YUSUFUN HİKÂYESİ

O günlerin çocukluğundan Yusuf’la ilgili anılarımda ve aklımda kalan tek şey “Pevlili Birdane demiştir ki”… tekerlemesi,  üzerinden geçen yıllara karşın eskimemiş, silinmemiş, beynimde inatçı bir iz bırakmıştır…

Yusuf’la aynı yaşlarda, aynı okula giden iki çocuktuk. Ben, Yusuf’a göre daha bir haşarı, ele avuca sığmaz biriydim. Yusuf, hani övgüye değer görülen kız çocuklarına yüklenen “ağzı var dili yok” cinsinden melek gibi bir çocuk… Halamın oğlu… Okul vakti okula, kuran kursu vakti hocaya… Yerli yersiz haylazlıklarım sayılmazsa ben okulu aksatmayan biriyim ama Yusuf okulda nadiren görülür, gelmediği günler için öğretmenden ellerine yediği cetvelin acısıyla kıvrana kıvrana ağlayan biriydi.  Ağıtı kısa sürerdi, kuran kursunu bitirip köye hafız olunca görecekti bu öğretmenler, o zaman Yusuf’a  “hafız efendi” deyip namaz kılmak için arkasında saf tutacaklardı. Hem “pevlili Birdane dememiş miydi?”

Okul ya da kuran kursu çıkışı evlerine giderdik. Babası kendince ve kendiliğinden dervişti. Bizi dizinin dibine oturtur, o gün öğrendiğimiz hangi ayet, hangi dua ise sınava çeker, Arap alfabesini hangimizin daha hızlı okuduğuna dair hakemlik yapar, ikimizin de anlamadığı dilde bir şeyler okur, bunun anlamını sorardı… Tabi bilemezdik söylediği şeyin ne olduğunu… Bana sert sert bakmakla yetinir, Yusuf’a tokadı aşkederdi…”Sen hafız olacaksın, hafız…”… “Pevlili Birdane demiştir ki”… Halamın kocasının bu Pevlili Birdanesi, Yusuf’u bilmem ama bana gına getirtmişti… Cennetin kapısını Pevlili Birdane açıyordu, anahtar ondaydı anladık da, akranlarımızın da oyun oynarken sokaktan odanın içine dolan bağırış çağırışlarının oyuna davetlerini geri çeviremezdik ya… Yusuf babasının dizinin dibinde elif cüzü hecelerken benim ansızın sokağa bakan pencereye gelip sokaktakilere “geliyorum” diye bağırmam eniştenin tepesini attırmıştı. “Burada Allah’ın ayeti okunurken senin aklın oyunda zındık, bu çocuğu da yoldan çıkaracaksın” diyerek bana tokat atmak için yerinen yekinmesiyle benim sokağı bulmam bir olmuştu.  Sokağa bakan pencereye yaslanıp bana sinkaflı küfürler savurmaya başlamış, eline geçersem beni eşek sudan gelinceye kadar dövmekle tehdit etmişti. Sokaktan elime geçirdiğim taş, toprak ne buldumsa pencereden fırlatmaya başlamıştım. Sokakta taş, ben de çocukluk enerjisi boldu, pencereden giren taşlarla baş edememiş, pencereyi kapamıştı da atılan taşlardan camlar şangur şungur inmeye başlamıştı. Halam pencereden beni sakinleştirmeye çalışıyordu, gel gör ki pencereye yanaşır yanaşmaz yağan taşlardan başını uzatmasıyla geri çekmesi bir oluyordu. Çocuk yaşımda öğrendiğim bütün küfürleri de tüketmiş olmalıyım ki kendimi birden akranlarımızın oynadığı “çam devrildi” oyunun içinde buldum. Sanırım o akşamdı, halam bizim eve gelip beni babama şikâyet etmiş, “ senin piçin demiş babama “büyüyünce tam bir gavur olacak, enişten din öğretiyor diye evi taşa tuttu, kırmadık çam çerçeve koymadı”…Ben evde yoktum, rahmetli anam anlattı. Babam “benim oğlumun senin hırsız kocandan öğreneceği bir şey yok, oğlumun kılına dokunursa o bok herifin gırtlağını kör bıçakla keserim” demiş… O günden ne kadar sonraydı, hatırlamıyorum ama bir gün cami çıkışında yolda karşılaşmıştık, bana yiyecek gibi baktığını fark etmiştim de “ hırsız gabara, hırsız gabara” tempo tutmuştum. Adımlarını hızlandırarak evinden içeri girivermişti. O günden sonra halamın evine gittiğimi hatırlamıyorum, Yusuf babasından gizli fırsat buldukça oyunlarımıza karışır, birlikte oynarız, babasını görünce korkar, saklanacak yer arardı. Zamanla Yusuf oyunlarımıza daha az karışır oldu. Ben oyun oynamaya çağırdığımda da bana “ Müslüman çocuğunun oyun oynamasının günah olduğuna ilişkin bir yığın nasihatlerden sonra sözünü “Pevlili Birdane demiştir ki” ile bitirirdi. Aradan geçen birkaç gün sonrasında Yusuf çelik/çomak, uzuneşek, çam devrildi oyunlarına girmekten kendini alıkoyamaz, oyun esnasında “ Müslüman çocuğu” olduğunu unuturdu. Ay döndü, gün battı, ekeleşmeye büyümeye başladık. Yusuf sanırım ilkokul üçüncü sınıftan ayrıldı, evde babasından, kuran kursundan hocadan aldığı derslerle “ hafız efendi” olma yolunda hızla ilerlemeye başladı. Benim ortaokula geldiğim yıl Yusuf başına sarığı sarmıştı bile… Beyaz sarığa yeşil“Hacı” sıfatı eklenmezse olmazdı ya, o da eklenmiş, halamın oğlu Yusuf olmuştu “Hacı Yusuf”… Kaç yaşındaydık ki… On bir, bilemedin on iki… Hafta tatilinde köye geldiğimde Yusuf’u gördüm, başında sarık, elinde doksan dokuzluk bir tespih, dudağında durmadan mırıldandığı bir dua… Koşarak Yusuf’un yanına geldim, sarılıp kucaklaşacaktım, epeydir de görüşemiyorduk, özlemiştim de… Yusuf tedirgin olmuştu, geri geri adım atarak benim kendine yaklaşmamı istemediğini anladım. Çaresiz ellerim yana düştü, çok üzülmüştüm, uzaklaştım hemen. Köyün dini bütün gözdesi olmuştu. Hocanın Yusuf’un başına sarığı dolayıp eline doksan dokuzluk tespihi vermesiyle eniştemin yürüyüşünün de değiştiğini söylerlerdi. Şunun şurasında ne kalmıştı ki Yusuf’un hafız efendiliğine…

Uzun bir süre görüşmedik, köye geldiğim zamanlar da ne o beni arayıp sordu, ne de ben onu. Yine de merakımı yenemeyip anama sordum “ Ya ana Yusuf hafız oldu mu”?. Anam “yavrum demişti Yusuf’un hafızlığı bitli kabaranın kuruntusu, bir sürü aç kurt var, Yusuf’a hafızlık düşürürler mi, başta şu adı batasıca var ya”… Anamın kimi kastettiğini anlamıştım, köyde din işlerini tekelinde tutarak köylüden “hocaya yardım” adı altında topladığı çuval çuval buğdayı kaptırmak istemeyen  “kıdemli hoca”… Yakın akrabamız yani… Yusuf’u da Kadiri de babası tamirciye çırak vermiş, Ankara’da çıraklık yapıyorlarmış.

O yıl üniversiteye gelmiştim. Aradan geçen bu süre içinde köye gelip gitmelerimde kimseden Yusuf’un hafız olduğunu da duymadım… Üniversite Yılları malum… Adımız öğrenci ama gel gör ki faşist saldırılar nedeniyle okla gidemiyoruz. Ankara’nın Altındağ semtinde köylülerimiz amelelik yaparlar. Altındağ’a gelip Yusuf’un kaldığı yeri öğrenmeye çalıştım, Kazık içi bostanları denen bir gecekondu semtinde ev tutmuşlar, halamda yanlarındaymış. Bu semtin yolunu yöresini sordum, tarif ettiler… Ulusu geçince Yenimahalle yolunu takiben iç kısımlarda bir yermiş… Kış günüydü, ikindiüstü çıktığım aramanın semeresini üç dört saat aramayla ancak alabilmiştim. Semti, sokağı buldum, komşuları tanıyormuş “aha şurası” dediler ama ben orasını bir türlü bulamıyorum. Şurası diye tarif ettikleri yer resmen bir gecekondu kömürlüğü. Burada değil insanın barınması köpek bağlasan durmaz. Ben bir aşağı bir yukarı “evi” ararken, komşuları kendilerini birisinin sorduğunu söylemişler. Yusuf kapıda karşıladı beni, şaşırtıcı bir içtenlikle kucakladı, eli yüzü simsiyah, gömleğinin, ceketinin, pantolonunun rengini söylemeye gerek var mı? İçeri girdik, halam öpmem için elini uzattı, elini öptüm. Bıkkın, usanmış bir hali vardı. Bir göz oda… Oda demeye dilim varmıyor ama onlar için dört duvar üstü kapalı ya, oda işte… Üç kişi kalıyor. Halam, Yusuf, Kadir… İçinde bulundukları ahvali,  yokluk, yoksulluk olarak adlandırmanın olanağı yok… Sefalet demek durumu belki kurtarır…Ama onlar mesleğini kazanıyorlar ya olsun, bugün cefasını çekmeyen yarın sefasını süremez… Üzgünüm, çok üzgünüm… İçinde yer almaya çalıştığım bu aşağılık düzenin yıkılması faaliyetinin bir neferi olmakla kendimle gururlandım, işte haklılığımızın birinci elden gören gözün tanıklığı bu değil miydi? Yusufların. Kadirlerin, hatta halamın kendilerini insanca duyumsamaya hakkı yok muydu? Dalmıştım, içimden “Dayanın diyorum, az kaldı, birkaç yıla kalmaz bu sefalet düzenini değiştiririz”…

Yusuf “Dayı oğlu dedi, sana doktor olacak diyorlardı, anarşist olmuşsun, polis seni arıyormuş, burayı kimse bulamaz, istersen burada saklarım seni”… Duygulandım, duygusal bulanıklığı yıkmak için “Peki Yusuf sıkışırsam gelirim, ama Pevlili Birdane yok” dedim, Güldü.  “Ya yine de öyle deme be dayıoğlu” dedi, Peki, tamam dedim.

Yusuf da Kadirde tamirci ustası oldular. Yani sefa sürecekleri mertebeyi yakaladılar, tüm hayalleri bu değil miydi? Bir hırka, bir lokma… Şu yalan dünyada daha ne isteyebilirlerdi ki…  İki kardeş Kırıkkale’de tamirci dükkânı açtılar… Ankara’ya gelip giderken uğrardım, çay, kahve sohbet… Allaha şükür iyilerdi, ekmek parasını kazanıyorlardı… Yusuf bir ara müşteriye bakmak için dışarı çıktığında Kadir “ ne iyisi be abi dedi, kayın babam olmasa yiyecek ekmeğe muhtacız, hadi benim için, içinde kızı var, ses etmiyor ama abimin durumu da benden kalır değil, abime verdiğim üç beş harçlık için kayınbabayla huzurum iyice bozuldu”… Kırıkkale’de istikbal yoktu ama Erzurum Orta Doğu ülkelerine giden Tırların geçit yeriydi, orada iyi para kazanabilirlerdi. Erzurum’a gittiklerini duydum. Yusufgil Erzurum’da iken babası ölmüş, Halamın ve kocasının bin bir türlü dalaveresiyle dedemden kopardıkları ucu dönmez araziler halama kalmış, halamın elinden de “şeyhlik payesine sahip” büyük oğlu almıştı. Kadire ve Yusuf’a düşen miras payını ise leblebi parasına kendine mahsus alavere dalavereyle büyük oğlan şeyh üstüne alıvermiş, Kadir’i ve Yusuf’u tığı teber şahı merdan ortalıkta bırakıvermişti. Bunu bir dertleşme esnasında Yusuf anlatmıştı. Yusuf ve Kadirin aradığı istikbali Erzurum da vermemiş, ver elini İzmit Derince ilçesi. Yine aynı iş… Bu kez çıraklıkta çektikleri cefanın Derinceye sefasını süreceklerdi… Yusuf’un bir trafik kazasında ağır yaralandığı haberi geldi. Yusuf Derince hastanesinde yoğun bakımdaydı. Epeyce kaldı burada, bu süre içinde sürekli gelip gittim. Maddi olarak ben de tükendim, Kadir de tükendi… Ankara’dan geliş gidiş parasını zor denkleştirir durumdayım. Yusuf’un durumu her gün kötüye gidiyor… Doktoruyla görüştüm. İstanbul Okmeydanı SGK hastanesi daha donanımlıydı, oraya sevkini yapabilirlerdi ama masraflarına katlanmalıydık. Orada öğrencilikten tanıdığım bir arkadaşım doktordu, onu aradım, ne demekti, kendi hastası gibi yakından ilgileneceğini sıcak, arkadaşça ses tonuyla söyledi.  Komadaydı, konuşamıyor, gözünü açamıyor ki geleni gideni tanısın… Doktor arkadaşım aradı, her şeyi ayarlamıştı, hastamızı getirebilirdik. Cebimizde ambulans parası yok. Halam ile şeyh oğlu Kadirin Derince’deki evlerinde halama, şeyh oğluna Yusuf’un nakli için ambulans parasına ihtiyacımız olduğunu söylüyorum, ikisi de öylesine kayıtsız, öylesine kös dinliyorlar ki, halam gözüme bakıyor, şeyh oğlumuzun dilinde yeminin bini bir para, dikip dikip atıyor… Hala diyorum Yusuf senin oğlun değil mi, dedemden aldığın tarlanın da birini Yusuf için sat, tedavi olursa iyileşip çoluğunun çocuğunun başına dönme şansı var, niye susuyorsun… Halam suskun… Sabrım taşıyor… Ulan orospu hala diyorum, Yusuf senin oğlun, kaç aydır can çekişiyor, nasıl bir anasın sen… Ağlıyor halam, gözüyle şeyhi işaret ediyor. Bu kez halamın çaresizliğine üzülüp pişmanlık duyuyorum.

Kış günü. Şeyhimiz sırtından paltosunu çıkarmamış, kendini sobaya vermiş ısınıyor. Refleks bir hareketle elimi paltonun cebine daldırıyorum. Bir tomar Amerikan doları… Elime sarılıyor… Vallahi billahi başkasının parasıymış… Siktiri basıyorum. Üstüme geliyor… Elimi kaldırıyorum…“Deşerim lan seni”…   Uzaklaşıyor… Kadire göz ediyorum, soluğu hastanede alıyoruz. O gece Okmeydanı SSK hastanesine yetiştiriyoruz, Kadir şeyh abisi adına utanç içinde, ağzını bıçak açmıyor. Ambulanstaki yolculukta Derince’den İstanbul’a varıncaya kadar o yaşam çizgisi bütün ayrıntılarıyla gözümün önünden geçiyor… Cehaletin yoksullukla beslenmesi, yoksulluğun cehaleti kışkırtması…

Kadir kızını Antalya’da bir gençle evlendirmiş, yanıma geldi, hoş beş, sohbet…

“Pevlili Birdane demiştir ki”…

-Kadiiirrrr… Gözüne baktım, sustu…

Yusufların hayatlarının özeti bu… Bir Yusuf daha göçtü dünyamızdan… Yusuf kendine yaşatılan zehir zıkkım hayatın  üzerinden sefa sürenleri anlamış mıdır acaba?….

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.