En çetrefil sorunlarımıza en pratik çözümler üretenimizdi, arkadaşımızdı anlayacağınız. Sevimli, cana yakın, şımarık kişiliği ile beklenmedik bir başarısızlık karşısında sanki ortada cenazemiz varmış gibi biz asabileşir, burnumuzdan kıl aldırmazken, o ne alımıza ne morumuza aldırış bile etmeden, hatta o sinirli halimizin kendisine tepkiye dönebileceğini umursamadan son derece rahat bir tavırla işi matraklığa vurdurur, zaman zaman içimizden birinin terslemesine sebep olan dalgasını geçerdi… O an, yüzündeki mahcubiyeti gizleyemez, çaktırmadan olduğu yeri terk eder, giderdi. Bizi çileden çıkaran bir olay karşısında yüzünün asıldığına tanıklık eden neredeyse hiç kimse olmamıştı. Doğal olarak içinde yaşadığınız ortamın psikolojisi davranışlarınızı, düşünce ve hareketlerinizi elbette etkiliyor. Bir arkadaşımız mı yakalandı, yakalanan arkadaşımızın kişiliğine göre hemen çözümler geliştirir, şıp diye çaresini bulurdu.… Canı sağ olsundu, görüşte bir tutam yeşil soğan hapisteki arkadaşımızı göklere uçurur, gıkı çıkmadan bir yıl hapis yatabilirdi. Şayet arkadaşımız daha uzun bir ceza almışsa sırada karanfil vardı, ikinci sigarasından Bafra sigarasına terfi ettirilmeye kadar bir yığın teşvik ödülleri sıradaydı…
-Peki dedim, sen cezaevine girersen seni ne ile ödüllendirelim?
-Hoca dedi, şu polis faşist işgalini kıramadığımız mahallenin müjdesini getirmeniz yeterli… Bir şişe de şarap gönderirseniz valla gıkım bile çıkmaz…
Arkadaşlarla birbirimize bakışmıştık, arkadaşlarımın içinde Fikret’e karşı en toleranslı olan bendim, diğer arkadaşların tahammül sınırları biraz daha kısaydı… O an Fikret hepimizi duygulandırmıştı, en tepkili arkadaşımızı bile gülümsetmeyi başarmıştı.
Bulduğu çözümler, önerdiği çareler her ne kadar burnumuzdan solumamıza sebep olsa da kırmamaya çalışırdık ama sabır denen şeyin de bir sınırı yok muydu? Ne yapalım ki Fikret’ti bu, içten ve samimiyeti tartışılmazdı ama en ciddi olaylar karşısında bile böylesine vurdumduymaz olması bizi çileden çıkarmaya yeterdi. O günler henüz faşistlerle aramızdaki boğuşmayı faşistler kitle katliamlarına dönüştürmemişti, devrimcilerin tek tek tuzağa düşürülüp avlandığımız yıllardı… Gerçi iktidarın ve polis abilerinin koşulsuz desteği olmasaydı ne yaparlardı, bize saldırma cesareti bulabilirler miydi, o da ayrı mesele… Çatışma ülkenin her yerindeydi ama biz zaten savunma durumundayız, tüm silahımız taştan değnekten ibaret…
Liselerden, üniversitelere kadar devrimci gençliğin faşist saldırı ve işgallere karşı bulundukları okulları canları pahasına savunduğu yıllardı, okullara tek tek gidilme zamanı geçmişti, belli mahallerde toplanarak topluca gidilirdi. Fikret’in bulunduğu okulda her ne kadar faşistler ağır basıyorsa da devrimciler de okulu terketmemek için direniyorlardı. Çıkan kavgada her gün kaç arkadaşımız yaralanırdı, kaç arkadaşımız yakalanır cezaevine atılırdı, doğrusu çetelesini tutmayı unutmuştuk. Onca uyarıya rağmen Fikret devrimcilerin okulda olmadığı bir saatte okula gidiyor, kantine iniyor… Fikret’i tanıyorlar… Faşistler kantinde toplu haldeler, nasılsa devrimciler okulu terk etti… Kantinin basamaklarını inerken “Hey devrimci” marşını tutturuyor, ortalık sus pus… Duyulan sadece Fikret’in “ Hey devrimci” marşı… Faşistler üst üste yığılmaya başlıyor… Fikret’in eli belinde, gören koltuğun altında bazuka var sanacak… Bir afi, bir caka… Birkaç faşistin hareket belirtisine “kıpırdayanı yakarım” diyor, bir ciddiyet, bir ciddiyet… Herkesi yere yatırıyor, cüzdanlarını çıkartıyor, bozuk paralarına kadar alıyor, içlerinden birini masaya çağırıp bilek güreşi yapıyor… Fikret, zayıf cılız birisi, adam Fikret’in bileğini çıtır çıtır kıracak kadar hayvani bir gövdeye sahip… Adamın gözüne bakıyor, “ deşerim lan”… Bilek güreşinin galibi Fikret… Bulunduğumuz mahalde, gece geç vakitlerde zaman zaman dar toplantılar yaptığımız bir kahve vardı… Gündüzleri işte bilinen bir kahve, çay içilen, taş ya da kâğıt oyunları oynanan bir mekân… Akşamüzeri kahveye uğradığımda Fikret arka sıralarda yalnız oturuyor, yalnız önündeki bardak çay bardağı değil, sanki su bardağı büyüklüğünde bir bardak. Beni yanına gelinceye kadar fark etmedi, toparlandı, elindeki bardağı aceleci bir telaşla masanın altına koydu… Masanın altına eğildim, bardağın yanında kocaman bir şarap şişesi… Gözüne baktım, “ babam biraz para göndermişti de”…Canım sıkılmıştı, biz bunca olanaksızlık içinde debelenirken arkadaşımız şarap içiyordu… Yürüyerek TÖB_DER’e geldim. Fikret’in okulunda o günkü kariyerinin doçent olduğunu sandığım, merhabalaştığımız bir öğretim üyesi çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi beni kenara çekti… Yahu bu sizin arkadaşınız deli mi ne, tamam siz gözü kara insanlarsınız ama bu kadarı da fazla… Bu arkadaşınızı hiç uyarmıyor musunuz, adam sanki Don Kişot ya…
-Abi hayrola dedim, neyi kastettiğini pek anlamadım… İçim bir an cız etti… Türkiye devrimci hareketinin bunca ciddiye aldığı bir devrimci örgütlenmenin mensubu kahvede şarap içiyor… Endişeyle söyleyeceklerinin devamını bekledim.
-Yahu kardeşim dedi, devrimcilerden kimsenin okulda olmadığı bir saatte okula gelip, faşistlerin arasına marş söyleyerek girmek de neyin nesi… Allahtan polis çekilmişti de yakalanmadı, yoksa üstünde silahıyla el ense edilmesi içten bile değildi… Korktuğum başıma gelmemişti, demek ki beni uyarısı şarap meselesi değilmiş, rahatladım… İyi de Fikret’in silahı yoktu ki… Devamını getirdi, Fikret silahını çekip bütün faşistleri yere yatırmış, hepsinin kuruşuna kadar ne kadar parası varsa almıştı… Gülerek “Yoksa bankalar artık size kredi vermiyor mu” dedi.
Töb- Der’den apar topar ayrılıp doğru Fikret’in bulunduğu kahveye geldim, Fikret gitmişti, kaldığımız ev yakında, eve geldim… Fikret kanepeye uzanmış sigara tüttürüyor… Toparlanıp ayağa kalktı, şarap içerken yakalanmanın mahcubiyeti vardı yüzünde, “ özür dilerim” dedi… Cebindeki bütün paraları çıkarmasını istedim… Pantolonunun, gömleğinin ceplerine tıkıştırdığı kâğıt paraları çıkarıp masanın üstüne koydu, “bozuklar da dedim”… Arkadaşlar geldiler, manzaraya pek anlam veremediler… Açıklamayı ben yaptım, “Fikret’i soyuyorum”… Başka bir şey söyleyeceğim mi diye gözüme bakıyor… Fikret dedim bu “soygun” için senden özür dilemeyeceğim… Şarap faslının dışında olup biteni anlattım, bu paraların sahiplerine iadesini istedim. Bu kez diğer arkadaşlar hep bir ağızdan bana muhalefet etmeye başladılar, “ne olmuş yani, faşistler bizim canımızı alıyor, Fikret bu itlerin paralarını almış, çok muymuş yani”…Hatta bir arkadaşımız Fikret’i yüreklendirircesine “ bravo dedi, kaç gündür midemiz sıcak bir şey görmedi, haydi arkadaşlar bu gün Fikret’teniz, çorbacıya… Görüyor musun bak Fikret dedim, yalnız değilmişsin, arkadaşların da desteğini aldın… Hareketinin kendine bahşettiği başarının mutluluğu yüzüne yayılmıştı…
O günün gecesi sol grupların nadiren aldığı ortak eylem kararı afişleme yapılacaktı… Biz eyleme grup olarak katılacaktık… Gece saat üç gibi bize verilen mahalde afişleme yapmaya başladık… Silah sesleri geliyordu, Ya faşistler ya da polis saldırmış olmalıydı, tedbirimizi alalım derken polisle kaçma kovalamaca başladı, dar sokaklara polis arabası giremezdi, özellikle dar sokaklar seçilmeliydi, daha önceki eylemlerde de bu uyarı tekrarlanırdı… Ana yola paralel bir arka sokağa girdim, bir yandan da sağı solu gözlemeye çalışıyorum… Ana cadde ışıklı… Polis arabası hızla önümüzü kesmeye çalışıyor… Gözlerime inanmıyorum… Fikret polis aracına doğru koşuyor, el kol hareketleri ile polis aracını durdurmaya çalışıyor, aracı ayağının dibinde durdurup araca binmeye çalışıyor… Karmakarışık duygular içindeyim, bize ateş açan, yakalanırsak anamızı ağlatacak polis aracına binmek de neyin nesi… Bulunduğum sokakta bir evin bahçe duvarını siper edip izlemeye çalışıyorum. Polis arabası geldiği yoldan geri dönüp bizi kovaladığı istikametin tersine gidiyor… Bir bulmaca ki çözene aşk olsun… O gün baskın olabilir diye eve gitmedim, böyle durumlarda eve gidilmeyip, o gece herkes tanıdığı bir yakınının, akrabasının evinde kalırdı… Hiçbir arkadaşımız yakalanmamıştı, herkes sağ salimdi…
Ertesi gün Fikret’i Töb-Der’de buldum. Hiçbir şey olmamıştı, hareketlerini görseniz pezevenk bir de benden kendini ödüllendirmemi istiyor… Arkadaşlarla karar aldık, bizimle ilişkisini kesecek. Ama önce konuşmalıyız, çünkü olayın ayan beyan görgü tanığı benim… Fikret’e o gün gördüklerimi söylüyorum, bir açıklaması olması gerekir, yoksa hakkında kafamızda kuşku bulutları dolaşıyor.
Fikret’in yüzünde, davranışlarında hiçbir panik izi yok…”Yakalanan her hangi bir arkadaşımız oldu mu”…Fikret diyorum, soruyu ben soruyorum sen cevap vereceksin… Gayet soğukkanlı, “peki” diyor.
-O mahalle benim çocukluk mahallemdir. O sokakların tümü meydana çıkar. Siz kaçtığınız sanırken meydanda polisin kucağına düşersiniz…
Arkadaşlarla “ne alaka” cinsinden birbirimize bakıyoruz, Fikret devam ediyor. Polisin yönünü değiştirmeliydim… Can hıraş bağırarak “kurtarın” ” dedim, “Anarşistler öldürecek beni”… Hemen arabaya atladım, ne olur beni eve bırakın… Evimin neresi olduğunu sordular, geldikleri yönün tersini gösterdim, arabayı çevirip beni evime götürdüler… Bir kahkaha patlatıyor… Bir de uçlu sigaralarını içtim…
Hoca diyor sen batılılar gibi düşünüp işin hep yazı çizi yanıylauğraşıyorsun, biz Doğuluyuz, bizim işimiz pratik… Mesela ben şu teori işinden hiç anlamam. Sen teoriyle uğraşadur da işin pratiğini bize bırak…