Masallar Masalı

Masallar ülkesinde hayat, hayatın masalıyla başlar, sürer giderdi. Belde halkı,  o yaz yakıcı günesin altında günlük işinde gücünde iken, ikindiüstü nereden, nasıl geldiği bilinmeyen eli kılıçlı atlıların sinsice beldeye sızmalarını ve ortalığı göz gözü görmez hale getiren bir toz bulutunun ansızın kabarmasını, giderek beldeyi simsiyah karanlıklara boğmasını şaşkınlıkla, elleri yanlarına düşerek izlediler. Kuzey rüzgârlarının hırçın fırtınasının yıkıp attığı beldede sağ kurtulanlardan birisi hariç diğerlerinin hatırlayamadığı, yalnızca birisinin tanık olduğu, dilden dile dolaşan, yüzlerce yıldır kuşaktan kuşağa aktarılan ve bizim öykümüze konu olan büyük tufanın ve kırımın öyküsüdür bu.

Tufanın büyük yıkımının tanığı, aykırı ve aksi yaşamından illallah eden belde halkının bir ağaca zincirleyip, bir lokma ekmek bir bardak suyla ölüme mahkûm ettikleri ve yine yakıcı yaz güneşi altında ucu bucağı görünmeyen, heybetinden görenlerin dilini yuttuğu görkemli kanatlarıyla gökyüzüne uçup gitmişti. Tufanın öyküsünü büyük dedesinin büyük dedesinden dinlemişti. Büyük dedesinin büyük dedesi tufanın beldede taş üstünde taş, atlıların baş üstünde baş koymadığını anlatırmış anlatmasına da, beldenin ilk kuruluşunun meşakkatlerini de anlatmaktan geri durmazmış.

Uçsuz bucaksız bozkırlarda yaşarlarmış. Yaşadıkları bozkırın iki mevsimi varmış. Yazları sıcak ve kurak, kışlarının soğuk ve dinmek bilmeyen karları ise dillere destanmış. Uzun kış gecelerinde bozkırın yaşlıları mangala yığdıkları közün ateşinde ısınırken burunlarına enfiye çekerler, tütün sararlarmış. Kadınları, kızları ev işleri, çoluk çocuk, mal maşat derken günler geçer gidermiş. Zalim hükümdarlar iki oğlak bir keçiyle geçimini sürdüren, çoluk çocuğu rızkından edercesine vergilerle haraçlarla yaşamı zehir etmeye başlamışlar. İskender gitmiş Sezar gelmiş, Sezar gitmiş Darius gelmiş… O zalim gitmiş, yerine beriki zalim gelmiş…Hitler gitmiş Mussolini gelmiş… Tamam, bunlar zalimlerin sonuncusu derken… Ohoo… Bu kez pıtrak gibi nereden çıktıkları bile belli olmayan bir sürü zalim hep birlikte dikilmişler belde halının karşısına… Zulme, sömürüye, yağmaya birer ikişer karşı koyanları aleme ibret olsun diye kapattıkları zindanda işkencelere çekerler, aç susuz bırakırlar, cesetlerini besili atlarının arkasına takarak sürüklerler, kılıç zoruyla meydanlara topladıkları halka izletirlermiş. Ele geçiremedikleri firarilerin arkasına profesyonel katillerini takarlar, bu katiller dağ bayır, il memleket arar, tarar bulurlarmış firarileri. Bulduklarını hemencecik oracıkta öldürürler,  ispatı olarak da hükümdarına firarilerin kesik kulaklarını, torbaya konulmuş kanlı başlarını getirirler, hükümdarlarınca bahşişlerle ödüllendirirlermiş. Bu gün filancanın oğlu, ertesi gün falancanın kızı, damadı, torunu, derken sıra bastonuna dayanarak kalkacak mecali kalmayan yaşlı kadınlara, ihtiyar erkeklere gelmiş… Gün geçtikçe zulüm artar da eksilmezmiş… Korkması, sinmesi beklenen belde halkı Nuh derlermiş de Peygamber demezlermiş, pes etmezlermiş. Beldeye gönderilen vezirlerin, prenslerin, zindancı başlarının hükümdarlarına belde halkının pes edip etmediğine ilişkin verdikleri raporların hiçbir iç açıcı yanı olmadığı gibi, belde halkının aşlarını, ekmeklerini savunma direnci her geçen gün büyüyormuş. Beldenin, bereketi gözlerini kamaştıran altın avcıları bitek toprakların altını üstüne getirir, meraları çoraklaştırır, ormanları çekirge sürüleri geçmiş gibi çöle döndürür, berrak derelerin suları akmaz, göllerin ışıltılı gözleri birer birer sönüp ölü gözüne dönünce yakamozlar da beldeyi terk etmişler. Bir gece kuzey rüzgârlarının getirdiği tufan beldenin evlerini, çatılarını havaya uçurur, ağaçlarını kökünden sökerken, uzak denizlerden, karadan,  gelen kılıçlı, palalı,  zincirli adamlar da beldede yaşayan üç bin üç yüz kişiden biri hariç herkesi kılıçtan geçirip, cesetlerini çöplüklere atmışlar. Kılıçlı adamlar belde halkını kılıçtan geçirip baş üstünde baş koymazken,  kuzey rüzgârlarının getirdiği tufan da beldede taş üstünde taş bırakmamış. Kıyımdan ve tufandan sağ kurtulan büyük dedenin büyük dedesi il il, memleket memleket dolaşarak beldedeki tufanı ve kırımı anlatmış herkese, her taşa, her kuşa da hiç kimseyi inandıramamış. Belde halkı şaşkın şaşkın birbirlerine bakmaktan,  giderek homurtularını yükseltmekten ve korkularından arkalarına dönüp bakmaktan bile korkarak başka bir şey yapmamışlar. Daha munis olanlar böyle bir şey olmadığını söylemişlerse de ısrarından zerre geri adım atmamış. Hiç kimse anlatılanın doğruluğuna inanmayınca, aklını kaybettiğini sanmışlar, iftira atmakla suçlamışlar, suçlandıkça da anlatmaya devam etmiş. Tanığımızın büyük dedesinin büyük dedesinin delirdiğinden şüphesi kalmayan belde halkı da tufan ve kırımın tek tanığını bir ağaca zincirleyerek susturmaya çalışmışlar.

Büyük dedenin büyük dedesi bu kez, tufanı ve kırımı zincirle bağlı bulunduğu ağaca seyirlik için gelen çocuklara sessizce, kimselerin anlayamayacağı işaretlerle gizlilik içinde anlatmaya başlamış. Bu olay olalı ikiyüzlü elli sene olmuştu ve iki yüz elli sene sonra daha sık olacakmış ve daha çok beldeyi halkıyla, hayvanlarıyla, sokaklarıyla, meydanlarıyla birlikte yutup yok edecekmiş. Üstelik sadece bununla da yetinmeyip bu kez havada uçan makineler de kustuğu ateşle tüm canlıları yok edecekmiş. Tufan ve kırım tanığımızın çocuklarla muhabbetinden kıl kapan beldenin ileri gelenlerinin susturmak için başvurmadıkları yol, almadıkları önlemi kalmamış. Her yolu denemişler de bir türlü uslandıramamışlar, eğlenmeye, alaya almaya başlamışlar ama baş da edememişler. Sonra deli olduğuna karar verip bir ağaca zincirlediklerinde de bu kez kendi kendine konuşmaya başlamış. Tufan ve kırım demiş de başka bir şey dememiş. Bu gerçeğin masalını da ikiyüzlü elli yıl önce kanatlanıp gökyüzüne uçmadan torununun torununa anlatmış.

İki derenin yamaçlarına kurulmuş yeni beldenin “meteorolojik üs”sü iki dereyi ayıran büyük dağın tepesiydi. Kuraklık zamanlarında bu dağın başındaki bulutlar yağmur yağacağının delaletiydi, kuzey rüzgârlarının kalkış istasyonu bu dağın tepesiydi, ülger yıldızı da önce bu tepeden görünür, bu tepede dualar edilirdi.  Masalımızın tanığı da iki yüz elli yıl sonra aynı kuzey rüzgârlarının kasıp kavurduğu başka bir büyük tufanda bu beldede dünyaya gelmiş, yirmi dört saat dinlenip doğum yorgunluğunu giderdikten sonra büyük dedesinin büyük dedesiyle, kapısı örümcek ağlarıyla kapatılmış virane evinde karşılaşmış… Dedesinin büyük dedesinin tufan ve kırım olayına tanıklık etmek için çocukluğa yalnızca yirmi dört saat tahammül edebilmişti.

Olayı annesinden dinlediğimde aynısını anlattı. “Yalnızca yirmi dört saat çocuk kaldı, ertesi gün çizmelerini giyerek aynanın karşısına geçip kendini seyrederken gördüm oğlumu, iki yüz elli yaşındaydı.” Dedi.

 Büyük dedesinin büyük dedesiyle virane evde kucaklaşırken aynı yaştaydılar. “Virane olan evimiz, kalbimiz de beynimiz de som altından” dediler. Büyük dedesinin büyük dedesi iki yüz elli yıl önceki tufanı ve kırımı anlatırken, torununun torununun torunu iki yüz elli yıl sonraki tufanı ve kırımı anlattı.  “ Şu farkla ki dedi, senin zamanındaki tufanın yerle bir ettiği yaşadığınız ufacık beldeydi, kırıma uğrayan beldenizdeki üç bin üç yüz kişiydi ve bir tek sen kurtuldun, benim yaşadığım dönemde tufanlar dünyayı yerinden söküyor, kırıma uğrayanlar da artık binlerle değil milyonlarla sayılıyor. Ben de firari olup kaçmasaydım ölmüş olacaktım.  Çağlar değişti de zalim hükümdarlar değişmedi bir türlü”.

Dedesi ve torunu aynı surette, aynı bedende ve aynı yaşta çıktılar karşıma… Dedesi torunuydu, torunu dedesi… Onlarla sokakta karşılaştım. İki yüz elli ya da beş yüz yaşındaydılar ama on üç ya da on dördünde gösteriyorlardı. Beni görünce İki okundan çekerek sürükledikleri atık çöp arabasını durdurdular, sigara verdim, derin derin içlerine çektiler. Terlemişlerdi ve yorgun görünüyorlardı.. Üstleri başları kir pas içindeydi. “Nasılsınız, ne yapıyorsunuz” dedim.

“Efendilerin çağlardır içine sıçtıkları dünyayı temizliyoruz” dediler. 

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.