabah derslere yetişeceksin. Beyazıt’tan apar topar Harem garına gelip, yer olup olmadığını bile sormadan hareket halindeki Ankara yönüne giden otobüse atlıyorsun. Muavin “tek kişilik yer var, geç otur” diyor. Otobüs Urfa’ya gidiyor, Ankara terminalinde inecek yolcuları indirip, bekleyenleri alıp yoluna devam edecek. Bunları otobüs hareket halindeyken muavinden öğreniyorsun. Yolcular genellikle Kürt ve Arapça konuşuyorlar birbirleriyle… Yaklaşık gecenin üçünde Ankara’da olurmuşuz. Yanımda oturan esmer, kısa saçlı, çelimsiz biri İngilizce saati soruyor. Şaşırıyorum. Allah Allah bu Kürtçe midir, Arapça mıdır pek anlayamadığım dil ne kadar da İngilizceye benziyor. Yüzüne bakıyorum. İngilizce soruyu tekrarlıyor. Anlaşıldı. Saati söylüyorum. “Thank you!… Bir süre suskun kalıyor. Tam uykuya dalma deminde bu kez Birleşmiş Milletler binasının Ankara adresini soruyor. “Hayrola” der gibi başımı sallıyorum. Birleşmiş Milletler binasında kalması gerektiğini söylüyor. Bu saatte binanın açık olmayacağını söylememle otelin gecelik fiyatını soruyor ve cebinden bir on liralık çıkarıyor. Gülüyorum. “Bu paraya bizim buralarda bir çay-simit sile vermeyeceklerini” söylüyorum. Tedirginleşiyor. Yarım yamalak İngilizcemle sohbet başlıyor. “ What is your name?”…
“Anis,I am four Etiopya”
Lan diyorum içimden “ oğlum Etiyopya nere, Türkiye nere, ne işin var lan elin memleketinde”.
Etiyopya’da üniversite öğrencisiymiş. Zooloji okuyormuş. Türkiye’ye araştırma yapmaya gelmiş. Ankara’da bir gece Birleşmiş Milletler binasında kalıp ertesi gün gidecekmiş. Bu saatte binanın açık olmayacağını tekrarlıyorum. Tedirginliği gittikçe artıyor.
“Hadi lan bize gidelim, bu gece kal, sabah da işin her neyse halledersin. Paran yok, pulun yok. Ankaranın bu soğuğunda donup ölürsün yoksa”… Yardım etmek istiyorum, ne olacak kalsın bu gece bizim evde sabah işine baksın… Beynime endişeler üşüşüyor. “Lan oğlum adam ya polis ise, ya peşine takmışlarsa”… “Tamam, bir bu eksikti”. “Sana ne lan, yok kalkıp Etiyopya’dan Türkiye’ye gel sen, cebinde on lira… Gecenin köründe Birleşmiş Milletlermiş…”. Ne lan bu, sen beni ciddi ciddi salak yerine koyuyorsun ama yemezler oğlum. Bunu yutmamı bekleyecek kadar aptal olamazsın… “Lan diyorum bu hödükler mi yendi bizi, bunlara mı yenildik, bu aptal sürülerine… “Hadi yaylan, başka kapıya”… Yüz vermiyorum. Kafamı cama yaslayıp uykuya dalmaya çalışıyorum. Uyuyamıyorum. Otobüste boş yer arıyorum, kalkıp başka koltuğa oturacağım.. Yer yok, her yer tıklım tıklım dolu. Benden yüz bulamıyor. Uyuyor gibi yapsam da kulağım onda. Bu kez önündekilere, yanındakilere İngilizce yine Birleşmiş Milletler binasını, otel fiyatlarını soruyor. “Ha gardaş anlamadım” diyen başını çeviriyor, şaşkın şaşkın birbirlerinin yüzüne bakıyorlar. Bizimki iyice şaşkınlaşıyor, etrafında benim dışımda konuşacağı kimse yok… Beynimde ikilemlerin biri diğerine karşı savaşıyor.
-Bu adam şayet benim peşimdeyse…
-Senin Haremden apar topar otobüse bineceğini nereden biliyor ki, üstelik sen otobüse hareket halindeyken bindin ve o otobüsteydi, senden önce binmişti.
-Olabilir, acelen olduğunu bilebilir, senin sabah derse yetişeceğini bilir, seni takip etmiştir, hemen hareket eden otobüse bineceğini tahmin edebilir.
– ama zaten açık alandasın. Dershaneye giriş çıkış saatin belli, otobüse dolmuşa bindiğin durak belli. Kaldığın evi zaten avuçlarının içi gibi biliyorlardır.
-Ihhh… ikilemler çarpışıyor beynimde. Ya gerçekten ihtilacı varsa, ya doğru söylüyorsa…
Otobüs Polatlıyı geçerken yem atıyorum, tavrına göre davranacağım. Teklifime sazan gibi atlarsa bir “hastirlik” hakkı var.
-Bu gece benim misafirim ol” diyorum, sabah kalkar işine gidersin… Başıyla “olmaz” işareti yapıyor. “Numara yapıyor pezevenk” diyorum, “tecrübeli, toy biri değil”… Aldırmaz görünüyor.
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 09
Çaresiz ama tereddütlü görünüyor, teşekkür ediyor teklifime. Terminalde sabahlayacağına izin verip vermeyeceklerini soruyor. “Verirler” diyorum, terminalde sabahlarsın. Rahatlıyor, endişesi dağılır gibi oluyor. Hareketlerini izliyorum.
“Diyelim ki bu adam polis ve senin peşinde. Yahu bu adamlar zaten senin peşinde. Bir açığını bulsalar uçururlar seni. Bu kadar tesadüf!… Paranoyaya mı kapılıyorum yoksa”…
Kendimi toparlayıp son derece emin bir tavırla “ hava çok soğuk diyorum, ben öğretmenim, biz de kal”.
Bu kez teklifimde ısrarcı olmamın onda yarattığı kuşkuyu görüyorum. Hangi branş öğretmeni olduğumu, nerede çalıştığımı, kaç yıldır çalıştığımı v.s soru yağmuruna tutuyor beni. “Dershanede çalışıyorum, Matematikçiyim” diyorum. Okulda değil dershanede çalışıyorum.” Dershane!… Yeahh… Tamam, yeahhh ama valla bir bok anlamadı. Dershanenin ne olduğunu bilmiyor bile. Frenlerim boşalıyor, hiç istemediğim halde “lan diyorum sen “bizim amcaların” Vaşington versiyonu musun, ne boksun, hayrola “coni”… Washington… Tedirginliği iyice artıyor. Nasıl olsa frenler boşaldı, kendimi tutma gereğini bir kenara bırakıyorum. Zaten söylediklerimi de pek anlamıyor. İngilizceden çok “İngilazca” konuşuyorum. İngilizcem kırık-dökük. Avanak avanak beni dinliyor. Anlamadığı belli. Tepem atıyor, içimden “ulan diyorum lavuk şimdiden çaktırmadan beni sorgulamaya başladı bile”… “Lan Coni” diyorum, sen bizi pek tanımıyorsun, şayet amacın… Şayet benimle karşılaşman tesadüf değilse ağababalarına 1968 Dolmabahçe’yi sor. Boğazın serin sularında altlarına kaçırışlarını sor… Bizim böyle bir geleneğimiz var. “Senin tercihin ne olur coni, gerçi burada deniz yok ama seni otobüsten aşağı atmamı ister misin?… Okey, okey… Bazen cümlenin ortasında bazen cümlenin bitişinde okey, okey… Lan oğlum diyorum kendi kendime bu lavuk bir bok değil, baksana anasına sövsen okey diyor herif. Yumuşuyor, gülerek “Ankara’da havalar çok soğuk olur, gel bizim evde kalırsın, sabah işine gidersin. Yarı gönüllü “okey” diyor. Ankara garına kadar kurdeşen oluyorum. Bir an beni rahat bırakan olumsuz düşünceler yeniden beynime hücum ediyor. “ Kaçsam mı”… “Ya ihtiyacı varsa”… “Kaç”… Ya gerçekten zor durumdaysa…
Elimin tersiyle kolumu savuruyorum. “Her ne boksa ne bok, varsın kalsın. Şayet polisse zaten izleniyorsun. Hem neyin var ki, sabahtan akşama tahta başında matematik anlatıyorsun”
Terminalden evin yolunu tutuyoruz. Aralıklarla sohbet etmeye çalışıyoruz. Gerginliğimi yenemiyorum. Ramazan ayı. Sabaha karşı eve geldik. Bir odada yattı, sabah kalktık benimle birlikte Kızılaya geldi. Para verdim. Çalıştığım Dersaneyi gösterdim. “İhtiyacın olursa akşam on dokuz buçuğa kadar buradayım”
Akşama doğru dershaneye gelip bir öğrencime beni sormuş. Öğrencim “Hocam bir Arap seni soruyor”. Ne arabı ya… Kafamı kaldırmamla anisi görüyorum. Malim esmer, melez ya da zencilere bizimkiler Arap diyor ya… Anlaşılan Birleşmiş Milletlerde Anise pek yüz vermemişler. Gerisin geri dönüp gelmiş. Yine tedirgin, çaresiz, umutsuz. Hareketlerini izliyorum… Kendi kendime gülüyorum. Endişelerimin yersizliğini anlıyorum. Elimi omzuna atıp “ boşver diyorum, eve gideriz”… Bir gülümseme, bir memnuniyet, teşekkür ifadesi beliriyor yüzünde. İş çıkışı eve geldik. Ailemle tanıştırdım. Bu eşim, oğlum, Sinan. Elini uzatmıyor, çekingen… Evde pek rahat hareket etmiyor. Ev içi davranışlarda sürekli beni benimle oturup benimle kalkıyor. İftar açılmadan bir şey yiyip içmiyor. İftar ezanı okununca mırıldanarak dua okuyor. Eşimle inançlı birisi olduğu sonucuna varıyoruz. Hatırladığım kadarıyla bir iki gece sahura kalktı. İncitmiyoruz. Gündüz dershaneye geliyor benimle, sohbetin konusu genişliyor. Ona bizim oruç tutmadığımızı, bizim sosyalist olduğumuzu ama kendinin rahat olmasını söylüyorum. Yeri geldikçe ülke ve dünya devrimci hareketinden anekdotlar aktarıyorum. Gün geçtikçe daha rahat hareke ediyor. Gündüzleri Sinan’ı gezdiriyor. Çok dikkatli, yoldan karşıya geçerken Sinan’ın elini sıkı sıkı tutuyor. İyi arkadaş oldular. Sinan’a İngilizce öğretiyor. Bir akşam eve geldiğimde hamurdan satranç takımı yapmışlar, gülüyorum. “Anis” diyorum “Mamak cezaevinde bizim hamurdan satranç takımı yapma atelyemiz vardı, sen orda olsaydın Cezaevi müdürü Raci Tetike torpil yapar seni ustabaşı olarak dolgun bir ücretle işe başlatırdım, hatta sigortan bile yapılırdı.”. Günler geçiyor. Bir geceliğine evde kalmak üzere gelen Anis ev halkının yerli bir üyesi oldu. Artık kendi başına mahalleye çıkıyor, bizim gecekondudan şehre iniyor. Olanaklarımız ölçüsünde harçlığını eksik etmiyoruz. Biraz mahcup ama verdiğimiz harçlıkları artık geri çevirmeden teşekkür edip kabul ediyor. Anis kelime bazında Türkçe bile öğrenmeye başlıyor. Biraz İngilizce biraz Türkçe…
Bir gün ineceği durağı şaşırmış, iki durak ötedeki bizim eski oturduğumuz evin durağında inmiş. Evi bulamıyor. Oradaki esnafa mahalle halkına bizim evi soruyor. Mahalle halkı benim durumumu biliyor, yabancı birisi… Beni soruyor… hmmm… anlaşıldı. Kimse beni bilmiyor, tanımıyor. Ararken evi bulmuş… Anisle sohbetimiz genişliyor, dökülmeye başlıyor. Artık bizden emin… Bizim kafamızda Anis inançlı bir İslamcı, ama tutukluğu geçti. Daha rahat hareket ediyor artık. Bir gün Kırık dökük öğrendiği yarı Türkçe yarı İngilizce “yoldaş” dedi, “bana gösterdiğiniz ilgiye alakaya teşekkür ederim. Elbette bir devrimci dayanışmasının en güzelini gösterdiniz, bir gün borcumu ödeyeceğim”… Şaşırdım. “Lan Anis dedim, tabii ki yoldaş diyeceksin, kaç zamandır bizim ekmeğimizi yiyip, suyumuzu içiyorsun. Bizden sana da bulaştı galiba”… Anis orucu bıraktı, sahura kalkmayı bıraktı. Sohbet konularımız genişledi. Boş biri değil. Dünyadan haberdar. Anisin ne Zooloji öğrenciliği var, ne turistliği. Eritre Hulk Kurtuluş ordusunun idama mahkum edilmiş, örgütü tarafından cezaevinden kaçırılmış ve yurt dışına çıkarılmış bir militanı… Ağzım açık kalıyor. Etiyopya’yı, Eritre’yi anlatıyor. Oradaki mücadeleyi, işkenceyi, halkın yokluğunu yoksulluğunu… Çok yakın bir arkadaşım biraz de endişeyle “ bu kim” dedi. Anisi en kestirme yoldan tanıttım. “ Afrikalı bir acilci”!… Anise İstanbul’dan Ankara’ya gelirken karşılaştığımız otobüste kendisi hakkında endişelerimi, kaygılarımı anlattım, güldü. Haklısın dedi, CİA dan tuta bütün karşı devrimci istihbarat örgütleri gölge gibi peşimizdeyken bunca şey yaşamışsın, benden kuşku duyman elbette olağan dedi. Anisle artık iyi arkadaşız, birbirimize ısındık, sevdik birbirimizi.
Günlük meşakkatimizi görüyor. Eşime “İdris çok çalışıyor” demiş.
Gün geldi Anis bizden ayrıldı. Nereye gittiğini ne biz sorduk, ne o söyledi. Öğrendiğimiz kural ve geleneğimiz buydu, sorulmazdı da, söylenmezdi de… Zaman zaman telefon etti. Bir iki kez küçük miktarlarda para gönderdi. Belli ki kendini borçlu saymıştı ve borcunu ödüyordu. Aradan sanırım iki üç yıl geçti. İzimizi kaybettik. Kritik durumu nedeniyle nerede olduğunu arayıp sormuyorum. İstanbul’daki öğrenciliğimde telefon kulübesinden telefon edeceğim. Kulübeler loş ışıklı, etrafta pek bir şey seçilmiyor. Jetonu yuvasına atıp bir veya iki numara çeviriyorum, kabin kapısı çalınıyor. İşaretle “ bir dakika “ diyorum. Yeniden kabin kapısı “ tak tak”. Tekrar işaretle bir dakika diyorum. Numaraları yeniden çevirirken tekrar kabin kapısı “ tak tak”. Ben deyim sekiz, siz deyin on. Bir türlü numarayı çevirmeme izin verilmiyor. Hırsla kapıyı açtım, suratını dağıtacağım hergelenin. Kapıyı açmamla adımın seslenmesi bir oluyor. Aniiissss… Kucaklaşıyoruz. Telefon kabinine girerken görmüş beni. Hoş beş, hal hatır. “Hadi diyor eve gidiyoruz”. Elimdeki kitapları, ders notlarını kaldığım yakındaki üçüncü sınıf otele bırakıyorum. Laleli yönüne doğru sohbet ederek yürümeye başlıyoruz. Yüksek katlı bir apartmandan içeri giriyoruz. “Burası diyor mülteci sığınma evi”. Pek bir şey anlamıyorum ama sesimi de çıkarmıyorum. Girişteki odanın zili çalınıyor, şivesinden Arapça olduğu anlaşılan birisi kapıyı açıyor. Karşılıklı tanıştırıyor. “Suudi Arabistan Komünist Partisi üyeleri”… Adımı söylüyor, THKPC/ Acilciler örgütünden yargılandı. Kendimi hiç yabancısı olmadığım kardeş evinde gibi rahat hissediyorum. ilk kez Suudi Arabistan’da bir Komünist partisi olduğunu duydum. Suudiler akşam yemeği telaşında. Anis “gel diyor” seni diğer yoldaşlarla tanıştıracağım. Kimler yok ki… Alman RAF tan, Fransız doğrudan eylemcilerine, İtalyan Kızıl Tugaylarından Sri Lanka Tamil Kaplanlarına kadar… İtiraf edeyim, en hayran kaldığım Irak Komünist Partisi liderinin yaşam tarzı, tutum ve davranışları oldu. Bir altmış metre boyunda zayıf, çelimsiz biri. Bir inşaatta amelelik yapıyor. Yorgun, yorucu bir iş. Kaldığı küçük bir odanın dörtte üçü kâğıt. Kitap defter, gazete… Günde iki saat uyku uyuyor, bütün zamanını Iraktaki yoldaşlarına, partisine yazıp çizmeye ayırıyor. Hiçbir yakınma ve şikâyet duymadım. “Evet diyorum, kazanacaksak böyle kazanacağız. Büyük amaçlara büyük kişiliklerle, büyük fedakârlıklarla ulaşılacaktır”.
Anis, İtalyan Kızıl Tugayları ve Fransız Doğrudan Eylemcileriyle Jumbo çatal kaşık satarak geçimini sağlıyor. Perakende alıp satıyorlar, akşam günlük satış parasını teslim ediyorlar. Fabrikaya güven sağlamışlar. Bir gün kaldığım otelin bütün geçmişten kalan borçlarım dâhil bütün parasının ödendiğini söyledi işletmeci. “Kim ödedi hacı amca” dedim. Tarif ettiği kişi Anisti. Anisle görüşüyoruz. Otele gelip beni yemeğe filan götürüyor. “Anis dedim, otelin parasını ödemişsin, keşke yapmasaydın, zaten zor geçiniyorsun”. Güldü. Gülerek anlatmaya devam etti. Fabrika kendilerine, vermiş oldukları güven nedeniyle bir TIR mal vermiş. Mali pazarlamışlar ama bir daha fabrikaya da yanaşmamışlar, yani paraları cebe atmışlar. Yüzüm asıldı. “ Ne yani dedi, buruvazinin bir TIR çatal-kaşığını çok mu görüyorsun, onlar halkı sömürüyor, biz de onlara derslerini verdik”. “Anis dedim, devrimciler kişisel çıkarları için hak etmedikleri bir çöpe bile el uzatmazlar, yaptığınız düpedüz dolandırıcılık”. Bize düşmanlarımıza bile dürüst davranmamız öğretilmişti de… En zor anımda maddi desteğini gördüğüm Anise küsmüştüm. Ne dersiniz, biraz salak mıyım ne!…
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 10
Aralık ayının Akdeniz soğuğunun, buraya elli yıldır ilk kez yağdığı söylenen karla karışık yağmurun dondurucu ayazında iliklerine işleyen titremeleri yatıştırmak için bizim “sosyal mekânımız” kahvenin, ağzına kadar dolu günlük işsizlerinin birbirlerine sokularak ısındığı, sandalyelere ikişer üçer, tıkış tıkış oturan kalabalığın ortasına kendimi atıvermesem kimsecikler benim farkımda olmayacaktı. Soğuk da ne soğuk ama nemli fırtına insanın içine işliyor. Dışarıda kedi, köpek, kuş hiçbir canlı türünün esamisi okunmuyor. Herkes, her canlı bu fırtınalı soğuktan korunacak bir köşe bulmuş, rüzgârın etkisiyle hışırdayan ağaç dallarının çıkardığı sesi saymazsak ortalık çöl yalnızlığında.
Hani Allahları var be bizim “sosyal mekân” ahalisinin, beni severler, ben de onarlı severim. Birbirlerine karşı hasmane bir davranışlarına tanık olmadım. Bazen dışarıdan gelen “ paralı görünümlü” zontalara ağız dalaşlarıyla değilse de yüzlerini ekşiterek gerekli cevabı verirler, kalırız biz bize… Bizim mekânın müdavimleri arasında dincisi, kafatasçısı, faşisti yoktur. Günlük ekmek derdindeler, hani “eline vur ekmeğini al türünden “yurdumun insanları”dır. Ellerine vuruluyordu ve ekmekleri ellerinden alınıyordu da farkında değillerdi. Onlar yine sevecen, yine hoşgörülü ve vicdanlarından hiç eksik etmedikleri acıma duygusuyla kendilerine yalan söyleyen beyaz cam önünde iç geçirmekle meşguldüler. “Demeye de dilim varmıyor ama” kabahatlerini günahlarından daha çok seviyorlardı ve kendilerine söylenen yalanı huşu içinde dinlemekle meşguldüler, “yalanın yalan olduğunun” farkına varmaksızın.
TV de akşam haberleri bu hay-u huy içinde geçti, gitti. Gürültüden hiçbir şey anlamadım. Spiker bayanın, heyecanı ses tonuna yansıyan anonsuyla program başladı. Programın konusu önemli olmalı, dikkatimi çekiyor. Daha sakin bir köşeye oturdum, gürültünün kesilmesi için ricam boşa gitmiyor, konuşulanları anlayabiliyorum. Sunucu konuklarını tanıtıyor: Filanca paşanın, filanca albayın, bilmem nere komutanının, hangi savaş gemisinin amiralinin, hangi gazetecinin eşleri ve kızları ve oğulları… Ergenekon ve Balyoz davası sanıklarının mağdur edilmiş yakınları… Eşler bakımlı, çocuklar temiz ve iyi beslenmiş, genç kızlar güzelliklerinin mağrur havası içinde… Sunucunun ses tonu mağdur edilmiş insanların iç dünyalarına, psikolojilerine, izleyicilerin pür dikkat bu mağduriyeti anlamalarına ayarlanmış… Bu davaların birinden hüküm giymiş emekli bir generalin mektubu okunuyor. Su katılmamış bir yurtseverlik ve demokratlık örneği… En çok da buna takıyorum. “Nazım bizi bağışlasın” demiş… Ne yalan söyleyeyim, böylesine katıksız bir demokrat ve içtenlikli bir yurtsever olamayıp gittiğime hayıflanıyorum… İnsanın “iyi ki varsınız paşalar diyesi geliyor, yoksa halimiz nice olurdu”… Halimizin nice olduğunu ise düşünmek bile istemedim. “Nazımın kıymetini bilemedik” demiş paşa mektubunda , “Bağışla bizi Nazım”. Keşke yaşasaydı da sizi bağışlasaydı, ama burası biraz kuşkulu bence paşam, yani Nazımın bağışlama kat sayısı oldukça düşük bildiğim kadar, inşallah bağışlar… Programda mağduriyetleri sergilenenler genellikle kuvvet ya da ordu komutanı olanlar… Daha alt rütbedekilerin adları şöyle bir garnitür cinsinden anılıyor. Yani “mağduriyetlerde de önemli olanın “rütbe hiyerarşisi” olduğu anlaşılıyor. Programın tamamına damgasını vuran “mağdur”ların eşlerinin ve çocuklarının anılarıyla bezenmiş içerdekilere, mahkûm edilmiş generallere ardı arkası kesilmeyen övgüler, övgüler, övgüler… Hoşgörüde birinci sınıf, yurtseverlikte birinci sınıf, aydın insan olmada birinci sınıf… Demokratlıkta zaten kimseciklerin ellerine su dökemeyeceği generaller… Yurtseverliklerinden, hoş görülerinden, aydın insan olmalarından –hâşâ- demokratlıklarından kuşku duymadığımız generaller… Kuşku duymasına duymuyoruz ama kendimi frenleyememe acizliğimden olsa gerek, ağzımdan çıkan “pes yahu” lafı kalabalığı dalgalandırıyor… Gözlerin üzerime çevrildiğini hissediyorum… Ettiğim haltın farkına varmamla tedirginliğim arttı, kimseye çaktırmadan etrafı kolaçan ediyorum. Yerimden kalkıyorum. Kahvenin penceresine yanaşıp camdan dışarıya bakıyorum, içeride iki tane polis var. Ya anons etmişlerse… Ya “ bizimle karakola kadar geleceksin” derlerse… Valla “pes” yani… Kanyak yudumlamış Alaska kaçakları gibiyim, ne soğuğu be, içim yanıyor valla. Dışarıdaki rüzgârın insanın ayaklarını çelen şiddetine, yüzümü kırbaçlayan soğuğuna aldırmadan ve arkama bakmadan uzaklaşıyorum. Tanımadığım bu şehrin hangi caddelerine daldım, hangi ara sokaklarını arşınladım, farkında bile değilim. Sokaklar değiştikçe kendi kendime konuşmalarımın konuları da değişiyor. Bir sokak boyunca düzmece iddialarla, asılsız delillerle mahkûm edilen bu insanlara içtenlikle üzülüyorum. Muktedirler savaşının mağlupları… Bir zaman muktedir olanların “ hayata dönüş operasyonu” adı altında övündükleri “kale gibi hapishanelerinde” devrimcilerin katledilmelerinde, sakat bırakılmalarında kazandıkları “muhteşem zaferin” şerefine bilmem ne toplantılarında kadeh kaldırdıkları fotoğraf gözümün önüne geldikçe içim daralıyor, adımlarım daha bir hızlanıyor, sokaklar ha bire değişiyor. Önümden geçen, ağzında kemik taşıyan köpeğin üstüne atlamamak için kendimi zor tutuyorum. “Burdur cezaevinde dozerin kolunu kopardığı Velinin kolu olmasın köpeğin ağzındaki”…“Sizler” diyorum “daha dün gibi kısa bir tarihte muktedirdiniz, gündeminizin değişmez konusu “demokratik düzeni tağyir tebdil ve ilgaya teşebbüs eden” devrimcileri tepelemek gibi bir edayla otururdunuz oturduğunuz koltuklara, tepelerdiniz de. Şimdi sizlerin suçlandığı gibi düzmece delillerle suçlanır, hükümler kurulurdu genç ömürlerimize… Üstelik paşam akıl almaz işkencelerden geçirilirdik. İşkence görmeyen bir devrimci arkadaşlarının gördüğü işkence karşısında yüzü yere geçer, kendine işkence ederdi. Siz elbette işkence görmediniz ve bu insanlık suçuyla yaşamınızın hiçbir anında yüz yüze gelmenizi istemem. Genç yaşlı, kadın kız, çoluk çocuk hapishaneye çevirdiğiniz kocaman ülkemizde kendinizi korunaklı adalarda dokunulmaz sayardınız. Bu gün size galip gelen muktedirlerin korunaklı hapishanelerinde sizlerin hükümleri onaylanıyor. Üzülüyorum sizler adına, içtenlikle üzülüyor ve mahkûm edildiğiniz kanıtların düzmece olduğundan zerrece kuşkum yok. Ama ne çare dünü unutamıyorum, bize bakışlarınızı unutamıyorum, kinininizi, nefretinizi unutamıyorum. Sadece darbelerde değil bu ülkenin tarihi boyunca av hayvanı gibi sürekli kovaladığınız devrimcilerin yaşamlarını cehenneme çevirdiğinizi unutamıyorum… Soğuğa aldırmadan yağmur damlalarının caddeleri aydınlatan ışıklardan süzülüp geçişlerini seyrediyorum. Hayat gibi, inişli çıkışlı, günahı ve sevabı üst üste binen uzun bir serüven. Ya gözünüzü kaçırırsınız, ya da dalar gidersiniz düne, yağmur damlaların altında ıslanarak… Tutuklu bulunduğunuz hapishanelerde üzerinize yağmur yağdı mı bilmem ama şayet yağmasa bile bir an yağmurda ıslandığınızı hayal etmişseniz bile sizin de dalıp dalıp gittiğinize bahse girerim. Bu ülkenin aydınlık yüzlerine karşı bekçiliğini yaptığınız sistemin neme nem bir şey olduğunu anlamışsınızdır ve “ vay anasını be, şu devrimcilerin yirmili yaşlarda söyledikleri yetmişli yaşlarda başımıza geldi” demişsinizdir. “Sistem kullanır ve suyunuz bittiğinde posanızı çöpe atar”. Böyle diyorduk daha yirmili yaşlarımızda ve siz bu sistemin adına “ demokrasi” diyordunuz demokrasinin ne olduğunu bilmeden. Ve demokrasiniz kuşaklar boyu dişlerini etlerimize geçirmeye hazır ejderhalar gibi peşimizdeydi. Ve tuzaklara düşürülürdük pusularda. Ve bizi beklerdi işkenceler, hapishaneler, ölümler, idamlar… Ve sizler vatanseverdiniz on yedi yaşındaki çocuğun yaşını büyüterek asacak kadar… Hapishaneler bizim için devrimin okuluydu ve oradan mezun olamayan sınıfta kalırdı. Okur, araştırır ve düşünürdük. Bir de hapishaneden kaçma planları alırdı zamanımızın çoğunu… Uslanmayacaktık ve asilik kanımıza işlemişti. Bunun için –övünmek gibi olacak ama paşam- insandık, bunun içindi türkülerimizin yanıklığı, şiirlerimizin insan yüreğini delip geçmesi. Hal böyleydi de sizlerin tutuklanmasına bunca itiraz eden, TV’lerde programlar yapan, makaleler yazıp köşe yazıları döşenen bunca demokrat bizler için neredeydi ve hala bugün aynı düzmece kanıtlarla mahkum edilen devrimciler için bu demokratların niçin sesi çıkmaz?. Eminim benim kadar siz de bu soruyu soruyorsunuzdur ve bu durumdan rahatsızlık duyuyorsunuzdur. Mesela şöyle bir sonuç çıkardığınızdan öylesine eminim ki… “ askeri darbelerle devrimcileri bize çiğnettiler, şimdi de bizi çiğniyorlar”… Kim mi?. Elbette bu soruyu sormayacak kadar meseleyi kavramışsınızdır, kim olduğunu öğrenmişsinizdir.
Kısa sürede özgürlüğünüze kavuşmanızı diliyorum. Belki demokrat yazarlar, TV program yapımcılarının işleri hafifler de aynı düzmece kanıtlarla mahkûm edilen, yaşamları ellerinden alınan devrimciler için de aynı gayret ve duyarlılıkla kamuoyunu bilgilendirirler, devrimcilerin de sahipsiz olmadıklarını gösterirler…
Ayağınıza bir terlik geçirip, ütüsüz bir pantolon ve bir tişörtle çıkın deniz kenarına. Dalgaları seyredin, suyu, gökyüzünü, kuş ve rüzgâr seslerini… Ve yüksek selse haykırın paşam, samimi niyetiniz kitap sayfaları arasına sıkışıp kalmasın:” Kahrolsun emperyalizm, Kahrolsun faşizm, kahrolsun yaşamaya değecek kadar güzel olan bu hayatı cehenneme çevirenler”… Hapishaneleri olmayan bir dünya mümkündür deyin. Eminim Nazım sizi duyacaktır ve o engin hoşgörüsüyle sizi ancak o zaman bağışlayacaktır. Paşam biliyor musunuz sizlere hiç küsmedim, çünkü hiç paşa arkadaşım olmadı.
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 11
Kaçıncı yıldı geride bırakılan? On… Onbeş… Yirmi… Belki de daha fazlaydı da çetelen pusulayı şaşırmıştı. İki bin iki yüz yirmi iki gün sonra çıkıp gelivermesiyle o güne kadar tuttuğun çeteleleri saymıştın. Tamı tamına iki bin iki yüz yirmi iki gün boyunca çetele tutmuştun… Her geçen günü doğacak güne ekleyerek ve her an kapıyı açıp “geldim” diyeceğini, gülümsemesiyle, bakışlarıyla, “çat kapı” içeriye gireceğini bekleyerek… Gelmişti işte ve de yüzünde güller açmıştı… Yanındaydı işte ve artık ne çetele tutacaktın ne de her çiziktirmelerde o terk edildiğin günün cehennem azabını yeniden yeniden yaşayacaktın. Onu apansız getirip karşına diken şey ona duyduğun o dipsiz bucaksız, unutamadığın, bitmek tükenmek bilmeyen duygularının çekim gücüydü… Ya da sen öyle düşünmüştün… Öyle mi idi gerçekten?. Bunun öyle olduğunu, düşündüğün gibi olduğunu hiçbir şeyi istemediğin kadar çok istemiştin. Oysa bir masumiyetin örselenmesi, parçalanması için onu illa da kayalara çarpmanın, uçurumlardan aşağı atmanın gereği bile yoktu. O, umursamaz bir ses tonunda, bir rüzgâr esintisinde kendi kendini yok edebilirdi. Olan olmuştu ve korktuğun başına gelmişti işte… Sanırım şu anda yaşadığın bu… Değil mi?
Yüzünde çok sık görülmeyen bir hüzünle, boş gözlerle ufka bakıyordun. Omuz silktin… Belli belirsiz bir ses tonuyla, sanki söylediklerinin birileri tarafından duyulacağı endişesi taşımasından korkuyormuşçasına “belki” diyebildin…
Aslında kaçtığın bir gerçeğin itirafıydı, kaçtığın kendindin. Sen bir ayıbını, bir olmazını başkalarına rahatça söyleyebilen birisiydin, severdin kendinle dalga geçmeyi ama kendine karşı ketumdun, değil hissedileni, aleni apaçık bir gerçeği kendine itiraf etmen, zor ne kelime demirden bir leblebiydi. Sözcükler boğazına takılır kalırdı da bir türlü dilinden dökülmezdi. Ne çabuk bırakıverdin kendini bilinmez sulara, derin sulara, mavi sulara, gelgitlerin fırtınalı dalgalarına… Gerçekten öylemiydi, derinliği olan duyguların mıydı, yoksa çöl ortasında yarattığın halüsinasyonların derinliği miydi seni içine çekip alan… İkisi de doğruydu, derinliği olan duygularındı ve bu derinlik çöl ortasında bir vahaydı. İşte diyecektin “aşk çöldeki vahadır, çölün ruhsuzluğuna anlam, saldırganlığına gülümseme, kabalığına nezaketle karşı koymaktır.” Aşk, yeri göğü inleten, kendisinden başka hiçbir sesin hiçbir tınının işitilmesine fırsat vermeyen itici, yılışık ve yapışkan yabani hayvanların böğürtülerini, ilkel dürtülerini Rodrigo’nun gitarının telleriyle hizaya getirmekti, ilkelliğe, soysuzluğa bir meydan okuyuş, baş eğdiriş ve diz çöktürmekti. Öyle sanmıştın değil mi, ya da öyle mi ummuştun?. Oysa ne zaman uyanacak ve ne zaman fark edecektin o çölün vaha olmadığını. Çölü vaha yapan senin halüsinasyonlarındı. Sanrıların altını çizerken aslında kendi üstünü çizdiğinin farkına varman için daha ne kadar beklemen gerekecekti. O bir çöldü, öylesine kördün ki üzerinde bir dal yeşilin yeşermesine bile olanak tanımayan ölü kumları gümrah bahçelerin bitek toprakları olarak gördün, o kadar sağırdın ki hastalıklı bir gırtlaktan çıkan sesi, ruhun tellerine dokunan bir ezgi diye kımıldamaksızın dinledin. Hiçliğe kendini teslim etmek için hiçliğin fedaisi oldun, varlığını yaraladın. Âlemin doğrucusuydun ama kendine yalanlar söylemede de üstüne yoktu hani…
Bir uyku sarhoşluğuydu başını döndüren, bilincini karartan. Gaipten sesler duymaya başladın. Evet diyordu bir ses, “topraklarım bitek değildir, üzerimde bir dal yeşermez, suyum çekilmiştir, açlara aş, çaresizlere mekân olamadım. Genç kızların namelerinde adım geçmedi, delikanlı oğlanların halaylarına yurtluk edemedim. Başka doğrular da var ve lakin sen başka doğrulara körsün, üzerimde ses veren ezgilere sağırsın. Mecnununa ruh oldum, Leylayı bende aradı, Şahlara, krallara kılıç sallayan bedevi kaçaklara yurt oldum, kumsalımda sakladım onları. Başıma gelmedik kalmadı bu yüzden, zalimlerin talanına uğradım, tanrılar lanetledi beni. Kimine göre katil, kimine göre kahramanım, kimine göre soylu kimine göre serseriyim. Beğenirsin ya da beğenmezsin, benim bir ruhum var, dününle bugününü, geçmişinle geleceğini bağlayan bir köprüyüm. Ya sana göre neyim? Uyan, o çöl dediğin ben değilim. Bir ruh arıyordun, ruhsuz bir taşa takıldı ayağın. Bütün yokluk ve yoksunluğuma rağmen üzerimde vahalarım vardır, bir boyumdan diğerine nehirler akar üzerimden, susamışlar suyumdan içer, yorgunlar vahalarımda dinlenir. Bütün bunlar için canımı dişime takar gece gündüz emek veririm, sen görmesen de kum tanelerimi bu emek ayakta tutar. Hani aşk emekti, sen söylemez miydin sık sık bunu, emeği unuttun, sana emek verenleri de unuttun. Neşeden yoksun sevinç çığlıklarına kaptırıp kendini kötülüğün gürültülü yankılanışıyla beni eş tuttun”.
Anılar dağarcığını yokladığında heybenin iki gözünün birinde, geçmişi olmayan ve geleceği de olmayacak olan bir kirletilmiş şimdiki zamandan başka bir şey yoktu. Diğer gözünde gülümseyen bir yüzde tomurcuklanan ter vardı, ruhun uduna dokunmuş, sonsuzluğa akarcasına yenilenen, seslendirilmiş bütün ezgileri yeniden yeniden okuyan, bağrında taşıyan, yeniden ezgiler doğuran ölümsüz şarkılar vardı, meydan okuyan marşlar vardı. Gökyüzünü fethetmeye çıkmış fedailerin korkusuz ruhları, kör kuyularda Yusuf’a can olan Züleyha vardı. Peki ama sen kimdin, sen kimsin?. Okyanusların derinliklerinden korkup sığ sulara sığınan bir zavallı, gerçekliğin ormanından kaçıp ürkek tavşanlar gibi çalı diplerinde gizlenen bir korkaksın. Kolaycılık senin de işine geliyordu değil mi?. Savaşı bütün cephelerde kaybetmiştin, bir bu cephe vardı gelecek için umutlarını besleyen. Onurluydun, vakurdun, başın dikti. Başın dikti ama tosladığın kör bir taşa teslim bayrağını çekmeyi de yakıştırdın kendine.
“Dur” dedi bir ses. Kaygan bir zeminde limitsiz bir hızla koşan atletler de tökezler, yıkılır, bir yerlerini sakatlar. İşte asıl sınavda burada başlar. Yıkıldığın yerde uzanıp kalacak mısın, yaralı bedeninle, incinmiş ayağınla yeniden doğrulup koşmaya devem edecek misin?. Omuzlarındaki yükün ağırlığı altında yalpalıyordun, balçıktı her yanın, sağın solun balçıktı. Çocukluğunda hayranlıkla izlediğin yıldızlarını kaybetmişti gökyüzü, derelerin suları çekilmiş, sokak şarkıcıları susmuş, caddeler yol boyu kirli bir sarıya teslim olmuştu. Hazırlıklı değildin bütün bunlara, olacaklara ve olasılıklara karşı bir öngörün de yoktu. Çocukluğunda gökyüzünün bir parçasını görürdün, yıldızlı bir parçasını. Senin için gökyüzü bu kadardı. Büyüdün, gökyüzünün başka parçaları olduğunu da gördün. Bütün gökyüzüydü hedefin, ıpıl ıpıl ıpıl ışıldayan, büyüklü küçüklü, geceleri avuçlarına düşen, yüzlerinde gezinen yıldızlarla donatacaktın bütün gökyüzünü. Küçücük dereler mavi, yeşil tirşe rengi çağlayanlara dönüşecekti. Topraklar bitek ve verimli, aç ve açlığın adları geçmiş dönemlerin masallarında kalacaktı. Çocuklar silecekti sözlüklerinden bu sözleri. Kocaman sofralarda doyasıya yemekler yenilecek, dağ bayır, kızlı erkekli dans pistleri olacaktı. Gitarın tellerinden, ezgilerin namelerinden kederin adı silinecekti. Güneşin sıcağında, denizlerin kumsalında merhaba diyecekti hayat. Çocuklar bütün masumiyetleri ve gülen gözleriyle “savaş nedir” diye soracaklardı. Bu yaşamın yolu aşktan geçecekti ve aşk yaşam olacaktı.
İdeallerine yenilmedin, ideallerin yenilmedi. Anka kuşu Kaf dağının ardında, o gelmeyecek, onu sen getireceksin ve çıktığın meşakkatli yolculuk Kaf dağının ardındaki Anka kuşunun masalsı yolculuğuydu, masalı çocukların yaşamına adayacaktın. Bu yolculuk bir aşk yolculuğu idi, sarp tepeleri, derin vadileri, geçit vermez dağ başlarını aşacaktın. Boğuşacaktın, tökezleyecektin, bir yerlerin incinecekti. Aslolan yola devamdı. Bunu tökezlemeden say olur mu?.
Utandım bu sesten ve küstüm kendime
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 12
“Occupy Wall Street, Occupy Hamburg…” Mevsimler bahar /yaz aylarını devirip güze evrilirken içime bir ağırlık çöker, bir uyuşukluk, bir boşluk… Ne yapsam ne eylesem yüzüme vuran iç burukluğumu gizleyemem, gözlerime oturan hüznü, içime çöreklenen karamsarlığımı ört bas edemem. Hangi eşe dosta rastlasam “ ne o lan, yine yüzünden düşen bin parça” alayından kaçamam. Ne bileyim belki kökü derinlerde olan, güzün yeniden nükseden, kendini hatırlatan bir yaram vardır da belki fark edemiyorumdur, belki bilinçaltında gizlediğim bir sır yüzüme ayna tutuyordur da bundan kaçmaya çalışıyorumdur. Sebep her neyse ama güz aylarının kendimi bildim bileli benim halet-i ruhiyemdeki yeri, anlamı bundan başka bir şey olmadı. Bu aylarda hep yalnız kalma isteğim dizginlenemez şekilde beni esir alır, ayaklarım alır götürür beni Kumruların ara sokaklarına. Adlarını bilmediğim ağaçlar, altın sarısı yapraklarını dokuma yün halılar gibi serer ayaklarımın altına… Öyle içten bir davetkârdırlar ki, siz o yapraklara basmaya kıyamayıp kıyısından köşesinden basacak yer ararken onlar yüzlerinden eksik etmediği o mahcup gülümsemeleriyle, davranışlarına yansıyan nezaketleriyle “buyur” ederler. Kuşluk vakti çiseleyen yağmurun kokusunu kattığı, yumuşattığı yaprakların ısrarlı davetine daha fazla dayanamaz, yolun köşesinden ortalarına doğru çekingen bir tavırla ilk adımınızı atarsınız. Başınızdaki yağmur bulutu akışkan bir sıvı gibi bir o yana bir bu yana şekilden şekle girip ağıp dururken ilk damlaların kirpiklerinize düştüğünü tarifsiz bir hazla hisseder, ayağınızın altındaki altın sarısı yaprakların yumuşak dokunuşları sarıp sarmalamaya başlar ruhunuzu. Biraz çekingen biraz tedirgin bir utangaçlıkla teslim edersiniz kendinizi… Narkozla iradesi elinden alınmış beyin gibi iradenizi çekip alan bir gücün sizi çıkardığı yolculukta da artık sizin iradeniz saf dışı bırakılmıştır. Onun istediği yerde, onun size armağan ettiği başka bir dünyadasınızdır artık… Hoş geldiniz… Ne çiselemeye başlayan yağmurun serin damlaları, ne yanınızdan yörenizden geçen insan kalabalıkları, ne şehrin çıldırtıcı gürültüsü bu derin uykudan uyaramaz sizi… Çevrenizdeki seslere sağır, burnunuzun ucundakilere körsünüzdür… Duymazsınız, işitmezsiniz, hissetmezsiniz… Sizi çevreleyen atmosferde yaşadıklarınız yaşanmamıştır, sıkıntılarınızdan azade, vesveselerden uzak uyanmak istemediğiniz uykunun en renkli rüyasındasınızdır artık… Bir ruhsal tedavi, ruhun hoş bir tedavisi… Bütün yaşanan on dakika, bilemediniz on beş dakikadır. Yaşamın ızbandutları kasabanın ücra köşelerinde izinsiz askerlerin peşine düşen inzibatlar gibi çeker alır sizi bu rüyadan… Kaçış yollarınız da kapatılmıştır, başlama noktasına geri dönersiniz bir göz ucu selamıyla hoşça kal diyerek altın sarısı yapraklara… Loş, boğucu, kirli sarı bir göğün altında menzilsiz dervişler gibi bir o yana bir bu yana debelenir durursunuz. Arada bir görünen güz güneşi de ferahlatmaz içinizin sıkıntısını… Yaşam denilen inzibatın sırıtkan, yapışkan alaycı gülüşlerinin içinizi burkan zaferini sokaktan geçerken tesadüfen kulağınıza gelen spikerin okuduğu haber bozguna çevirecektir. Kahvenin gürültüsü, patırtısı arasında bulduğum bir köşeye sıkışıp haberleri dinlemeye başladım. Spikerin sık sık tekrarladığı “Waal Street yanıyor” cümlesinden doğrusu bir şey anlamadım. Kulak verip o gürültü arasından spikerin ne dediğini anlamaya çalışıyorum. “Değerli izleyiciler, Waal street yanıyor”… Kulağım spikerin sesinde, gözüm habere ilişkin görüntülerde… Koşuşturmalar, taş, şişe, pankartlar… Pankartların hemen hepsinde “Occupy Waal Street”… Polis göstericilerin üzerine acımasızca, amansızca saldırıyor… Tekmeler, coplar, yerde sürüklenen kadın, kız, erkekler… Gençler… Yaşlılar… Polise karşı kurulan Barikatlardan yükselen alevler… Dağılan, ara sokaklarda izini kaybettiren, nereden nasıl çıktıkları bilinmeyen göstericilerin ani atakları, yeniden toparlanıp bir araya gelişleri, karşı saldırıya geçişleri saniyeler içinde gerçekleşiyor… ABD yetkilileri kendilerine uzatılan mikrofondan göstericilere karşı kinlerini, nefretlerini kusuyorlar… “Komünistler, sermaye servet düşmanları”…. Gülümsüyorum… “Ulan hödükler diyorum bir sır mı açıklıyorsunuz, Komünistlerse bunlar elbette sermaye ve servet düşmanları olacaklar, elbette sizin yiye yiye şişip keneye dönen pis mundar bedenlerinizin de korkulu rüyaları olacaklar”… Ne yalan söyleyeyim, gülümsememden tedirgin oldum… Öyle ya yerin kulağı vardır… Sağımı solumu kontrol ederek kahvenin dışına çıktım, sıradan bir kahve müşterisi gibi…
Hapishane alışkanlığım ıslıklarımı yeniden kondurup dudaklarıma, rastgele sokaklarda caddelerde yürümeye başladım. Önüme gelen arkadaşlarımı aramaya başladım… Sevincimi, neşemi gizleyemiyorum… Kimisi “ ne ulan büyük ikramiye çıkmış gibi neşelisin”, kimisi “ lan oğlum hangi dağda kurt öldü, seni böyle neşeli görmeye pek alışık değiliz” dediler. Kimisi bir anlam vermedi, kimisi de anlamadı zaten. Ben de kimisine bastım “siktir” i, kimisine de ağız dolusu küfrettim. Akşam eve döndüğümde ABD deki sınıf hareketlerine ilişkin geçmiş bilgilere göz attım. Valla, hiç de öyle küçümsenir gibi değilmiş… “Bunlar” dedim “yüz otuz-yüz kırk yıl öncesi bir Mayısı tarihe not eden Şikagolu devrimcilerin torunları…”… Aylarca süren eylem Avrupa’da ses vermeyecek miydi, Almanya, Fransa, İngiltere, Avusturya, Yunanistan, Kuzey ülkeleri, Doğu Avrupa… Ve güzel ülkem… Türkiye… Hiç dinlemediğim, egemenlerin borazanı TV haberlerinin tiryakisi olmam bundandır. Yazılı basın yarasını gizleyen çakal gibi kayıtsız kalamadı işgal ve isyan haberlerine… Güz ses verdi “ ben sadece hüzünden ibaret değilim, bir yanım işgal ve isyandır” dedi. Güz aylarını böyle sevmeye başladım… Yeni bir aşk benim için… Londra bir sağanak yağmur gibi indi İngiliz borsasının üstüne, Hamburg, Frankfurt “ finans sektörüne, borsaya “ van minit” dedi… ( Valla bunu bir yerlerden duymuşsunuzdur). Parisliler… Adı isyan tarihiyle yaşıt Paris… Sahnede yerini alırken görkemliydi yine… Atina… O nasıl bir inat, o nasıl bir direniş… Bir Yunanlıya kardeş yakınlığı duymanın dolaysız tarifi bu olsa gerek… Güzel ülkem, Türkiye’m… Yaz aylarının uyuşukluğuna, rehavetine o enerjiyi katma ustası ülkem… Övünüyorum bu ülkenin insanı olmakla… İşgal ve isyan hareketlerinin baş gösterdiği hiçbir ülkenin sıradan insanları hiç bu kadar yaratıcı olmadı, hiç bu kadar da resmi ve sivil karşı devrimcilerin saldırılarının hedefi olmadı ve hiç bu kadar da amansız bir güzellikle direnişin gülüşlerini nakşetmedi yaşama… Biz Nasrettin Hocanın torunları değil miyiz?. Göle Maya çaldık, yoğurdumuz tuttu. bu bir ilkti, bir başlangıç. Öğrendik nakış işlemeyi… Bir gün Mutlaka… Göstericilerin üstüne kimyasal su sıkan tomacılara, biber gazcılarına, eli satırlı zavallılara küsmedim valla… Mert dayanır, namert kaçar…
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 13
“Aşk, kafatasına sığmayacak kadar çılgın bir beyne, göğüs kafesinden çıkarıp sokağa atacak kadar cesur bir yüreğe sahip olanların işidir” dese biri size, eminim bu lafı eden adamı yarı alayca yarı aldırmaz bir tavırla aşağıdan yukarıya göz ucuyla süzüp vebadan kaçar gibi hemencecik oradan uzaklaşıverirsiniz. Yanılıyor muyum? Yo yo, bu sizi küçümseme, “bir işe yaramazlar” sınıfına koyma gibi bir niyetimin olmadığına samimiyetle inanmanızı isterim. Üstelik hepinizden önce de bunu ben yaparım. Orta zekâlı adam müsvettelerinin cennetinde aşka övgüler düzüp, üstelik kendimi o cendereye sokarak cehenneme koşar adım gidecek kadar saf ve salak mıyım ben… Yaşadığım toplumda “işe yarar adam” pozu vermenin ne kadar önemli olduğunu bilmez miyim hiç… Ne yalan söyleyeyim onunla karşılaştığımda aynen de böyle düşündüm ve o alaycı tavrımla adamı aşağıdan yukarı süzerek “elbette, buyurun” dedim ama Muharrem amcamın da azarından ve terslemesinden nasibimi aldım.
O yılın Mayıs ayıydı. Kendimi koynuna bıraktığım, beni sarhoş eden ve sürüklediği mecralarda haz aldığım Mayıs… Kolumun kırıldığı, başımın yarıldığı, beni türlü belalara gark eden, hiçbir mihnetine sitem etmediğim Çılgın ve çıldırtan Mayıs… Hangi ay Mayıs kadar insanın kalbini yerinden sökebilir ki… Güneş sisteminin döngüsünde ateşler Mayısa mı düşer, Mayısın ateşi kor olup insanın kalbine mi düşer… Bundan mıdır en çok insan olduğumuzu hatırladığımız ayın Mayıs oluşu… Belki de binlerce yıldır kâhinlerin, bilginlerin bir türlü açıklayamadığı, kutsal kitaplarda yerini bulamadığı aşk, sarhoş edici bir Mayıs çılgınlığıdır da biz bilmiyoruzdur.
Sabahın serin esintisinde çıktığımız yolculukta arabanın açık camından yüzüme vuran rüzgâr tatlı bir üşüme hissi veriyor. Kıvrılıyorum koltuğa. Muharrem amcam göz ucuyla beni süzüyor, başını “ hey yarabbi” der gibi iki yana sallayıp gülümsüyor. “Delioğlan sen ne zaman akıllanacaksın, ne zaman adam olacaksın?…
-Sence ben adam olur muyum Muharrem amca
-Adam olmaya hiç niyetin yok… Zor valla…
-Çok mu umutsuz bir vakıayım
-Senin deliliklerini bilmem mi. Seni Mamak’taki şu tünel işinden vazgeçirmek için nasıl uğraştık, Bahriye bir yandan ben bir yandan. Bizi azarladın, bir daha görüşe gelmeyin dedin. Senin çılgınlığının, gözü karalığının bu derecesine akıl erdirememiştim.
-Gülüyor. Belki diyor bir parça da olsa bizi da adam eden o günlerin onuruydu, vakarıydı. Biliyor musun deli oğlan diyor, deliliğine kızıyorum, bazen beni de delirteceğinden korkuyorum ama laf aramızda “adam gibi adamsın” be… Bende senin gibi olmak isterim ama galiba bu bir tanrı yeteneği bu, ben de yok.
Ya Muharrem amca diyorum bir eve bir deli yeter, sen benimle uğraşıyorsun, seninle kim uğraşacak.
Yolun üstünde ısrarla bize el kaldıran birisi var. İki eliyle ani, çabuk hareketler yaparak durmamızı istiyor. Muharrem amcam hız kesmiyor, ha bire gaza basıyor. “Muharrem amca dur, adamın acele bir işi olmalı, alalım”. Muharrem amcam bir yandan ters ters bana bakıyor, bir yandan bildiği bütün müstehcen küfürleri sıralayarak adama sövüyor. Israr ediyorum. Yüzü iki karış asık. Durup adamı alıyoruz. Orta yaşlarda biri… Gideceğimiz yeri söyledik. “Ne tesadüf ben de oraya gidiyorum” dedi. Gittiğimiz yer bir kasaba pazarı. Her Pazar gideriz oraya, domates, patlıcan, biber… Mevsimine göre hangi meyve sebzenin samanıysa onu satarız. Adam pazarda indi, nereye gideceğini merak ediyorum, izliyorum adamı. Hal ve tavrıyla, üstünün başının düzgünlüğü ile konuşma tarzı ve şivesiyle pek pazarcıya benzemiyor. Ben kasaları indir-bindir telaşı içinde adamı gözden kaybettim, nereye gittiğini göremedim. Arıyorum, nereye gittiğini bulmaya çalışıyorum ama Pazar da kalabalık, göremiyorum etrafımı. Bir bahane bulup bizim tezgâhtan birkaç metre ayrılıyorum. Muharrem amcam sık sık beni tezgâhın başında durmam için uyarıyor. Bir ara azarladı beni “ bok mu var iki de bir tezgâhtan ayrılıp sağa sola gidiyorsun”…
Kasaba pazarı öğleye doğru dağılır, kalabalık çekilir, ortalık tenhalaşır. Gözüm habire bu adamı arıyor. “Allah Allah bu adamın pazarda ne işi olur”. Yoksa?… Bu “yoksa”nın içimde yarattığı kuşkuyu Muharrem amcama söylemedim. Öyle ya bu kasabaya şehirden otobüsler, minibüsler kalkar, binip rahat rahat yolculuk edecekken, ya da kendi arabasına kurulup aheste aheste gitmek varken sabahın köründe bizim eğri bacaklı kamyoneti seçmesi bir tesadüf olabilir mi? “Yoksa”…
Tezgâhımızda mal bitti. Önlüğü çıkarıp muharrem amcanın üstüne attım, arkama bakmadan “geliyorum” dedim. Köşe bucak adamı arıyorum. Sanki pazarın bir köşesine demir attı da benim kendisini bulmamı bekliyor gibi… Onu kasaba pazarının kenarında buldum. Elinde bir bardak çay, sigara içiyor. “Merhaba” dedim, “Merhaba, çay”?… Evet dedim, teşekkür ederim. Güldü. İlk kez bu pazarda teşekkür eden bir esnafa rastladım dedi. “Ben de ilk kez bu pazarda pazarcılıkla ilişkisi olduğunu düşünmediğim birisine rastladım” dedim. Gözünün altından bana baktı, kaygısız, sakin. Kışkırtmaya çalışıyorum. Gözüm bir yandan da en yakın tezgâhtaki kasalarda. “Tam suratına çakmalıyım kasanın menteşeli yanını”. Bir vuruşta yere düşmeli, sendeleyip ayağa kalkmasına fırsat vermeden haşatını çıkarmalıyım. Elini omzuma attı, elini ittim “ bu kadar samimimi değiliz” dedim. “Özür dilerim, tepki göstereceğini düşünmemiştim, dostça bir yakınlık duyma ifadesiydi”… İyice emin olmuştum, günlük yaşamını kırk elli sözcüğe sığdıran birisi değildi. Türkçeyi zengin, yerinde ve iyi kullanıyordu. Pazarla, pazarcılıkla ilişkisi yok bu adamın. Ancak beynime üşüşen “ yoksa” kuşkusu yaratan zevatı da iyi tanırdı, konuşmasında onların da kabalığı yoktu. Zarif, efendi bir adam portresi çiziyordu. “ sigaran var mı” dedim. Paketini uzattı, bir dal sigara aldım, yaktım. Muharrem amcam arkamdaymış, görmedim. Yine bildik hiddetiyle “kasaları yükledim, gidiyoruz” dedi. Adam Muharrem amcama “senin delikanlı beni pek sevmedi galiba” dedi. Muharrem amcam kolumdan çekiştirerek beni sürükledi, bir yandan da yine üstü açılmadık küfürlerle adama veryansın etti. Birkaç adım uzaklaştıktan sonra arkama dönüp “ gidiyoruz, seni de götürelim, gel” dedim. “ Teşekkür ederim. Ben akşam döneceğim, size iyi yolculuklar” dedi. Yolda Muharrem amcam bana yağdı gürledi, “ne diye bilmediğin bir adamı arabaya alıyorsun, başını belaya sokma meraklısı mısın” dedi. Niyetimi anlamıştı. Yolun uçurum bölümünden geçerken “ buraya mı atacaktın” dedi. Hiç konuşmadım. Bu kasabanın pazarı haftanın bir günü, Cuma günü kurulur. Genellikle haftanın iki günü iki kasaba pazarına gideriz, diğer günler köylerde satış yaparız. Günlerin telaşıyla yaşananı unuttum. Adam zihnimden silindi gitti. Öbür Cuma günü yine Muharrem amcanın gayri memnun, genellikle benden şikâyetiyle söylene söylene çıktığımız yolun aynı noktasında aynı vakitte, aynı adam… “Durun”… Muharrem amca okkalı küfürlerinden birini daha sallıyor, durması için ısrar ediyorum. “ Pezevenk bedava araba buldu, abonemiz oldu” diyor. Durup arabaya alıyoruz. Günaydın diyor. İçimden “günaydın” da beni pek aptal yerine koydun, darıldım bak. Bu sefer ucuz kurtulamayacaksın”. O kuşku içimi kemirmeye başlıyor. Muharrem amcam sakin olmam için iki de bir beni ikaz edip uyarıyor göz ucuyla işaret ederek… Yolda hiç konuşmuyoruz. Pazara geldik, indi. Artık nereye gittiğini merak etmiyorum. İşimize bakıyoruz. Elimin ayağımın titrediğini fark ettim… Öğle vakti geçerek ikindiüstü pazarın dağılma vaktidir. Pazar müşterisi köylülerdir, alacağını, alır, satacağını satar, traktörlerle, ya da köyün dolmuşuyla köylerine dönerler. Tezgâhı topladık. Muharrem amcama “geliyorum” dedim. Bir hafta önceki yerindeydi. Yine elinde bir bardak çay, sigara içiyor. “Kimi izliyor acaba”… “Ooo diyorum, tezgâhsız pazarcı, merhaba”. Sesimdeki alaycı tonu anlıyor, “merhaba diyor. “Maşallah malı erkenden satmışsın, gitmiyor musun?” Mümkün olsa buradan hiç gitmeyeceğim” diyor. “Neden diyorum, tezgahına bir av düşüremedin mi?” Beklemiyordu. Şaşırdı. İnsanın içini delip geçen bakışlarından bir yerlerini çok incittiğimi fark ettim. Üzüldüm, ne diyeceğimi bilemedim. Zihnimdeki kuşku içine düştüğüm ikilemi habire derinleştiriyor. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilemiyorum. Koluna girdim, “biraz yürüyelim mi?…” Muharrem amcam yine kolumdan asılmaya başlıyor “yürü geç kalıyoruz”. Sen git diyorum, benim işim var. Kaş göz işaretiyle Muharrem amcaya gelmemesini söylüyorum. İnat ediyor, gitmiyor. Gitti, arabanın kasasına ayaklarını uzatıp oturdu. Yürüyoruz, pazarı çıktık. Sessizliği o buzdu. “Sandığın gibi değil” dedi. Ama nasıl olduğunu anlatsam da inandırıcı olamayacağımı biliyorum. “ Her insan davranışının nedenini anlatacak inandırıcı sözcükler bulur, belki de anlarım, senin sandığın gibi olmaz” … Konuşmaya adını söyleyerek başlıyor… Duraklıyorum. Bak diyorum daha baştan inandırıcılığını yitirdin. Ben o ismi tanıyorum… Gözüme bakıyor, sinirlerim bozuluyor. İyice ıssız tenha bir yere geldik. Ağaçlık, çalılık, çırpılık bir yerdeyiz. “Kimliğimi ister misin?”. Uzatıyor. Ad, soyad, fotoğraf… Kimliğe göre ta kendisi ama sahtesini yapmak hiç de zor değil. Hele bu işi yapanlar enayi değil ki kendi kimliklerini taşısınlar. Tavrım sertleşiyor. Anlıyor tavrımı… Adımı söylüyorum. İki adım geri çekilip “ seni kucaklamak, alnından öpmek isterdim ama sen beni pek sevmedin”. Seni şahsen tanımam, basından, televizyondan adını çok duydum, sen (X) örgütün liderlerindensin… Nereden çıkardın diyorum, ne örgütü ne lideri… “ Bu bir devrimcinin alçak gönüllüğü, tevazusu” diyor. Bu ismi kim, hangi devrimci bilmez ki..
Tamam diyorum, seni dinleyeceğim. İstersen hikâyeni anlat… “İnanacak mısın, bilemem” ama anlatmak isterim… Ben şairim, yazarım diyor, dergilerde elimden geldiğince görünmeye çalışırım. Bu kasabaya tesadüfen geldim, köylü çocuğuyum. Köyde doğup büyüdüm. Bizim kasabanın pazarı çocukluğumdan kalma çok renkli anılarla doludur. Pazarı gezdim, esnafla hoş beş ettim. Beni bulduğun köşede bir köylü genç kadın peynir yoğurt satıyor. Onlara da “ bereketli olsun” demek istedim. Başı önüne eğikti. “Bereketli olsun” dedim. Başını kaldırmasıyla yüzünü kaplayan gülümsemelerini gördüm… Bu bir gülümsememiydi, bir avcının sadağından çıkarıp kalbimi hedefleyip fırlattığı bir ok muydu, bilemedim. Alamadım kendimi bu gülümsemelerden. Uzaklaşıp uzaklaşıp geri geldim bir kez daha görmek için o gülümsemeleri. Pazar dağılmıştı ama o hala akşama kadar oradaydı, ben hep birkaç dakikada dolanıp dolanıp onun yanına geliyordum, bir kez daha bir kez daha görmek için o gülümsemeleri. Tezgâhını toplarken biraz peyniri biraz yoğurdu kalmıştı, hepsini satın aldım. Derdim, o gülümsemeleri daha yakından görmekti. Peyniri yoğurdu torbaya koyarken oyalandım, para verirken oyalandım, üstelik üç kuruş için pazarlık da yaptım. Derdim onu biraz daha oyalayıp o gülüşlerini, yüzüne vuran o tarifsiz güzelliği yeniden bir kez daha yakından görmekti. Günler geçtikçe o yüz, o gülüşler beynime kazındı, unutmak ne kelime, adeta uyuşturucu bağımlısı gibi bağımlısı oldum. Onu bir kere daha göreyim diye bir yıldır her hafta bu pazara gelirim. Onu bir daha göremedim. Sanki başka bir köşede, başka bir noktada görsem sihir bozulur diye onu hep bu köşede beklerim sabahtan akşama kadar. Akşam olunca şehre dönerim. Beni bir gülümsemenin esiri yapan o yılın aylarından Mayıstı… Vakit sabahın on biri…
İçimin “cızz” ettiğini hissettim. “ Özür dilerim” dedim, senden şüphelenmiştim. “Farkındayım dedi, seni takip eden polis sandın beni.” Duyduğum şüpheden yüzüm kızardı… Yüzüne baktım, öyle anlamlı, öyle temizdi ki… “ Bu da bir şair duyarlığı dedim”… “Mayısa düşen bir gülümseme şairin kalbine düşen bir kor olur”. O bunun farkında mı dedim, gülümsedi.
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 14
“Yazmak canım istemiyor artık. Bu kimi ilgilendirir ki benden başka. Zaten şimdiye kadar da kimseyi ilgilendirmedi. Şöyle üst perdeden “sevgili okur” diye başlamak da hiç içimden gelmiyor doğrusu. “Sevgili okurlarım sizin için”… Değil valla, kimse için değil, hele hele sizin için hiç değil… Kendim için yazdım, kendi duygularım için, kendi iç dünyamı dizginlemek için, kahrolası egomu tatmin etmek için yazdım. Boğazımı sıkan eli gevşetmek için yazdım, nefesimi düğümleyen pis havayı dağıtmak için, gözüme perde çeken sisi defetmek için yazdım… Bunca emek verdim, bunca çaba harcadım, uykusuz kaldım, bir cümlede, bir sözcükte tıkanıp kaldığımda saçımı başımı yoldum, acaba hangi sözcüğü seçsem, şu cümleyi nasıl daha güzel, daha anlaşılır kılsam diye saçımı başımı yoldum… Hop oturup, hop kalktım… Gecenin saat bilmem kaçı, gözlerim kan çanağı olmuşken ısrarla, inatla yazdım… İstedim ki bir ses bulsun kelimeler, bir işaret versin ötelerden birileri… Övgüler yağdırmasın varsın, varsın burun kıvırsın, isterse küfretsin… Ama farkına varsın, ayaklarının üstüne dikilip gözünü ufka çevirsin… “Zor ve meşakkatli ama bu yol yürünmeye değer” desin… “Yoksa bu toz duman her birimizi teker teker boğacak, bu vahşette atom zerrecikleri gibi savrulup bilinmeyen kayalıklara çarparak tuz buz olacağız” desin. Günler, aylar, yıllar bekledim… Ne bir ses, ne bir nefes… Farkına varmamak için uyuşukluğunuza öylesine teslim oldunuz ki öylesine memnun görünüyorsunuz ki hiçliğinizden, hiç olmak için adeta çırpınıyorsunuz sanki… Şimdi kalkıp bu yazıya “sevgili okur” diye başlamak, yılışık ve yapışkan bir tavırla ve kocaman bir yalana teslim olarak sizi adam yerine koymak olacaktır. Bunu yapmayacağım, sizin de benden bunu beklemek hakkınız yok, bu hakkı size vermem, siz de kim oluyorsunuz…”
Doğrusunu isterseniz bu yazının yazılmaya başlandığı bu saatlerde ne bir eksik ne bir fazla aynen böyle düşündüm. Düşündüğüm gibi de aktardım yazıya… Haklı olduğumdan zerrece kuşku duymaksızın yazı masasını terk edip pencereden yarı belime sarkarak caddeyi izlemeye başladım. Yağmur çiseliyor… Yavaş yavaş, belli belirsiz, serin bir rüzgar gibi gelip geçiyor… Saldırı halinde gelip rüzgârın etkisiyle kıyıya çarpan dalgalar yüzümü kamçılayıp geçiyor. Ne telaşla yürüyen kalabalıklar, ne caddelerde kadın avına çıkmış müzmin bekârlar, ne de kadınlara kur yapan eski zaman usulü delikanlılar farkında yağmurun… İşgal edilmiş bir ülkenin öncü savaşçıları gibi birer birer damlalarıyla, ardında sakladıkları savaşçıların düşman mevzilerine sızmasını görev edinmiş keşif kolu gibi ağır ağır, usul usul ve kimsenin dikkatini çekmeden alan kontrolü yapıyor. İki adım ileri bir adım geri… Yavaş yavaş, çaktırmadan yaklaşıyor. Bazen iri damlalarıyla, bazen bir çisenti… Yoğun bir trafikte olağan hızın üstünde seyreden bir aracın kırmızı ışıkta bekleyen araçları son anda fark eden sürücünün ansızın yaptığı acı freninin geceyi ayağa kaldırmasıyla birinci dalga saldırıya geçiyor. Ansızın, beklenmeksizin… Caddede aylak aylak dolaşanlar kaçışmaya, araçların korna sesleri sıklaşmaya başladı. Çiselemeye aldırış etmeyen sokak lambalarının ışıkları akın eden yağmur dalgaları karşısında titremeye başladı. Öncü keşif gücüyle, saldırı birliği, çisentiyle sağanak yağmur tek vücut oldu, geceye saldırıyor, yapışkan sıcağa saldırıyor, aymaz aymaz titreyen sokak lambalarının kirli ışıklarına saldırıyor. Her bir damla sadağından oklarını aynı anda çıkarıp kirli, yılışık ve yapışkan haramilerin kalbine saplıyorlar. “Tek atış bile boşa gitmemeli” diyor ufak tefek, çelimsiz bir damla… “ Tek atış bile boşa gitmemeli”.. Gitmiyor, tek atış bile boşa gitmiyor. Mundar bedenlerin toprağı kirletmesine izin verilmiyor, sel olan damlalar mundar bedenleri ansızın ortadan kaldırıyor. Toprak ve gül kokusu karışıyor yağmurun serinliğine “Ya şimdi ya hiçbir zaman”… Arkasından ikinci dalga, üçüncü dalga… Bütün kuvvetler aynı noktaya vuruyor… Damlaların sertliği ve sürekliliği mermeri delecek kadar amansız… Damlaların akınları dört yöne dağılıyor, kavisler çiziyor, alçalıyor, yüksekten vuruyor, beton bloklara çarpıp dağılanlar oluyor. Hiç kimse mundar bedenlere çarpıp parçalananlara, arkada kalanlara dönüp bakmıyor. “Saldırıya başlarken kılı kırk yarmalı, velâkin bir kez saldırı başlayınca aman verilmemeli” diyor koluyla bulutları ayaklarıyla toprağı sürükleyen bir damla… Arkadan bir dalga daha, bir dalga daha… Yağmur dalgalarının yüzümü acıttığını hissediyorum… Başımı çevirip yağmurun geldiği yöne bakıyorum… Ardı arkası kesilmeyen bir sağanağa dönüşüyor çiseleme. Geceyi serinleten yağmur, gecenin ölgün, kirli -sarı ışıklarından kırılıp geçerken geriye, caddede biriken sularda rengârenk ışık huzmeleri bırakıyor. Caddenin lambaları yağmuru gizlemeye çalışırken yağmur ışıklara canlı renkler katıyor, ışığı aydınlatıyor… Yağmur… Haziran gecelerinin yağmuru… Islatan ama üşütmeyen, pazarlıksız ama güler yüzlü… Korkusuz ve cesur… Sanki bin yıldır bu anı beklemişler de “ ya şimdi, ya hiçbir zaman” gibi keskin ve kesin bir inanışın savaşçılarının sarsılmaz iradeleri karşısında göğsümü, kalbimi, gözlerimi, kafamı hışım gibi yağan yağmura teslim ediyorum… En arkalarında benim… Beraberinde getirdikleri rüzgârın esintisi, yöneldikleri hedef, dudaklarındaki gülümseme yabancım değil, aşinayım… Kurgulanmış bir rüyanın, hipnozlanmış bir beynin böylesine mükemmel bir gösteriyi tasarlamakta yetersiz kalacağına bahse girerim. “Cenneti yeryüzüne getireceksek başka yolu yok” diyor çelimsiz damla. Bedenimin yarısı, kafam, gözlerim, yüzüm yağmurların destansı hareketiyle birlikte, diğer yarısı yazı masasının başında… Gözlerimle gördüm ki her bir damla insan suretinde nakşedildi hayat denen kavgaya… Kalbimle inandım ki, doğru bir yönde yağan yağmur çorak toprağın canıdır, ölümün dirilişidir. Cenneti yeryüzüne indireceksek damlalarımızın yekvücut oklarının menzilindeki sokak lambalarının kirli sarı ışıkları titremelidir. Kentin üstüne çöken boğucu hava yerini serin Haziran gecelerine bıraktı. Yağmur damlaları geceyi yıkadı, çiçekleri ağaçları yıkadı. Şehrin üzerine çöken sis bulutlarını dağıttı. Ufuk, aydınlık ve berrak. Yıldızlar ıpıl ıpıl, bir çocuğa göz eder gibi uzaktan bir yanıp bir sönüyorlar. Sanki o ufacık tefecik cüssesinden beklenmeyen bir çabuklukla, gökyüzünü bir mendil gibi avuçlarında çeviren sihirbaz çabukluğu ile saldıran o değilmiş de asasına dayanarak ağır ağır yürüyen bir derviş hoşgörüsüyle akşamsefalarının taç yapraklarından aşağı doğru akmaya başlıyor damlalar. Sevgiyle, sevecenlikle. Gece gül kokuyor, damlalar gülümsüyor. Doğanın ve hayatın teşekkürüne “bu hayatın kavgası, hepimizin kavgası” ve “bizimkilerin zaferi” diye karşılık veriyorlar… Sarhoş edici bir esriklik içindeyim… Kavgadan geldim, kavgayı gördüm… Bir kavganın böylesine zarif, böylesine zarafetle bezenmiş olduğuna ilk kez tanık oldum.
Dönüşte büroma çay içmeye davet ettiğim çelimsiz damla utangaç ve çekingen bir tavırla girdi büronun kapısından. Birbirimizi bir yerlerden tanıyoruz, nereden kim bilir? Ne o sordu, ne ben söyledim. Bilgisayarda başladığım yazıyı gördü, güldü. “Biz” dedi, “sevgili okur” demeye dilinin varmadığı okurlarız. Alınma ama siz aydınların cennetin yeryüzüne indirilmesini ne kadar istediğinizden emin değilim. Sen bile bize katılırken bütün beynin ve bedeninle katılmadın. Bedeninin üst tarafı bizimleydi, ama yarısını büronda bırakmışsın. Çok konuşup az iş yapıyorsunuz. “Ya hep ya hiç” kararlılığına sahip olmadıkça her şey yarım yamalak olur. Ne sanıyorsunuz, cenneti istemekle onu elde etmek aynı şey midir”?. Neyi ne kadar istiyorsan o kadar onun içinde olmadığın sürece sadece istersin, istemek alma değildir. İstersin ama istediğin cennetin kapısındaki haramileri bertaraf etmeden o cennetin kapısından kimseyi içeri sokmazlar. Bize katıldığın için sana teşekkür ediyoruz ama bir “sevgili okur” seslenişini de hak ettiğimizi düşünüyoruz. Yazının başlığı bile “küsmek”. Kime ve niçin?.
“Ben aydınım” dedim. Sizin damlaların kudretini gördüm. Bir teki bile geri durmadı, biri diğerinin yerini aldı, öbürü berikinin elinden tuttu. Aksi olsaydı ne olurdu?. Düşmana küsülmez ama dost bildiklerine küsülür, sen küsmez miydin?. Sabah oluyordu, göz alıcı bir aydınlanmanın göz kamaştırıcı huzur ve sükûnetiyle uyandı şehir.
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 15
Bütün cesaretimi toplayıp içinde korku barındıran ve çareyi habire kaçmakta, ertelemekte bulduğum, dahası beynime yedi başlı ejderha gibi dolanan o melun soruyu nihayet ürpererek de olsa önce kendime sonra “boş bulunup” ayaküstü bir merhabayla başlayıp derken bir çay… bir çay daha… Arasına sıkışmakla kalmayıp, uzayıp giden sohbet esnasında karşımdaki kişiye sorma cesaretini gösterdim. “Bugünün uygarlığının yaratıcıları insanlığın yeminli ve ezeli düşmanı mıydılar, ya da yaratılan uygarlığın efendileri insanın özgürleşmesi ve evrensel yasalar adına kendi iç dünyalarında besledikleri frankeştaynları kutsal sözcüklerle ambalajlayarak bize yedirdiler mi”? Böylesine havadan sudan, denizden kumsaldan, yaz sıcaklarının mayıştırıcılığından söz edilen bir sohbetin arasına sokuşturulan, anlamadığını mimik hareketlerinden anladığım bu soru karşısında sohbetdaşım “ne diyorsun” der gibi başını salladı. Benim gereksizliğim işte ama ne yapayım, ağzımdan çıktı bir kere. Hem bu gereksizliğim üstelik ilk kez de değil, kendime en çok kızdığım konu da budur ya… Ne diye milletin ağzının tadını kaçırırım bilmem ki…
Muzip muzip gülümsedi sohbetdaşım. “Sandığın kadar aptal değilim” dedi, ama seni yeni tanımıyorum ki, senin aklından zorun olduğuna bahse girerim. Bir defa bugün sahip olduğun konumunu nefret derecesinde tiksindiğin bugünkü uygarlığın yaratıcılarına borçlusun. Bir işin var, iyi para kazanıyorsun, birçok insanın imrendiği, ulaşamadığı olanaklar elinin altında. Sen benim kadar çok çalışmıyorsun ama benden çok kazanıyorsun. İyi bir mesleğin, iyi bir işin var, birçok insan senin yerinde olmak için can atıyor ama sen bir türlü bunun kıymetini bilmiyorsun. Bırak kimin ne hali varsa görsün, bir lokma ekmeğe muhtaç olanlar kendilerini bırak senin kadar parçalamayı dünyayı umursamıyorlar, onlar hayatlarından gayet memnunken senin bu kurdeşen olma halini anlayamıyorum. Aklını, zekânı kendin için kullanmayı öğren, hayatın tadını çıkar, dünyaya bir kez daha gelmeyeceksin… Anan seni arı kovanına çomak sokmak için doğurdu galiba”…
“En son Daisy ile Berenger kalmıştı” dedim. Sonunda Daisy de pes etti. O da benzedi nefret ettiklerine. Tam da o andan itibaren artık elinin değdiği çeliği kadifeye çeviren, sesinin melodilerine kuşların konduğu, üzerlik tütsülerinin gülüşlerini nazardan koruduğu Daisy değildi… İmrenilecek bir güzellik, tanrısal bir incelik nasıl oluyordu da bir anlık değişimle iğrenç bir tiksintiye dönüşebiliyordu.
Sayıkladığımı söyledi, Daisy kimdi, Berenger neyin nesiydi?
Hakkı vardı, yukardan almadım. Ona, Daisy ve Berengerin İon İonesconun “Gergedan” adlı oyununun kişileri olduğunu anlattım. Oyunu özetledim. Kendi halinde, birbirleriyle dayanışma içinde, gevreklerini içlerine bükerek yeşillikler içinde bir kasabada yaşayanlar bir gün kasabanın kahvesinin önünden korkutucu çirkinlikte bir yaratığın geçtiğini görürler. Hani toprağın rengi silahların namlusunda nasıl ürkütücü olur, hani güneşin tutulmasında kirli sarı bir renk bütün yeryüzünü nasıl kasıp kavurur, yeşilinin zırhlarında öylesine kirlenmiş, öylesine çirkin, bastığı yerleri öylesine kasıp kavuran, korkutucu görüntüsüyle mide bulandırıcı yeşil bir gergedandır bu. Gergedanın çirkinliği ve tiksindirici görüntüsü karşısında kasaba halkı ayağa kalkar, tepki gösterirler. Gergedanın üzerine yürüyenler olur. Gergedan gerisin geri döner gider. Ertesi gün yeniden dener ve kahvenin önünden geçer. İlk günün alışılmışlık görüntüsü tepkinin dozunu düşürür. Ertesi gün iki gergedan birlikte gelirler. Kasaba halkı başlarını çevirmekle yetinir. Yeniden geldikleri yere dönerler ve gergedanlar arasında kasaba halkının tepkilerine ilişkin durum değerlendirmesi yapılır. İlk gün şiddetli bir tepki, ikinci gün homurdanma, üçüncü gün sadece başlarını çevirip ilgisiz görünme… “Başaracağız, devam derler”. Ertesi gün birkaç gergedan birlikte gelip, köşeye otururlar ve kahveciye bir çay söylerler. Kahveciye dolgun ücret, çırağa bol bahşiş bırakırlar. Kahveci ve çırak halinden memnundur. Bahşişi ve dolgun ücreti kapan kahveci ve çırak, kahvedekilere bunların öyle pek de kötü olmadıklarını söylerler. İlk raunt kazanılmıştır. Birkaç gün içinde kahvecinin ve çırağın olağan, alışılmış yaşamlarında değişiklikler baş gösterir. Yemeleri değişir, içmeleri değişir, giyim kuşamları değişir. Kasaba halkında imrenme ve istek başlar. Bu olanağı sağlayan kasabaya gelen yaratıklardır ve isteyene aynı olanakların sağlanacağı söylenir. Ancak bunların istedikleri “küçücük” bir şey vardır. Yardımı alanlar gergedanlaşacaktır. Önce karşı çıkmalar başlar, arkasından “şimdiye değin insan olduk da ne oldu, yokluk yoksullukla geçti ömrümüz”… Bir.. İki… Derken sıraya girmeler başlar. Yardımı alanlar gergedanlaşır. Artık kasabanın yerli halkından yerli gergedanlar türemiştir. Sürü halinde dolaşmaktalar ve geçtikleri yerleri çöl çekirgeleri gibi kavurup, kurutmaktadırlar. O güzelim yeşillikler içindeki kasabanın gergedanlar bölgesi yangın yeri gibi siyah, çorak bir tek yeşilin olmadığı kel bir çöldür. Gergedanlaşmak bir kez başlamıştır ve gergedanlar, gergedanlaşmayı reddedenler üzerinde baskı ve şiddetin ucunu da göstermeye başlamıştır. Gergedanlaşmayı reddedenlerin bir gün başı yarılmakta, ertesi gün başkasının gözü çıkarılmakta… Gergedanların masum ve mağduriyetleri sindirme ve yıldırmaya dönüşmüştür. Kasabada gergedanlaşmayı reddeden üç kişi kalır… Botard, Berenger ve sevgilisi Daisiy… Botard gergedanlaşmaya karşı daha militan bir tiptir ama direniş gücünün zayıflamasını görmesiyle “gergedanlaşmaktan başka çare kalmamıştır” diyerek teslim olacaktır. Berenger ve Daisiy ölüm tehditleri karşısında direnirler ancak Daisiy de Gergedanlaşmakla ölüm arasındaki seçenekten gergedanlaşmayı işaretler… Daisy için doğru bir şıktır. Berengerin de kendisi gibi “Gergedanlaşmak” doğru şıkkını işaretlemesi için Daisy’nin ısrarlı çabası sonuç vermeyecektir ve Berengerin” insanım, insan kalacağım” restiyle son bulacaktır. Daisiy de gergedanlaşmış, Berenger direnişte tek başına kalmıştır. Tahmin edileceği gibi Berengerin direnişi gergedanlar tarafından Beringerin öldürülmesiyle sonuçlanır ve artık kasaba tamamıyla gergedanların hâkimiyetine girmiştir.
“Duymamıştım bu öyküyü” dedi.
Lafı nereye getireceğini biliyorum. Berenger mi olmak istiyorsun. Sanki Berengeri kutsar gibi bir ruh halin var.
“Belki” dedim. En son çare… Ancak bizim çaremiz bitmiş değil ki… Berengeri kutsamıyorum, tersine meseleyi eksik düşündüğünü ve gereğini yapmadığını düşünüyorum.
“Seni anlamıyorum” dedi. Adam sonuna kadar direnmiş, teslim olmamış, sonunda öldürülmüş. Daha ne yapsın ?…
“işte mesele de bu ya…”. Devrimciler ne ölümü kutsarlar, ne de ölmeyi… Ölüm kaçınılmaz ise nasıl ölüneceğini de en iyisini onlar bilir. Dünün bugüne ne taşıdığını, rüzgârın nereden estiğini sıradan insanın sezmesini, görmesini elbette bekleyemezsin ama devrimcileri farklı kılan, sokaktaki günlük yaşamını idame ettirmekten başka dertleri olmayan, daha doğrusu onları kendi hayatları konusunda düşünmeye fırsat bırakmayan sistemin örgütlü gücüne karşı, hayatları ellerinden alınan bu insanların gözlerini açmaktır. Sistemin örgütlü ve yok edici gücüne karşı kendi örgütlü ve yaratıcı güçlerini yaratmaları konusunda uyarmak, destek vermektir. Berengerin tek başına ölümü seçmekle yapması gerekenleri yaptığı sonucuna mı varılacaktır. Ancak kitlelerin örgütlü gücünün gergedanlaşmayı önleyeceği bilincine sahip olsaydı tek başına ölmeyi seçmek yerine örgütlü gücün direnişini ve yaratıcılığını seçerdi ve gergedanların insan soyunun tüketilmesine fırsat verme yerine gergedanların soyunun kurutulmasının yolunu gösterirdi.
Şimdi bulunduğumuz noktada bile Berengerin çok gerisinde olduğumuzu saklayıp gizleyelim mi?. Bir hakkın teslimini ve bir yanlışın tespitini yapmayı sanırım en çok Berengerler isterler ve bu onların hakkı…Berenger gergedanlaşmaktansa insan olarak kalmayı seçmiştir ve bu yiğitçe direnişinin kendisinin ölümüne sebep olacağını bilir. Ama bireysel yiğitlikler, içinde barındırabileceği yanlışların, zafiyetlerin üstünü kapatan örtü olmamalıdır. Bir şey daha: Devrimciler inisiyatif adamlarıdır ve yaratıcılıkları da buradan gelir. Ansızın gelişen olaylar karşısında iradeleriyle davranırlar ve inisiyatiflerini koyarlar. Ancak kullanılan inisiyatif asla kişisel değildir ve devrimci hareketin bütününün kazanımına hizmet eder. Hatta inancım odur ki an ve durumun gerektirdiği şartlarda atılgan ve gözü pek olmanın kaçınılmaz kıldığı hallerde geri durmak, başını öte yana çevirmek bir devrimcinin tavrı olamaz. Böylesi durumlarda kişisel gözü pekliğin, atılganlığın, inisiyatif koymanın “ oblomovcular” tarafından “maceracılıkla” suçlanıldığına da tanık olunmuştur. Böylelerine devrimci demeye de dilim varmaz. Kastettiğim şey devrimcilerin varlık nedenleri geleceğin mutlu insanını yaratmaktır, bunun önündeki engellerin nasıl kaldırılacağının yolunu açmak, göstermektir. Bu hem bir insanlık sorunu hem de bir vicdan meselesidir. Bilginizi, birikiminizi insanların insanca yaşayabileceği yarınlara özgülemezseniz bu değil devrimci olma sıfatına layık olmayı insan olma sıfatına bile ne kadar layık olduğunuz çok tartışmalıdır. “İnsan olarak doğdum, insan olarak kalacağım, ölümüm pahsına”… Bu direniş ruhunu selamlayalım ve kutsayalım Böylesine bir irade ve inanç önünde elbette şapka çıkaralım ama insan olarak doğup da insanlıktan çıkartılanlara gösterecek bir yolunuz olması gerekmez mi?. Berengerin yapması gereken gergedanlaşmaya karşı kitlesel örgütlenmenin, direnişin bilincini taşımasıdır. Benim inancım insanlığın Berengerlere mutlak ihtiyaçlarının olduğudur. Ancak Berengerin de kişisel direnişi toplumsal direnişe çevirme bilincine ihtiyacı vardır. Dahası, yaşamını çevreleyen atmosferin, içinde yaşadığı siyasal sistemin ancak gergedanlar yaratarak ayakta kalabileceğini, eşikteki tehlike olduğunu, şayet bu sistem yok edilmezse sistemin insanlığı gergedanlaştırarak yok edeceği bilincine ihtiyacı vardır. Bence Berenger sistemin görünen aldatıcı yüzüne inandı, onun açısından sistem olağandı ve bu sistemin eline geçirdiği ilk fırsatta insanları gergedanlaştıracağı, artık sistemin gelinen noktada bundan başka çaresinin de kalmadığı bilincine sahip değildi. Gergedanlarla tek başına kaldığında da onurlu bir seçeneği işaretleyip ölümünü hazırladı. Yani Berengerin kültürel kodları yaratıcı devrimci bilincin üstünü örttü ve kapattı. İçinde yaşadığı ve yaşam biçimi haline getirdiği kapitalizmin bireycilik kültürü, sinsi bir kurt gibi işgal etti beynini, gözlerini görmez etti. Gelinen noktada kapitalizmin egemen kültürü budur ve yaşamını bu kültürel kodlar çemberine hapseden insan sistemin makul ve makbul insanıdır. Şimdi senin benim hakkındaki düşüncelerini de ben böyle okuyorum ve sana haksızlık yaptığımı da düşünmüyorum. Mesleğim benim kişiliğim değil ki, hayatımı kazanma aracım. Işıltılı bir yaşam… Belki… Bunu bir ışıltı olarak gören kim”… Kişisel zavallılığını şaşalarla, gösterişlerle, böbürlenmelerle örtmeye çalışan içi boşaltılmış çuvala benzeyen zavallılar… Kapitalizmin uygarlığı buraya kadar ve dahası da yok… Sistemin değer yargılarından herhangi birisini bir kez kabullenmeye başladın mı, gergedanlaşmana ramak kaldı demektir… Eee, ne diyelim, Allah kurtarsın….
Sence de bugünün uygarlığının temsilcileri de insanları önce bireycileştirerek teker teker gergedanlaştıranlar değil midir? Berenger tek başına direnmeyi seçti diye övgüler dizecek değilim. Tersine, Berengeri tek başına direnmeye zorlayarak gergedanlara yem edenler de aynı kahramanlık menkıbesi ile kitlesel örgütlenmenin üstünü çizerek yiğitliği, özverisi tartışmasız namuslu insanları sonu ölümle biten kişisel kahramanlık açmazına sürükleyenlerdir. Onlar mı çok cingöz, bizler mi bu kadar safız?.
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 16
Yaz ikindisinde çiselemeye başlayan yağmur boğucu sıcaklara bir serinlik kattı. Bunalan, oflayan puflayan, nefes almakta zorluk çeken parkın ahalisi, çisentinin sağanağa dönüşmesiyle parkın çay bahçesinin şemsiyelerine sığınmaya başladılar. Neredeyse ortalıkta kimsecikler kalmadı. Sağanak öyle bir indiriyor ki kısa sürede toprak göllenmeye başladı. Yoldan geçenler sağanak yağmurda ıslanmamak için şemsiyelerin altında kendilerine bir korunak arıyorlar. Toprak, bir fırsat arıyormuşçasına gizlisindeki hazinesini ortalığa seriverdi… Yağmur damlalarına kokusunu katıyor. Parkın müdavimleri toprak kokusunu içlerine çekiyorlar.
Şu adam… Alışılmışın ötesinde kaygısızlığıyla, sanki koca parkta kendisinden başka kimsecikler yokmuşçasına, sanki yağan yağmur kendisini ıslatmıyormuşçasına, falezlerden aşağı uzattığı ayağını çekmeden ve bedeninin hiçbir organını hareket ettirmeden buda heykeli gibi hareketsiz oturuyor. Adam hakkında şemsiye altı dedikodular öylesine hızlı yayılıyor ki, alaycı üsluplardaki kimi argolar yerini “vah zavallı adamcağız” acıma belirtilerine bırakıyor. Bir yandan adamın kendisiyle dalga geçilmesine sessiz kalması, diğer yandan şemsiye altı sakinlerinin eğlenceliklerini pek sevmiş şımarıklıkları sinirlerimi iyiden iyiye bozmaya başladı. Epey bir süre bana doğru bakması için dikkatini çekmeye uğraştım. Bulunduğu yere küçük taş toprak- parçaları atıyorum, dikkatini çekmeye çalışıyorum… Ne yapsam nafile, adam yerinden kımıldamıyor. Kalkıp yanına gittim, omzuna dokundum. İğne batırılmış gibi irkildi, “ özür dilerim geldiğiniz görmedim”. Saçlarından yüzüne doğru inen damlalarını avuç içiyle silerek “vaktiniz varsa size bir çay ısmarlayayım” dedi. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilemedim. “ Galiba aklıyla sorunu var”… Yüz çizgilerinden yetmişli yaşlarda olduğunu gösteren bir ben-adem…
“Yağmur yağıyor, üşüyüp hasta olacaksınız. Buyurun kalkın içeri geçelim, orada ısmarlayın, ya da ben size ısmarlayayım”…
“Şuraya bakar mısınız?”… Eliyle işaret ettiği yöne bakıyorum, sık çalılıklar, patika yolda geçiş kordonu oluşturmuş sarmaşıklar, iri yapraklı zambaklar arasında neyi görmem gerektiğini göremedim, neye bakmamı istediğini de anlamadım. Bana fırsat bırakmadan “ çok güzel değil mi” dedi. Neyin çok güzel olduğunu anlamışım gibi “ evet, yaa, çok güzel” dedim. Elimden tuttu, yan yoldan aşağı doğru ağaçlıklara doğru ilerliyoruz. Yağmura, ıslanmışlığına hiç aldırmıyor ama ben üşümeye başladım bile. Belli ki inatçı biri, onu öfkelendirmeden bir an önce korunacak bir yere götürmek için itiraz etmiyorum. Hayatının en ilgi çekici bir manzarasını seyreder gibi gözünü kırpmadan ağaçların yapraklarına bakıyor. Çok güzel olduğunu bana tasdik ettiriyor. Neyin çok güzel olduğunu anlamadan “ evet, çok güzel” diyorum. “Ben arınmayı onlardan öğrendim” diyor. Eliyle, sanki incinecekmiş gibi, dokunursa dalından kopacakmış gibi, sanki kendisine küsecek ve bir daha yüz vermeyecekmiş gibi öyle özenli, öyle saygılı, nazik ve zarifçe bir zambak yaprağına dokunuyor. “Bu diyor görsel bir şölen, varsın yağmur ıslatsın, ancak bu anlarda izlenebilir. Zaten bu manzaranın sıcaklığına bir kendinizi kaptırdınız mı ne ıslandığınızı ne de üşüdüğünüzü hissedersiniz”. Jeton ancak düşüyor bende. Yağmur sularının zambak yapraklarından akışını, süzülüşünü izliyor. Kafasını çevirip yağmurun görüş mesafesine giren bitkilerin, ağaçların yapraklarından süzülüşünü yüksek bir tepeden bir ovaya bakar gibi, hiçbir ağacın, hiçbir bitkinin gövdesiyle yaprağıyla yağmurla bütünleşmesinin hiçbir hareketini kaçırmamak için oldukça dikkatli, özenle izliyor. Eliyle dokunuyor, okşuyor yaprakları. Daha çoğunu ve yağmurun toprakla, ağaçlarla dansının her figürünü gözleri ışıldayarak, dudağından eksik etmediği gülümsemesiyle izliyor. Bu bir düş onun için, uyanmak istemediği bir düş. Farkındayım, ara sıra tek tük konuştuğum sözcükleri duymuyor bile. Tepkim saygıya dönüşüyor. O, yavaş yavaş ilerledikçe ben peşinden gidiyorum. Mümkün olsa bütün ağaçlara, çiçeklere yapraklara tek tek merhaba deyip elini sıkacak, hal hatır soracak. Sık ağaçlıklar arasından ilerlerken dokunduğumuz dalların biriktirdiği yağmurun altında sırılsıklam ıslanmışlığımıza artık ben de aldırmıyorum. Yağmur kesildi. Yüksekçe bir taşın üstüne çıkıp görüş alanımızı genişletiyoruz. Hayranlıkla, sevecenlikle görüş alanımızdaki ağaçları, bitkileri, çiçekleri, az ötemizde uzayıp giden, pürüzsüz bir mendil gibi yayılan mavi suları seyrediyor. Sanki incinecekmiş gibi toprağa saygıyla basıyor. Küçük adımlarla, acelesi olmayan insanın aldırmazlığı ile ve sanki sürekliliğini inanıp da beklenmedik bir anda kesiliveren orkestranın melodisinin kulakta değil ama gözlerde hissedilen melodinin kesilmesinin verdiği “ ne yapalım bu kadarmış” kanaatkârlığı ile yavaş yavaş cennetimizi terk ediyoruz. Kahveye gelmek istemedi. Üşüdüğünü hissediyorum. Ben de üşümeye başladım. “Kabul ederseniz biraz ileride bürom var, ev yani”… Gülümsüyor. Bir taksi çevirip büroya geliyoruz. Benim giysilerimden bir şeyler çıkarıyorum, banyoyu gösteriyorum, “ üstünüzü değişin”… Bana bol gelen, uzun gelen giysiler onun üzerinde ekleme gibi duruyor. Pantolon dizkapaklarında, gömlek sırtında gerilmiş, kolları dirseklerde… Gülüyorum… “ Aynaya bakmak ister misin”?. Mahcup, gülümsüyor. Acele çay yapıyorum. Kahvaltılık bir şeyler çıkarıyorum. Tedirginliği gitti. Büroyu gezdiriyorum. Salonda Denizin portresini görüyor. Şaşırıyor. Bir avukatın bürosunda Deniz Gezmiş portresinin ulu orta yere konmasına pek akıl erdiremiyor. Portreyi dokunmak için izin istiyor. “ Rahat olun lütfen” diyorum. Portrenin altındaki dörtlüğü okuyor birkaç kez.
“Demem o ki
Kıyametten önce vardık biz
Kıyamet günü de buradayız
Asilik bulaşmış kanımıza
Uslanmayız”.
“Şiirle portre ne kadar yakışmış birbirlerine. Böyle bir dörtlük ancak Denize yaraşır. Yazan da portre de inanmış insanlar”.
Özenle portreyi yerine koyuyor. Kahve yapmaya mutfağa gittim. Salon kapısı açık, mutfaktan salon görünüyor. Kahvelerimizi getirdim. Portrenin önünde Denizi izliyor. İçeri girdiğimin farkında değil. Dalgın, uzaklarda bir yerde… “Buyurun” sesimle irkildi. “Çok naziksiniz” dedi, “Teşekkür ederim”. Birden ağzımdan çıkıverdi, geri alamadım “Lütfen rahat olun, saray aristokratları gibi her davranışınızı, ağzınızdan çıkan her sözü milimetrik cetvelle ölçmek sıkıntısından kurtarın kendinizi”… İlk kez kahkahayla güldü, “ hep böyle sözünüzle davranışınızla kural dışımısınızdır”. “Özür dilerim” dedim, amacım sizi incitmek değildi. Yeniden bir kahkaha daha koyuverdi. “Yok dedim, pek öyle biri değilim, ama olmak isterdim”.
“İnsan davranışları kişiliğinin yansımasıdır” dedi. Sizi parktaki davranışınızdan itibaren izliyorum. Parkta benim yağmurda ıslanmam kimsenin umurunda değilken, hatta beni alay konusu yaptıkları halde yanıma geldiniz, benimle siz de ıslandığınız. Beni o halde gören birisinin mutlak ilk yargısı aklıyla zoru olan delinin birisidir. Siz bunun dışında kaldınız, yanıma geldiniz, beni büronuza davet ettiniz. Kendi giysilerinizi verdiniz. Daha önemlisi, avukat olmanıza karşın Denizin portresini uluorta, herkesin göreceği bir yere asmışsınız. Bu sizin hakkınızda bu hükme varmam için yeterli değil mi”?. Söyleyecek bir şey bulamadım, teşekkür etmekle yetindim.
Birkaç saattir beraberiz ama sakıncası yoksa adınızı öğrenebilir miyim?
Adımı söylüyorum. Bakışlarındaki dikkat daha bir artıyor. Sizi gıyaben tanıyorum diyor. Eş dost sohbetlerinde adınız geçerdi. “Peki diyorum sizin adınızı da ben öğrenebilir miyim?. Adını söylüyor. Şahıs olarak hiç tanımadığım kişinin bu isim öyle aklımdaki. Yıllardır bildiğim bir isim.
“Abi, hoş geldin”
Ayağa kalkıyor, kucaklaşıyoruz.
“Denizin portresine yazılan şiirdeki ismi tanıyıp tanımadığını soracaktım, usulüme gelmedi.
“Abi giriş kapısında avukat levhasında adım var, ama galiba görmediniz.”
Sohbet koyulaştı. Ben o döneme ilişkin merak duyduğum konular üzerinde sohbeti yoğunlaştırıyorum. Abimin anlatımları uzadıkça yüzü geriliyor, sesinin tonu değişiyor. Konuyu değiştirmeye çalışıyorum. Yüzüme bakıp gülümsüyor. “Bizler mitolojik bir travma yaşıyoruz. Orda olmak istiyorum, kafamla, beynimle ordayım. Gözlerimi açtığımda sanki hayat beni zaman tüneline sokarak asla bir saniyesine bile tahammül edemediğim insanlarının, doğasının, değer yargılarının çürüdüğü, çoraklaştığı bir çöle salıvermiş gibi hissediyorum kendimi. Sokaklar o sokak değil, akşamsefaları da küsmüşler, kokularını salıvermiyorlar. Caddeler uyuşuk, meydanlar vurdumduymaz. Arkadaşlar vefasız. Gökyüzünün eski rengi bile yok. Şehre ağan bulutların arasından süzülen kartalları görmeyeli öyle çok zaman oldu ki. Geriye ağaçların, çiçeklerin yapraklarından süzülen yağmurları izlemek kaldı. Ancak böyle anlarda kendi ülkeme, kendi insanlarıma yolculuk edebiliyorum. Onların orda olduğunu biliyorum.
“Deniz yakın arkadaşımdı, yaralandığımda… Gerisini getiremiyor, gözleri doluyor.
Ben yapraklardaki yağmurun süzülüşünde önce gece yazdığımız yazıların gündüz polis tarafından silindiğini, sonra da gündüz yazdığımız yazıların gece polis tarafından silindiğini görürüm. Uyanmak istemediğim düş bu.
Sohbeti şamataya getiriyorum. Abi diyorum düşüne bir kare daha eklesene ya, bir gün polis duvarlara yazdığımız yazıyı silme cesaretini asla kendinde bulamayacak. Birbirimize tarif edilmez bir abi kardeş sıcaklığı ile baka kalıyoruz….
Küsmelerin Müzmin Tarihi –Bölüm 17
“Sen benim kim olduğumu biliyor musun” efelenmesine karşı “kim olduğunu bilmiyorum ama hiçbir şeye de benzetemiyorum” aforizmasını savurduğu gün o cenahla aram bir daha düzelmedi. O cenahtan her kim ki yolumun üstüne çıktı, gerçekten de onları hiçbir şeye benzetemedim. Adama benzemiyorlardı çünkü simalarında nur, gözlerinde zekâ pırıltısı yoktu. Kuşa da benzemiyorlardı, kanatlarında ruh, ufuklarında sonsuzluk yoktu. Bitki, ağaç, dal, çiçek, böcek… I-ııhhh… Yaprakları yağmur tutmayan bir ağaç, yorguna gölgesi olmayan bir dal da neyin nesiydi… Varlığı ile yokluğu neyi değiştirirdi ki… Bir çiçek… Yeşili olur, çiçekleri olur, kokusu olur… Akşamsefalarını düşün bir, daha sokağın başına varır varmaz seni o büyüleyici kokusuna davet edişindeki zarafeti, inceliği düşün… Bu kokuyu bırakıp da kim evin odasına atmak ister ki kendini… Ağustos böceklerine ne dersin… Yaz akşamlarının sokak şarkıcıları… Bunlar ellerinden gelse ve imkânları dâhilinde olsa ağustos böceklerinin tünediği bütün ağaçları bir gecede kıtır kıtır doğarlar, hemen yerlerine ibadethaneler inşa ederek velinimetlerinden okkalı bir aferin alır, sırtlarını sıvazlatırlar, avm’ler kurar, göğü delen gökdelenler, müşterileri kuyruklarda bekleyen rezidanslar kurar, akredite edilmiş iş adamı sınıfında yerini alır, iş gezilerinde muktedirlerinin yanı başında gerdan kırarlardı.
Ya geceyi bölen kurbağa sesleri… Şu uykularını beş paralık eden çirkin yaratıklar!… Kurbağaların vırrakladığı dereler derhal doldurulmalı, sesleri de kesilmelidir… Neye benziyordu ki bunlar?
“Tamam, tilki” dedim, bir gülümsemedir tuttu, vazgeçtim. Bu hayvanın suçu neydi ki hakaret ediyordum… Analoji kurmadaki bütün ustalığımı kullanmama karşın, eşleştireceğim bir örnekleme bulamadım. Hangi kılıkta, hangi sıfatta, hangi statüde karşıma çıksa bir bakışta ciğerinden tanır, esamisini okurdum. Kızardım da kendi kendime, hatta kendimde mi bir sorun olduğuna dair kuşkuya düşer, her sokak başında, her cadde köşesinde bunlarla karşılaşmanın da pek olağan olmadığı kuşkusuna kapılırdım. Düşünsenize, güneşin yer yüzünü selamladığı pırıl pırıl bir yaz sabahında pek nadir de olsa gülümseyerek sokağa adım atar atmaz bu hacıyatmazlar sanki yolumu bekliyormuşçasına sırıtkan, arsız bir suratla karşıma çıkıvermezler mi?… Bunlar her meslekten, her boydan, her türden misli misline çokturlar, üst üste yığılmış bok çuvalları gibi… Kravatlısından şalvarlısına, takkelisinden jöleli saçlılarına, kadınından erkeğine… En çekilmezleri, en ikiyüzlüleri de “sol geleneği” fırsatçılığın sofrasında ranta çevirenler, sınıf düşmanlarının safında gerdan kıranlardı. Öyle mide bulandırıcıydılar ki hiçbir eczanede bunlardan daha keskin kusma ilacı bulunamazdı. “Sana ne lan” dedim ama valla dert edinmede de üstüme yoktur hani… Lan oğlum, sabah çıkmışsın evden, hava sıcacık, pırıl pırıl, hem sıcaklarda böbreklerin de sorun yaratmıyor. At kendini deniz kenarına, at bacak bacak üstüne, buharı üstünde bir çay… Tellendir sigaranı, alemin dert babası mısın?… Ne gezer… Dedim ya kendime dert yaratmada üstüme yoktur diye.
Tanrım, bu bir gülümseme mi, bir sırıtma mı, yoksa adını bilmediğim, tarifi de mümkün olmayan bir ucube mi?… Annesinin özene bezene saçlarını ördüğü, cicili-bicili, eteği diz üstünde olan, yaşı ancak ilkokul öğrencisi kadar gösteren o belikli sarışın kız çocuğunun, göz altından parçalayıcı bir iştahla içine düşerken, aynı anda gözlerimin içine bakarak kuşkusuz ne denli haklı olduğu riyakarlığına benden destek göreceğinden emin, çektiği “ lahavleye” , gözlerimi bu eciş-bücüş yaratığın gözlerine dikerek “siktir git şuradan” demekle yetindim. Yüzümün kızardığını hissettim, vücudumu ateş bastı. Tedirgin olan kız çocuğuna gülümsedim, “günaydın” dedim. Çocuk selamıma başıyla, gülümseyerek cevap verdi.
Adettendi her sabah gazetelere göz atmam. “Vaka-i adliye” haberleri yön değiştirmişti. O, kız yüzünden kavga edip kodesi boylayan “ delikanlı” haberlerine bayılır, gülmekten kırılırdım. O sevimli haberleri ara ki bulasın… Kadın cinayetleri son on yılda yüzde bin iki yüz artmıştı. “Aile meclisi kararıyla kardeşine öldürtülerek cesedi nehre atılan on altı yaşındaki Ayşe”nin haberini, boşanmak istediği eşinin bilmem kaç bıçak darbesine maruz kalan Fatma’nın haberi izliyordu. Bir gazete sayfasının tamamı kadın cinayetlerine ayrılmıştı. Gerçi bilmediği bir konu değildi ama yine de çareyi benzer haberlerden gözünü kaçırmakta buldu. Sayfanın kenar başlığında Cennetten arsa pazarlayan tarikat şeyhi güldürdü beni. Arsayı alanın statüsüne ve kimliğine ise bir türlü inanamadım. ..”Vay be” demekle yetindim… Hızla çevirdim rüzgârın iki de bir dağıttığı sayfaları. Nitelikli İŞİD cinayetleri… Türkiye’den şehir adları belirtilerek bu şehirlerin merkezlerinden, kasabalarından, köylerinden aileleriyle birlikte İŞİD’e katılmak için Suriye’ye gidenler… Yabancı basının Türkiye’nin İŞİD’i desteklediğine ilişkin ayan beyan haberleri. Siyasi iktidarın “ namussuzlar, alçaklar” feveranı… Obama’nın üçüncü sınıf figüran görünümlü fotoğrafının altında “ABD’nin İŞİD’ i havadan bombaladığı” haberleri… “Bu adamlar işini biliyor, birinci sınıf bir gösteri” dedim. Sokak tiyatrosu, seyirci alkışlıyor nasıl olsa”… “İyi seyirler”… “Umarım bu oyunun bedelinin hayatınıza mal olacak bir rulet olduğunu anlarsınız, iş işten geçmeden”… İŞİD, İŞİD, İŞİD… Yazılı ve görsel basında, sokakta, kenar mahalle kahve sohbetlerinde İŞİD… Kahve sakinlerinden kalem erbaplarına kadar herkesin uzmanlık alanı “Müslümanlığın bu olmadığı”… “Bunlar Müslüman değil”… Ne gündemlerinde başka bir konu vardı, ne lisanlarında başka bir söz… Geçim derdi, işsizlik, on ikisinde uyuşturucu batağına sürüklenen oğulları da, on dördünde fuhşa itilen kızları da bu meyanda söz konusu olamazdı… Yaşamlarının bir kutsallıkları da yoktu, kutsiyete değer bir yanları da… Bir an daldım, beynim allak-bullak… Nazımın “bir kez bir dert dinleyen düşmesin önlerine, akan suları çevirir, dağları yırtar ayırır” dediği bu insanlar mıydı? “Nazım ne kadar da iyimser, ben neden bu kadar kötümserim”… “Karamsarlığımız, bizim küçük burjuva yanlarımız” mıydı? İşte asıl mesele de bu değil mi?. Ne sanıyorsun, bütün sorun devrimcilerin iktidarı ele geçirmesiyle biteceğini mi?..İnsanlığın yeminli düşmanlarının iktidarına son vermek bu meselenin çözümünden daha karmaşık, daha zor, daha tahammül ve sabır isteyen bir iş değil ki… Karamsarlığa, karamsar olmaya hakkın yok. Bir devrimcinin görebileceği en güzel rüya, uyanmak istemediği en büyülü düş, sokaklarında şarkı söyleyen, güneşin doğuşundan ayrı bir zevk alan, batışından ayrı bir haz duyan, dereleri berrak, denizleri maviş, gökyüzü pırıl pırıl bir dünyada mutlu insanlar yaratmak değil mi?. Şu insanların yüzlerine bir bak… Gergin, sinirli… Burnundan kıl aldırmıyorlar… Gökyüzü gri, denizler bulanık. Nehirler, dereler ardı arkasına kuruyor… Uğraşman gerekenin bu dünya, bu insanlar olduğunu kabullen, yoksa uzaydan yeni bir dünya ve başka bir insan türü ithal edilmeyecek… Sistemin tükettiği her şeyi insanda ve doğada yeniden üretmek değil de başka nedir devrimci olmak… Sen değil miydin sınıf mücadelesinin asıl zor yanının yeni ve mutlu insan yaratmak olduğunu söyleyen… Laboratuvarlarında imal ettikleri İŞİD canavarıyla gündem belirleyip kitleleri hedefe kilitleyecek kadar da başarılı olan sistemin uzmanları mı çok kurnaz, sansasyon bombalarıyla uyuşturdukları insanların uykuları mı çok derin, kestiremedim. “Din, tarihin hangi döneminde bundan farklı olmuştu ki… Hıristiyanlık ya da Müslümanlık… Tek tanrılı ya da çok tanrılı dinler… Söylenceler… Hurafeler… Tanrılara kurban edilen, sunaklara kanları akıtılan insanlar… Aklın egemenliğinin üzerine şal örtülürse uyuşturucunun dumanı da beyni esir alır” dedim. Kelli felli yöneticilerin toplumu dinselleştirmek için köşe bucak kuran kursları açmaları, okulları imam hatibe çevirmeleri nasıl açıklanabilir ki başka türlü… Yan masadan gazeteye göz ucuyla bakan mavi tulumlu, muhtemelen gazete okuduğu pastane çalışanının “ meteoroloji uyardı, yağmur var, havayı temizler” homurdanmasının “ oh be” dedirten serinletici havasıyla kendime geldim… “Bizi de temizler mi” dedim, garson güldü. “Ağabey, yağmur yetmez şöyle kıyağından bir fırtına lazım” dedi…
Ekonomi… İş dünyası… ABD Merkez bankası FED’in bono alımlarını azaltacağı, doların yükseliş eğilimleri… Makroekonomi alavere dalavereleri… Bankalar, borsalar… Jitem’in cinayetleri, cezaevinden tahliyede alıp götürülenlerin kemiklerinin kuyularda bulunuşu… Tanık beyanlarına göre o dönem cinayetlerin filen içinde olan bir rütbelinin sözüm ona “ilerici medya”daki kahramanlık öyküleri, bir başka uçtan “ilerici kitlenin” sisteme eklemlenme çabaları… Aklıma Yozgat cezaevinden tahliyemde cezaevi kapısında tahliye olmamı bekleyen 12 Eylül işkencelerinin malum “Dal grubu” mensuplarının, tesadüfen o gün nöbetçi olan alevi kökenli bir gardiyana beni kendilerine teslim etme istekleri, gardiyanın bilerek tahliye tarihimin bir hafta sonra olacağı ve beni can hıraş o gün gece yarısı cezaevinden tahliye ettirişi… Benim cesedimi hangi kuyuya atacaklardı acaba… Teşekkürler gardiyan Salim…
Haberlerin devamında devrimcilerin uyuşturucu çetelerine karşı canını dişine takmış mücadeleleri… Çeteler üç devrimciyi kurşunlayıp öldürmüşler. Bir kıstırılmışlık histerisi içimi bunalttı yeniden… Kendi kendimi teskin etmeye çalıştım, bir bardak su istedim. Oysa sınıf mücadelesinin kaçınılmazdı bu. Acımasız, korkunç… “Bu çeteler asla arkalarında malum destek olmadan, bir yerlerden güvence almadan devrimcilerin karşısına çıkamazlar”. Gazeteyi katlayıp masanın üstüne bıraktım.
“Akrep yapmaz insanın insana yaptığını” derler ya, uzmanlaşmış iç karartıcılar da benim kendime yaptığımı yapmada benim kadar asla usta olamazlar. Güzelim bir günü daha sabahın ilk saatlerinde onarılmayacak derecede berbat ettim, Sanki dağ devrildi de ben altında kaldım. Oysa şu güzel Eylül akşamına yaraşır şeyler yazmak varken, ben mi beceriksizim, kalemim mi haddini bilmiyor, kestiremedim. Küstüm kendi kendime…
Can Yücel ODTÜ de bir konferansında iki saat boyunca çıt çıkarmadan dinleyen dinleyicilere konuşmasının bitiminde, sansürsüz bir söyleyişle “umarım kafanızı (şey etmedim!…)” deyince, salon gülmekten kırılıp geçmişti. Keşke okuru güldürebilme yeteneğim olsaydı, affola…
O, bunları aynen böyle anlattı bize. Biz de, bize anlatılan hikâyesinin noktasına virgülüne dokunmadan naklettik size.