Beni böylesine kendine tutsak edecek kadar sarıp sarmalayan Haziranda ne bulurum bilemem ki… Ölesiye yaşanan aşklar mı, canını dişine takacak kadar saf, temiz delibozuk gençliğimizin geleceğe fütursuz koşusuna sinen serden geçmişliğimiz mi, ya da ikindiüstleri kokusunu kilometrelerce uzaktan içine çektiğin, ta Kızılaylardan yalın yapıldak inatla yürüyerek gelip her akşam o tek katlı evin küçücük bahçesinden kopardığın susam gülü mü? Kopardığın susam gülünü mü koklardın, haziranı mı?..Bunların hepsi, ya da hiç biri… Sel gider kum kalır ya, işte öyle… Yıllar geçer, aylar geçer de Hazirana gelince geçmişe takılır kalırım, ya da haziran bir türlü bırakmaz yakamı…
Sabahın erken bir saati… Uzaktan kumru sesleri geliyor… Hafif sabah serinliğinde güneş gözünü kırpıyor… Havanın kararmaya durmasıyla cadde boyundaki akşamsefalarının mest eden kokuları…
“Ben geldim, Haziran”…
“Neden bu kadar rahatsızsın dedi, seni huzursuz eden şey ne?”.
“Sen neden bu kadar rahatsın, bu kadar huzurlu olmanın sırrı ne?”.
Seni tanırım dedi, daha bıyıklarının bile terlemediği yeniyetmeliğinden, meydanların fedaisi olduğun utangaç delikanlılığına ve o günlerden bugünlere… Senin yaşındaki gençler kızlara âşık olurlardı, bunu elbette anlardım da senin bana aşkını fark ettiğimde kahkahalarla güldüm… Yılda bir aylık ömrüm vardı da ama sen bana ölümsüzlük içkisi içirmiştin ve senin için ölümsüzdüm. Günler aylar boyu beni beklediğini bilirdim… Görünüşün ne kadar sakindi, içine kapanık biriydin, öyle tanıdım seni, öyle kaldın aklımda. Aslında, içten içe yanan, patlamaya hazır volkan olduğunu anladığımda ne kadar şaşırttın beni. Senin yıllar önce tanıdığım gerçek karakterin, kişiliğin buydu… O, adamların ve cudamların birbirine karışmadığı ölüm kalım günlerinde de böyle sakin görünürdün. Mesela kızmaz, küfretmezdin ama o it sürülerinin arasına daldığında vahşi bir kurt kesilirdin, gözün hiçbir şeyi, hiç kimseyi görmezdi, yanına yaklaşılmazdı.İtiraf edeyim ben senden öğrendim “azdan az, çoktan çok gider” hesapsız kitapsızlığını… Melun bulutların süt beyaz güneşimi kararttığında aklıma gelen senin bu sözün moral vitesimi yükseltmenin şiarı olurdu… Sabrında sınırsızdı, öfken de… Hiç değişmemişsin, sakin görünümünün altında, fırtınaları sakinlikle kontrol altına almayı başarabiliyorsun, yıllar sonra bile kırk yıl öncesinin hep aynı kişisisin”…
Siz insanlar geleceğinizi karartanlara karşı direnirsiniz, biz aydınlık aylar da güneşli havamızı karartanlara karşı direniriz. Siz insanların bizden ne öğrendiğinizi pek bilmiyoruz ama biz kendimizi devrimci olarak adlandırdığımız dost mevsimler sizden çok şey öğrendik. Kendi aramızda yarı gırgır, yarı ciddi sohbetlerimizde bir devrimcinin hasletlerini, davranışlarını tartışırdık, şu davranış devrimciye yakışırdı da, bu davranış bir devrimcinin davranışı olamazdı… Bizim seninle sohbetimizde sen çok az konuşurdun, göz ucuyla bizi izlediğini fark ederdim, bizim o “çokbilmiş” tartışmalarımıza bıyık altından gülerdin… Aynı yaşlardaydık seninle hemen hemen, ama hepimizin ortak kabulü senin, bizim bilmediklerimizi bilen, görmediklerimizi gören birisi olduğundu… Biraz abi rolü keserdin, hepimizle tek tek ilgilenmen, senin küçüğünmüşüz gibi hepimizin üstünetitremen nasıl da hoşumuza giderdi… Laf aramızda bu ilgiden kendime ayrı bir pay çıkarır, bana âşık olduğunu fısıldardım. Bizim için, özellikle sen bir kartaldın ve senin kanatlarının altında olmak bizim için tarifi imkânsız bir güven ve moral yuvasıydı…
“Bu güveninizde ve yüksek moralinizde katkım olduğunu söyleseydiniz, ya da bilseydim hepinize teşekkür ederdim. Öyleyse şimdi hepinize teşekkür edeyim.”
Hatırladığım kadarıyla bizim şamatalara pek kulak vermiyordun, kulağın hep dışardaydı, her an bir şeyler olacakmış, etrafımız kapkara bulutlarla çevrilecekmiş gibi elini belinden hiç çekmiyordun. Mayıs, her zamanki nezaketiyle çay getiriyordu, birden gökyüzünden kıyamet sesleri gelmeye başladı, Mayıs elindeki bardakları düşürdü. “Yere yatın” diye bağırdığını duyduk, hepimiz soluk almadan yere kapaklandık.
Parlak bir yıldızı siper aldın, karşılık verdin, gökyüzünden gelen silah sesleri kesilmişti, ayakkabını bile giymeden peşlerine düştün… Geldiğinde nefes nefeseydin, paniğin en küçük belirtisini bile görmedik yüzünde. Bulunduğumuz yeri derhal terk etmemizi istedin, sen gelmemiştin, yıldızların yanında kalacağını söyledin. Bir süre sonra bizi gönderdiğin yere geldin. Hepimiz ne olduğunun merakı içindeydik, gözüne bakıyorduk. “Telaşlanmayın, bir şey yok, olağan bir durum” dedin… İstemeden sana sesimi yükseltmiştim, “ gökyüzü kurşunlanıyor, sen olağan bir durum diyorsun”… Ortalık buz kesmişti, kimsenin sesi soluğu çıkmadı… Senden okkalı bir zılgıt yiyeceğim diye telaşlandım, beni azarlayacaktın, belki korkaklığımı yüzüme vurup, arkadaşlar arasında beni mahcup edecektin…
Birden konuyu değiştirdin. Lafı bizim “devrimci kimdir” gırgır, şamata tartışmamıza getirip, bana sormuştun, “ Devrimci kimdir”?. Eyvah dedim, korktuğum başıma geldi, zılgıtın babasına, köteğin büyüğüne hazır ol”… Şimdi ne dediğimi pek hatırlamıyorum, kem küm ettim, telaşla kelimeleri, cümleleri birbirine karıştırdım.
“Söylediklerinin hepsi doğru, ama ben biraz farklı düşünüyorum” dedin, “ tartışmaya katılmak isteyen var mı?”. Arkadaşların kimi korkusuzluktan, kimi yetenek ve beceri sahibi olmaktan, kimi özel alanlarda uzmanlaşmadan söz etti, kimsenin sözünü kesmeden dinliyordun. Ortalık yumuşamaya başlamış, rahatlamıştık, en çok rahatlayan da bendim.
Başka konuşmak isteyen?…
Kimseden ses çıkmamıştı.
“İçinizde, çocukluğundan bu güne kadar olan yaşamınızda ayağı kayıp tökezlemeyen bir var mı ” diye söze başladığında hala lafı nereye getireceğini kestirememiştik.
“Hepimiz, yaşamımızın bir döneminde tökezlemişizdir, oynarken, koşarken, dikkatsizliğimiz nedeniyle bir nesneye çarparak… Sebebi her neyse ama sonuç tökezlediğimizdir… Ellerimiz acımıştır, dizlerimiz kanamıştır, kaşımız patlamış, ya da kafamız kırılmıştır. Tökezlediğimiz yer arzın üzeriydi, o arzın üzerinde bedenimizle ve ruhumuzla beraberdik. Hayatımızın olağanlığı içinde dünün tökezleyen, bir yerleri acıyan, dizleri kanayan, kaşı patlayan, kafası kırılan siz dost mevsimlerbu gün insanlığın karşısına bir manifestoyla çıkıyorsunuz… Değiştireceğiz… Bu düzene ait ne varsa değiştireceğiz… Böylesine iddialı ve kutsal bir manifestonun yazı odası arzın üzerinde bir yer olamaz, gökyüzüdür. Böylesine iddialı ve kutsal bir manifestoya inananların ruhu arzı terk edip gökyüzüne çekilir. Ve o ruh gökyüzünden seslenir… Değiştirin, önce kendinizden başlayarak… Bu düzene ait olan ne varsa değiştirin… Koşun der, durmadan, dinlenmeden yaşamınız boyunca koşun… Bir elinize bir demet menekşe, diğerine ütopyanızı almayı unutmayın, her ikisine de sımsıkı sarılın… Gökyüzündeki koşunuzun engelsiz olduğunu sanmayın, bazen kapkara bir bulut kümesinin pususuna düşebilirsiniz, ayağınız kayar, güneşiniz kesilir, dizleriniz kanar kaşınız patlayabilir, ya da kafanızı kırarsınız… Düşerseniz, düşmeniz de size özgü olmalıdır. Elinizdeki menekşeler bütün yeryüzüne dağılmalıdır, gökyüzü rengine boyanan ütopyanız yolunuzu bekleyen milyonların inancı olmalıdır. Bir kolunuz okyanuslarda kulaç atarken, bir ayağınız dünyanın bütün dağlarını yol eylemelidir. Ve her şart altında gülümsemelisiniz… Işığınızı karartmalarına izin vermemelisiniz. Benim anladığım devrimcilik budur.”
“Yapma yav dedim, bütün bunları ben mi söyledim”
Gerginliğimiz gitmiş, seninle zaman zaman yaptığımız sohbetlerin sıcaklığı sarmıştı ortalığı… Mayıs bu sıcaklığın verdiği fırsatı kaçırmamıştı.
Belki yaşının bizden küçük olması nedeniyle Mayısa daha yakın davranır, bizden daha çok severdin, o günün gerginliğinde Mayıs bile ölçülüydü, şımarmıyor, seninle şaka yapmıyordu, biraz ürkek, biraz tedirgin söz istedi… Her günkü sevimliliği içinde “No silah, yes çiçek” deyivermişti de hepimizin kıs kıs gülmesi kahkahalara yükselmişti.
“Hayrola Mayıs”…
İzin verirsen açıklayayım mı?.
“Mayıs, izin ne demek, biz arkadaşız, herkes içinden geldiği gibi konuşsun.”
Mayıs ayağa kalkmıştı, sanki rolü özel maharet isteyen bir tiyatro oyuncusu gibi sağ elinin parmaklarını birleştirip parmaklarının arasına rulo yaptığı bir peçete kâğıdını sıkıştırıp yanında oturan arkadaşımıza “ buyurun teyzeciğim, anneler gününüz kutlu olsun”… Kimse bir şey anlamamıştı, bakışlarından senin de bir şey anlamadığın belliydi…
“Ya Mayıs dedin, kimsenin bulmaca çözmeye vakti yok, anlatsana şu teyze hikâyesini”.
“Hani Samanyolu galaksisinde yürüyorduk, çok az paramız vardı, sigara alacaktık, kalanıyla da ekmek alıp gezegenimize gidecektik. Yetmiş ikinci gezegenin başında yaşlı bir kadın kaldırıma oturmuş dinleniyordu, benden paranın hepsini aldın, galaksi üzerindeki çiçekçiden bir demet çiçek aldın, benim şaşkın şaşkın bakışlarıma aldırmadın bile, teyzenin yanına geldin “ buyurun teyzeciğim, anneler gününüz kutlu olsun” dedin… Mayıs arkasından hemen lafı yapıştırmıştı, “ ben o günü sigarasız geçirdim”…
Biraz mahcuptun, azıcık da yüzün kızarmıştı.
Sana göre bu uzun koşuda olağanüstülükler bile olağanlıktı. O günlerde öyle derdin, bu gün de huzursuzluğunu içinde saklamayı başarabiliyorsun… Aslında benden farkın yok, rahatsız ve huzursuzsun. Öfken ve sabrın ve sevgin gibi… Sınırsız… Ben senin görünen yüzünüm…