Kasım ayına neden bu kadar taktığımın cevabı inanın bende de yok. Yıllardır düşünürüm, taşınırım da şöyle incir kabuğunu doldurur “hah, işte bu” diyeceğim bir gerekçe bulamam. Ya da çoktan seçmeli sıraladığım gerekçelerin hiç biri o boşluğu doldurmaz. Yıllardır peşine düşülüp te sizden haberi bile olmayan bir sevgilinin terkedilişi gibi terk edersiniz, ya da terk ettiğinizi sanırsınız… Dalgın dalgın yürüdüğünüz Çınarlı kaldırımın ıssızlığında kopan bir hortumun kurumuş gazel yapraklarının yüzünüze savrulmasıyla prangaya vurulmuş gibi olduğunuz yerde kalakalırsınız. Düş ya da gerçek, ne fark eder, yakalandınız işte… Merhaba, ben Kasım… O çekingenliğinin, endişelerinin, yiğitliğinin ve korkaklığının ayı… Yalnızlığına tüy diken Kasımım ben, yitik sevgilin… Soğuk ve hırçın… Dikine yükselen apartmanların arasından baktığınız gökyüzüne resmedilen o anıların mahzun gülümsemeleri kolunuza girip, bunca yıldır farkınızda bile olmayan o şuh sevgili sizi zaman tünelinde yolculuklara çıkarır… “Gelmek istemiyor musun yoksa…”… Evet ya da hayır’a yer olmayan bu davette dilsiz sular gibi sadece boşluğa akışınızı izlersiniz…
Yeni yetme yıllarımızdı, henüz terlemeye başlayan bıyıklarımızın ayva tüylerinin dudaklarımızın üzerinde şaha kalktığı yıllar… Köy irisi, merkezinde bulunan hükümet konağının arkasındaki parkın etrafında kümelenmiş üç dört katlı birkaç apartmandan ibaret, ana caddesi enikonu beş yüz metreyi geçmeyen, ticari yaşamının eşek arabalarına, sosyal yaşamının argo ve küfürlerinin sırt hamallarına ihale edildiği bir kasabadan çıkıp, kalabalık caddelerinde kimseciklere çarpmadan yürümeyi bile beceremediğiniz büyük şehrin anaç caddelerinin mahşeri kalabalığında afili afili yürürken o delikanlılık rüyasının hangi evresini yaşıyordunuz… Ayakkabıların ayağına göre değildi, tabanlarının üstüne basamıyordun ama kızlar güzeldi, topallaman olmazdı… Sırtındaki siyah montunun iç astarı yırtıktı ama olsundu, zaten hava soğuktu, hiç adedin olmadığı halde önünü kapatır gibi yapar, bu ayıbı da savuştururdun, öyle de yapmıştın zaten… İsmail’in kaykıla kaykıla aldığı simidin yanında bir bardak da çay ne giderdi ama… Olsun, zaten birkaç kuruş paramız vardı, İsmail ile öyle kavilleşmiştik, benim kaydımı yaptırdığım üniversitenin kantinine gidiyorduk, kayıt yaptırırken adını bile sormaktan yüzümün kızardığı, bana gülümseyen kız oradaydı, övünmek gibi olmasın ama bana kesikti. Ben de para yoktu, İsmail’deki para da o kıza ve ola ki yanında birkaç arkadaşı varsa ancak onlara çay ısmarlamaya yeterdi… Kasımrüzgârlarının dondurucu soğuğundan payımıza düşeni ikimizinde dişlerini şangırdatmaya yetmişti. Sahi kimdik biz… Kentin ana caddelerinde bile yürümeyi beceremeyen, bir kıza adını bile sormaktan çekinen, utangaç, hırını, gürünü, kavga ve küfrünü kendi aralarında paylaşan iki isimsiz yeni yetme mi, kızları arkasından koşturan kasaba bıçkını iki kafadar mı, yoksa daha lise sıralarında kendilerinden çekinilen, sevilen ve korkulan iki gözü kara mıydık… Kendi aramızdaki hava atmalarda filanca kız bize kesikti, acayip bitirimlerdik, kasabada en değme kulağı kesikler bile bıçkınlıkta bizimle âşık atamazlardı ama hiç kız arkadaşımız, sevgilimiz olmamıştı ki…
Kantine girdiğimizde İsmail’in ilk sorusu “ kız hangisi lan” olmuştu. Kantin kız dolusuydu da hangisi olduğunu ben de bilmiyordum ki… Başımla kızların toplu olarak oturdukları masayı işaret ettim, “ aha şuradaki lan”… Bir sürü kız, biri denk gelir elbette… “Çok güzelmiş lan” diyor İsmail. “Hadi masalarına gidelim”…
İçeri birkaç külhanbeyi giriyor… Yedi sekiz kişi… İçlerinden sarkık bıyıklı biri, “Ülkücü hareket” diye nutuk atmaya başlıyor, bizde jeton düşüyor, İsmail ile birbirimize bakıyoruz… İçlerinden sarkık bıyıklı olanı İsmail’i tanımış olmalı, bir hışım üzerimize geliyor. Aleti çekip namluyu ensesine dayıyorum, bizim tosuncuklar panikledi… “İsmail üzerlerini ara, ne varsa al”… İsmail, tosuncukların üst başlarını arıyor, ha bire cüzdan çıkarıyor, içine bakıp ülkü Ocakları kartını yırtıp cüzdanları kantinin ortasına fırlatıyor… Hiç birine bir fiske vurmadı, üzerine gelen tosuncuğa attığı yumruğu ben de beğendim… Sürüyü kantinin dip tarafına kadar sürüp, hızla kantini terk ediyoruz… İsmail “ lan diyor şu şansa bak, kızlarla tanışmayla geldik, karşımıza tosuncuklar çıktı”… Hangi kızlar İsmail diyemiyorum, sadece “ bugünkü payına tosuncuklar düştü, onlarla idare et “ diyorum, gülüyoruz. Kentin, devrimcilerin yoğun olduğu semtine geliyoruz, rahatız, tedirginiz, tosuncuklar ya polise adımızı verirlerse… “Lan oğlum diyor, üniversitenin kapısından girmeden kovulacağız bu gidişle”… Devrimci dalga yükseliyordu,faşistler kitle katliamlarına başlamıştı, polisteki kayıtlarımız kabarıyordu, aranmalarımız başlamış ve İsmail’inkehaneti gerçekleşmiş, üniversiteden kayıtlarımız silinmişti.
İsmail’i, lisedeyken ilişkide olduğum bizim öğrenci hareketi sorumlusuyla tanıştırıyorum, Kentin üzerimizdeki havası değişiyor, “güzel kızlarla tanışmanın yerini” Dünya devrimci hareketinin tartışmaları alıyor, Fidel,Che idolümüz…Şehir adeta kuşatma altında , devrimciler açık hedef…Saldırılara karşı mahallelerde, okullarda mevzileniyoruz… Ölüm haberleri geliyor ülkenin her yerinden… Polis-faşist işbirliği açık ve aleni, saldırılara hükümetin desteği eksiksiz… Sol içi saflar da netleşiyor. Şu grup… Bu grup seçmece yani… Tartışmalar alev alev… Üniversiteler, Yurtlar, dernekler açık kürsü… Bizimkilerin sözcüsü benim… Türkiye devrimini bizim grup gerçekleştirecek, işçi sınıfı iktidarını biz kuracağız… İyi de ağzımızdan kutsal ayetler gibi hiç düşürmediğimiz işçi sınıfını hiç tanımıyoruz ki, nicedir bunlar, nasıl yaşarlar, biz kendi kendimize onların öncüsüyüz ama onlar bizi kabul edecekler mi… Muamma… Diğer sol grupların da bizden farkı yok… Tek gerçek kırk parçaya ayrılmış bütün sol grupların ortak yanı tartışmasız faşizme karşı direnişte gösterdikleri yiğitlik ve gözü peklik… Devrime olan kusursuz inançları… İyi de devrimi nasıl yapacağız, bir şey bilmiyoruz… Olsun, iman ettik ve mücadeleye devam… İsmail artık “bizimkilerin” güvenini kazandı… Kaçarken de kovalarken de birlikteyiz artık… Mensubu bulunduğumuz grup öğrenci hareketinin sorumluluğunu bana veriyor…Bayağı büyümüşüz be, ya da zaten büyükmüşüz de yeni farkına varıyoruz. Kendimle baş başa kaldığımda yaşadığım paniği itiraf etsem hoş görülür mü bilemiyorum… A benim çocuğum, a benim büyüğüm, a benim küçüğüm, hangi deneyle, hangi tecrübeyle kalkacaksın bu yükün altından, hangi omuzla taşıyacaksın bu yükü, tavşan gibi kaçmaktan, açlığa, yokluğa, yoksulluğa, soğuğa sıcağa it gibi dayanmaktan başka maharetin ne… Ya sırat köprüsünden düşmemek için akrobatlık yaparken arkandan hançerleyen arkadaş bildiklerinin ihanetini nasıl kaldıracak kalbin… Varsın olsun, iman ettik, düşünceye kadar nefes almaksızın devam… Başarabildin mi a benim asi çocuğum…
O kızı okul kantininde değil ama farklı bir ortamda tanıdım. İsmail’e, bu kızın kantinde gösterdiğim kız olduğunu yutturamadım. Şirin, güzel, zarif bir kız… Türkçe biliyor ama aksanı farklı, “hadi lan dedi İsmail, bu kız Türk değil”… O günkü ortamda devrimci hareketin koyduğu sınırları, kız erkek ilişkilerinin daraltılmış sınırlarını aşıyorum, ihlal ediyorum. Günlük yaşamımın bir parçası oldu, içinde bulunduğumuz ortamda malum güçlerin hedefi olduğumu umursamıyorum, bizimkilerden durmadan zılgıt yiyorum, “bu yüzden faşistlerin pususuna düşeceksin, ayrıl o kızdan”… Ben o kızdan ayrılmadım ama ölüm ayırdı.
O yılın Kasım ayıydı… Kızılay’da buluştuk, aramızdaki bir metrelik mesafeyi koruyarak yurtlara doğru yürüyoruz, kimin nerede pusu kurduğu umurumda mı, aklıma bile gelmedi. Oysa en iyi bildiğim semtti o semt, kaç devrimcinin pusuya düşürüldüğü semt… Geldiklerini görmedim, o güzel kız zaten bunları tanımaz, gafil avlandık, on, on beş kişilik bir tosuncuk grubu… Pestilimiz çıktı, her yerimiz kan… Bok çuvalı gibi yüklendiler üzerimize, bir türlü elimi belime atamıyorum. O kız benden becerikli çıktı, hangi ara fırsatını bulup da çantasından çıkardığını anlayamadığım aletin tetiğine basmasıyla ortalığı gümbürdeten birkaç el “tak tak” sesi imdadımıza yetişti, o kadarcık kısa bir anda meydanda kimse kalmamıştı, zokanın pahalı olduğunu gören it sürüleri birbirlerini tepeleyerek kaçtılar… Meydanın yakınında yurtları var, kıstırılabiliriz. Koşarak yurda geldik, elimiz yüzümüz kan içinde. İsmail, Hukuk Fakültesinin yanındaki sahada top oynuyor, bizi gördü, koşarak geldi, yurtta elimizi yüzümüzü yıkadık, benim kaşım yarıldı, onun muhtemelen burnu kırık. İsmail bizi sorguya çekti. Ben yarı suçlu, yarı mahcup olayı anlattım…”Nee, dedi, oradan yürüyerek mi geçtiniz”… Yere baktım, cevap vermedim. “ Lan oğlum dedi, aymazın birisin sen”
Yıllar sonra İsmail’le Kuğulu Parkta buluştuk, serin bir Kasım ikindisiydi.Bu olayı andık. Uzaktan kumru sesi geliyordu… İsmail “Şu kumru sesine bayılıyorum” dedi.
“Boş ver lan dedim, o kumru aymazın biridir.”
AYMAZIN BİRİ
Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.