AVCI

O günlerden tanışırdık, o atılgan, dışa dönük, biraz da serseri ruhlu biriydi. Ben çekingen, içine kapalı, pek etliye sütlüye karışmayan biri… Yine de severdik birbirimizi. Nereden nereye… Yıllar sonra karşılaşmamız da tesadüftü… O yine bildik o, ben yine bildik bendim…

Konu o günlerden açılmıştı… Gel dedi diline biraz acı biber süreyim, seni o günlere dair bir gezintiye çıkarayım… Dikkat et, saltanat kayığı ile sadabada götürmeyeceğim seni, hala anlam veremediğin o günlerin bizine dair bir kesit anlatacağım… Söz onundu, bana anlattıklarını not etmek düşmüştü… Buyurun gezintiye…

Öyle bilinir, öyle tanınırdı çevresinde diye başladığı konuşmasını kesmeden dinliyorum.  Adı sanı nedir, kimin nesidir bilinmezdi. Avcı lakabı bütün adını, sanını silip süpürmüştü.  Çevresinde korkulan, çekinilen biriydi. Olgun yaştakiler bilirlerdi de “neme lazım, başımıza bir iş gelir”  endişesiyle görmezden, duymazdan gelirlerdi. O günlerde bu ismi sık sık duyduğumu hatırlıyorum.

Şehrin merkezinden epey uzakta, elektriği suyu olmayan, kışın çamurunda yürünmeyen,  Anadolu’nun çeşitli köylerinden, kasabalarından iş için, aş için gelip, adeta dağ başı sayılabilecek kır, bayır boş hazine arazilerinin şurasına burasına başını sokacak kadar bir baraka kurup çoluğu çocuğu yerleştirdikten sonra günlük işlerde çalışan alevi kökenli vatandaşların ağırlıkta olduğu bir yerleşim yeriydi. Dağınık yerleşim alanları kısa sürede peş peşe gecekondularla dolmuş, bir mahalle olmuştu. Herkes birbirini tanırdı, nihayetinde yakın hemşerilerdi. İlk yerleşenler, tanıdık eş dostlarını da getirmiş, emeklerini, olanaklarını birleştirerek birer gecekondu sahibi olmuşlardı. Avcının Mahalleye yakın, daha merkezi bir komşu mahallede oturduğu söylenirdi. Akşamları iş çıkışında komşu gecekonduların kahvelerinde buluşan hemşeriler, avcıdan korkusundan mahalleye birlikte gelirler, birbirlerini korurlarmış. Bu mahallenin adını çok duymuşluğum vardı da nereden, nasıl gidilir bilmezdim, üstelik tanıdığım birileri de yoktu. Avcının adı öylesine yaygınlaşmıştı ki toplu taşım araçlarında adeta efsane olmuş, neredeyse herkesin konuştuğu biri olmuştu. Söylencelerin bini bir paraydı.

Sıkıyönetim dönemiydi. Üniversiteler, fabrikalar, meydanlar ayaktaydı. Herkes her şeyi yeni öğreniyordu, okuyarak, dinleyerek, el yordamıyla herkes meydanların dersini öğrenmeye çalışıyor, yeni bir ses, mest edici bir melodinin efsunlu tınısı dalga dalga bütün ülkenin dağına taşına, deresine ırmağına yayılıyordu. Irmaklar şarkı söyler miydi, dik doruklar, dağlar nara atar mıydı, gözümle gördüm kulağımla duydum, hem vallahi, hem billahi… Söylenen aynı şarkıydı da melodi farklıydı. Sular sanki bir opera melodisiyle, dağlar bir Köroğlu narasıyla söylerlerdi… İnanır mısın, gece gitmek zorunda kaldığımız köylerin ıssız, karanlık yollarını, sanki bizi karşılamak için seferber olan sürüyle ateş böceklerinin kanatlarından saçtıkları ışıklar aydınlatır, yolu bulmamıza yardım ederlerdi. Ya gökyüzü… Berrak, mavi, ıpılıpıl yıldızları, dolunayı ile bize gülümserlerdi. Sığ ırmakları geçerken azgın sular yarılır yol verirdi, aşılmaz dağ belleri eğilir, dümdüz yol olurdu. Kuşlar mı?… Onları hiç sormayın, bir âlemdi yahu… Ciyak ciyak sesleriyle “dayanın çocuklar başaracaksınız” diye öterlerdi… Vallahi de billahi de aynen böyleydi.

Filler, önce çimenleri çiğnemekle başladılar… Sonra çiçekleri, sırasıyla çalıyı çırpıyı, kuşu böceği, havayı suyu çiğneyip tepelediler. Sıra ülkeye gelmişti, insana, geleceğe umuda dair ne varsa çiğneyip tepeleme emirlerini aldılar. Resmi sivil özel  avcılar işbaşındaydı.

İonionescunun gergedanını bilir misin?. Hah işte tam da öyleydi ülke… Bir yanda gergedanlar, bir yanda direnenler. Saflar netleşmeye, sıklaşmaya başlamıştı. Avcıların bir bölümü üniformalıydı, bir bölümü sivil…

Bizim avcı sivil sınıfındandı. Öyle miydi değil miydi bilinmez amabizim avcı,  gecekondulara çöken resmi, sivil avcıların kepazelik timsaliydi, emrindeki ölüm mangalarının önüne leş atar gibi genç kızları, çocuk yaşta delikanlıları attığı, gündüz kocası işte olan ev kadınlarına sarkıntılık edip, mahalledeki bütün kadınları kızları becerdiğini dünya âleme ilan ederek kepazelik yıldızlarını çoğalttığı söylenirdi.

“Peki niye polise şikayet edilmedi bu zibidi”

Polis zaten emrindeydi, kimi kime şikâyet edecektin ki…

Avcı hakkındaki söylencelere merakımı yenemeyip, mahalleyi, bu mahallede yaşayan insanları tanıma merakımı yenemedim. Mahalleden tanıdık araştırmaya başladım. Merhaba diyebileceğim birisini tavsiye ederlerken “ Sakın mahalleye yoldan gitme, yolu tutuyorlar, başına iş alırsın diye de uyardılar. Duyulur da durmak olur muydu, kapı kapalıysa eve inecek bir baca bulunurdu. Bulundu.

Dik yokuşundan inerken adeta kayar gibiinilen, yokuşu çıkarken nefesinizin kesildiği dik bayırı tırmanarak ulaştığım mahallede gördüğüm, direniş damarının kuruyan sularına bir kovacık suya olan bekleyişti. Zaten kaçak yaşıyordum ve aranıyordum. Mahallenin gerek kendi devrimcileri, gerekse dışarıdan gelen devrimciler direnişi örgütlemeye çalışıyorlar ama hem dağınıklıkları hem de avcıların göz açtırmaz kovalamaları direnişi amacına ulaştıramıyordu.

Gidiş gelişler mahalle halkıyla aramızdaki yabancılık engelini kısa sürede kaldırdı, mahalleliyle içli dışlı olduk, bilmediklerimizi kendimize saklayıp bildiklerimizi anlattık. Baharda toprağın üstünden kalkan buğu gibi, çiçeğe durmuş tomurcukların açması gibi başlar yukarı kalktı, tek tük toplantılar kitleselleşmeye başladı. Oluşturulan mahalle komitesi içinde kendimize bir yer bulduk.  Mevsim bahardı, mevsim yazdı, evlerin önüne ekilmiş küçük sebze bahçelerinde, taş örgülerle çevrilmiş  duvar diplerinde uyumayı da öğrenmek gerekirdi… İnsan her şeyi öğrenebilirdi, biz, mahalle halkıyla birlikte öğrendik. Buralar halka aitti, onların olacaktı. Bu bir haktı ve kazanılması gerekirdi. Toprak sertti, tırnaklarınızı toprağa geçirmeniz gerekirdi. “Haydi, arkadaşlar bir yerden başlayalım”. Bir yerden başlandı, hiç kimsenin ummadığı, hiçbir tekniğin olasılık tanımadığı bu mucize inanan, inandırılan, güven verilen halkın mucizesiydi… Enkaz, imece usulü temizlenmeliydi. Gençler, yaşlılar, kadınlar, kızlar, çocuklar imece kovanının arısıydılar. Herkes işin bir ucundan tutmayı ar namus meselesi bellemişti. Enkazlar temizleniyordu. Enkazın ağır taşının avcı olduğu herkesin malumuydu da, bununla nasıl tanışılırdı, hangi dağda otlar, hangi gölden su içerdi, kimsenin bilgisi yoktu.

Avcıyı o yılın son güzünde serin bir ikindiüstü tanıdım. Avcı, izbandut gibi dev gövdesinin iki yanından sarkan iki koluna yapışmış,  dev cüssenin yanında virgül gibi sıska iki pençenin cenderesine teslim olmuş kıpırdayamıyor. Ahali çevresini sarmış, kaçması olanaksız. Arkadaşlara kaş göz işaretiyle kim olduğunu sordum, “Avcı” dediler. Kısaca avcıyı ele geçirişlerinin hikâyesini anlattı.  Çok kolay oldu dediler. Kendisine kimsenin yanaşamayacağı rahatlığında yaşadığı kuşatılamaz kalesinin nöbetçilerinin olmadığını fark etmişler. Adı ünlü bir faşistin selamını getirdiklerini söyleyip kapıyı açtırmışlar. Sonrası malum… Karga tulumba meydanda, ahalinin arasında ibiği kesilmiş horoz gibi titriyor…

Ahaliden biri sinkaflı bir küfürle burnuna ansızın bir yumruk patlattı. Müdahale ettim, avcıyı bu halkın öfkesinden bu kez biz korumaya aldık, iyi mi?. Bazı arkadaşları zapt etmek güç, “bırak diyorlar, halk öcünü alsın”… Onları ikna ediyorum, ya da ikna olmuş görünüyorlar. “Öncelik hakkı” diyorum “ sarkıntılık edip becerdiğini söylediği kadınların kızların… Şunun karısını, bunun kızını, filancanın gelinini, falancanın yeğenini toplayın, meydana getirin”… Birer ikişer meydana gelenler, tüm öfkelerini, hınçlarını kuşanarak geliyorlar, her birinin avcıya bakışını izliyorum, burunlarından soluyorlar… “Bir halk düşmanına reva görülen türden bir ceza”… Arkadaşları uyarıyorum, taşkın bir saldırıya izin vermeyin”.

Bir kadını yakına çağırıyorum, kaşla göz arası koynundan çıkardığı bıçakla avcıya saldırıyor, bir arkadaşla zor zapt ettik, kadın çıldırdı adeta… Sakinleştirmeye çalışıyorum kadını, önce ne yapacağını söyle izin vereceğim diyorum… “ …ikini kesip yedireceğim” diyor. Bıçağı alıyorum, avcının yakasını bağrını yırtıyor, incecik kadın elleriyle o hayvani gövdeye yumruklar indiriyor. Sırayı başka kadınlar aldı, vurmalarına izin vermiyorum. “Daha etkili bir şeyler yapın”.. “Ne yapalım diyorlar, sen söyle”… Hepiniz aynı anda yüzüne tükürün….

Avcı, tükürük hokkasına döndü, başını ellerinin arasına almaktan başka bir şey yapmıyor… Ellerini yüzünden çek diyorum, kadınların ağzı kurudu, zaten biraz tükürükleri kaldı, bi gayret yüzüne tükürecekler, tükürükler boşa gitmesin.

Evi yakın olanlardan bir ayna getirmesini rica ettim… Kenarından ortasına doğru kırılmış bir ayna getiriyorlar. Aynayı avcının yüzüne tutuyorum, “ gözünü kırpmadan bakacaksın, gözünü asla kırpmayacaksın… Köpeğin köteğe baktığı gibi bakıyor yüzündeki tükürük öbeklerine…

Kadınlardan uzaklaşmalarını rica ediyorum… “Soyun”… Avcı soyunmakta pek istekli değil… Bir arkadaşım patlıyor, “ soyun lan… mına koyduğumun pezevengi”…Avcı soyunuyor, don gömlek kaldı… Gömleği de çıkart, ayakkabılarını, çoraplarını… Sadece donun kalsın… Aklından geçeni okuyorum, “üç çocuğum var, ayaklarınızı öpeyim”… Sözünü tamamlattırmıyorum, “ ikinci kez karşımıza çıkarsan, buralardan derhal siktir olup gitmezsen yalvarmaya fırsatın da olmayacak”.“Kulağını dört aç” diyorum, “iyi dinle”

“Bir gün efendilerinin avcılarının, efendisiz avcılara av olacağını sakın unutma…”

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.