Düş ve Gerçek – 01
Kendimle ilgili anlatacağım bir hikâyem yok. Şayet onu tesadüfi bir ortamda tanımamış ve daha sonra yine tesadüfi bir ortamda karşılaşmamız uzun bir sohbetle sürüp gitmeseydi bu öykü de ortaya çıkmayacaktı.
Üç beş eş dostun bir araya geldiği, gündeme ilişkin konuların sohbet havasında tartışılacağı bir toplantı için o lokale gitmiştim. Bazı tipler vardır hani yanınızda, yanı başınızda bitiveren, kendi işe yaramazlıklarını başkalarının omzundan “işe yararlığa” çevirmeyi meslek edinmiş hödük tipler… Gittiğim lokal toplantısında bu üç beş eş dostun arasındaydı, doğrusu daha masaya oturmadan içimden kalkıp gitmek geldi ama, bunun kaba bir davranış olacağı düşüncesiyle bir sandalye çekip masaya oturdum. Hiç renk vermeden sohbete katıldım. Adamımızın kaşı bir oynuyor, gözü bir oynuyor, kolumu çekiştirerek yan masada oturan birini işaret ederek “ tanımıyor musun” dedi, o filancadır, bu kadar meşhur birini nasıl tanımazsın”… . Adamımızın en bilinen özelliği kendi işe yaramazlığının üstünü ismi cismi kamuoyunda bilinen bir siyasi muhalif, bir iş adamı, bir futbolcu, bir artist ya da aktrisle tanışmış olmanın, onunla filanca yerde karşılaşmış, sohbet etmiş, ortak tanıdıkları varmış havasıyla örtmeye, bulunduğu eş dost çevrelerinde kendini “önemli adam” kategorisine sokmaya çalışırdı. Bu tür yalama tavırlarını epeydir bildiğim için aldırmadım, istifimi bozmadım. Israrları devam edince İster istemez başımı yan masaya çevirmemle adamın sert, azarlayıcı bakışlarıyla karşılaştım. Sandalyemin yerini değiştirip, yandaki masaya arkamı döndüm, zayıfça, orta boylu, saçları kırlaşmış, sert mizaçlı birine benziyordu, gördüğüm, bildiğim birisi değildi. Bu gereksizliğe canım sıkılmıştı. Arkadaşlar da durumu fark etmişlerdi, “ne işi var bunun” der gibi başımı salladım. “Ne yapalım, geldi işte” gibi memnuniyetsizliklerini göstermeden de çekinmediler. Nihayetinde onu da uzun yıllar tanıyorduk, üç beş eski arkadaşın gizlisi saklısı olmayan bir sohbet toplantısıydı. Duymuşsa kaçırmazdı. İzin isteyip, çıktım. Lokalin yakınındaki otobüs durağında bir elin omzuma vurduğunu gördüm. O idi, azarlayıcı bakışlarıyla muhatap olduğum sert mizaçlı “ meşhur” adamımız… “Merhaba” dedi, biraz yürüyebilir miyiz?. Elbette dedim…
Gece karanlığında cadde ışıklarının göz alıcı aydınlığında yürümeye başladık. “ Özür dilerim” dedi, tavrım sana değildi, üstelik seni tanıyorum. Malum dönemlerde aynı şehirlerde, aynı cezaevlerinde kalmadık ama ismen cismen tanıdığım birisisin”. Adını söyledi, benim de ismen tanıdığım birisiydi. Antifaşist mücadele yıllarında gözü pekliği neredeyse efsaneleşmişti. “Belki bu tesadüfi karşılaşmamız tanışmamız için iyi bir vesile olmuştur” dedi. Konu konuyu açtı, anlattıkça anlattı, anlattıkça anlatacağı şeyler bitmek yerine çoğalıyordu… Geç vakit olmuştu, en kısa sürede yeniden görüşmek üzere ayrılırken, Ekin Sanat dergisinde yazılarını okuyorum, istersen yazabilirsin dedi. “Söz dedim, yazacağım”. Anlatıcı o idi, bana yalnızca yazmak düştü. Aradan çıkıyorum, o anlatıyor:
İnsanlar tanırsınız, esmer kumral, kadın erkek, beyaz ya da siyah derili. Şu inançtan ve ya bu inançtan… Ne var bunda demeyin, zaten benim derdim de görünene ilişkin bilgiçlik taslamak değil… O rengin, inancın ya da cinsiyetin içine hapsolmuş, saklanmış, görünmeyen, zaman zaman yakınlık duyduğumuz, zaman zaman itici bulduğumuz insan karakterleri vardır… Hani Mayıs çiçekleri vardır açmak için mevsimini bekleyen, hani kış uykusuna teslim olmuş toprak vardır nefes almak için baharı bekleyen… İnsan vardır içindekini dökmek için umman arayan, ısınmak için önyargısız, sevecenlikle açılmış bir yürek bekleyen… Bir de yanınızda, yanı başınızda bitiveren, kendi işe yaramazlıklarını başkalarının omzundan işe yararlığa çevirmeyi meslek edinmiş hödük tipler vardır… Uzun mücadele yılları boyunca bu türlerin her biriyle ayrı ayrı karşılaştım, kimisi irademle kimisi iradem dışı zorunluluklar nedeniyle… Benim için içimi dökecek umman, ısınacağım bir yürek oldun, teşekkür ederim.
Devrimcilerin birçoğu gibi o müthiş fırtınaya çocukluktan ilk gençlik çağına geçiş yıllarında yakalandım… Devrimcilerle, liseyi okuduğum kasabadaki ilişkimiz giderek örgütsel bir mahiyet kazandı, boykot ve gösterilere katılma, ilerici derneklerde faaliyetlerde bulunma, bildiri, afiş derken o yıl ki Üniversite sınavlarında iyi puan alıp İyi bir üniversite kazanmıştım, ailemin bana ilişkin umutları yüksekti, çok çalışıp doktor olacaktım. Büyükşehir bizim kasabaya pek benzemiyordu, ilişkiler daha karmaşık, mücadele daha sertti. Mücadele ettiğimiz güçler düzenin para militer sivil ve resmi güçleriydi, bu güçler iç içeydi ve birinin bozguna uğradığı yerde diğerleri ortaya çıkıyordu. Ama kimse bize Cennete giden yolun tekin olduğunu söylememişti de vaat eden de olmamıştı. İnsana ve hayata ilişkin her şey bu mücadelenin sonucuna bağlıydı. Ya karşı devrimciler yenilecek ve sırat köprüsü aşılarak cennete ulaşılacaktı ya da cehennem zebanilerinden daha korkunç bu güçlerin elinde esir olacaktık. Bu öyle bir düştü ki bedeli ne olursa olsun hiçbir şey beklemeden, hiçbir gelecek hesabı yapmadan fedai ruhuyla savaşılabilir ve o sihirli mutluluk iksirinden hep beraber bütün insanlar kana kana içecektik. Öyle bir düş ki bu, uyanmak isteyenin aklından şüphe ederim, uyandırmak isteyeni mutlak düşman bellerim. Gerçi mezun olup doktor olacağım, böylesine yoksul bir ailenin çocuğu için bu kapı bir cennet kapısı ama, tek kişinin girebileceği kadar dar bir kapı… Oysa bu düşümüzü gerçekleştirirsek bütün bir ülkeyi, bütün bir dünyayı cennet yapacağız… Cennetin bütün nimetlerini birer birer hiçbir ayrım gözetmeksizin bütün insanlığın önüne sereceğiz. Lakin Cennetin kapısını zebaniler tutmuş ve cennetin anahtarı ellerinde. İçeride bir avuç mutlu azınlık… Rahatları için koca bir dünyaya kan kusturuyorlar… Cennetin anahtarları bunlardan alınacak, bunun yolu ne, yöntemi nedir bilmiyoruz. Robinhood gibi sevimli hırsızlar mı olacağız, Spartaküs gibi kölelerden kurduğumuz ordu ile Romanın üzerine mi yürüyeceğiz, Promete gibi Olimpos tanrılarından ateşi çalıp “ ey insanlar alın, aydınlanın, ısının” mı diyeceğiz, gerçekten bilmiyoruz. Her sol örgüt başka bir şey söylüyor, mutlak olan ise biz cennetin anahtarını bir avuç mutlu azınlığın elinden alacağız, tartışmasız alacağız. Diğer sol gruplarla tek ortak paydamız cenneti insanların dünyasına getireceğimize ilişkin ortak inancımız… Böyle bir inanış ve inançla yer aldım örgütlenme içinde. Onca deney ve tecrübesizliğime rağmen örgütüm beni öğrenci hareketleri sorumluluğu ile görevlendirdi… Diğer örgütlerdeki arkadaşlarımız, abilerimiz deneyli, tecrübeli… Benim deney ve tecrübem hak getire… Her sol örgüt kıyasıya bir mücadele ile öğrenci kesiminde var olmaya çalışıyor, deneyini, tecrübesini konuşturuyor, bunlarla nasıl başa çıkarım, ne yaparım… Körün duvarı sürerek gideceği yere gittiği gibi her şeyi el yordamıyla kotarmaya çalışıyorum… Gerçi okuduğum Tıp fakültesindeki mücadele diğer okullara nazaran daha yumuşak ama benim mekânım okuduğum okul olmaktan çıkıp “sathı mücadeleye” dönüştü, yani direnişteki bütün üniversiteler… Grev çadırlarının korunması, geceleri mahalle savunmaları… Adeta okulla ilişkim kesildi… O yıl örgütüm Tıp fakültesinden ayrılıp, kitlesel ilişkilerin daha yoğun, mücadelenin daha çetin olduğu filanca okula gitmem gerektiğini söyledi. Ertesi yıl o okula kayıt yaptırdığımda gerçekten Tıptaki mücadeleye benzemeyen sertlikte bir mücadele alanı ile karşılaştım. 12 Marttan içerden çıkan abilerimiz var okulda, onlar bize yol gösteriyor, toplantılar, tartışmalar… Gündem oldukça yoğun… Benden önceki dernek başkanı arkadaşım tutuklanmış, cezaevinde… Uzatmayayım, o yıl antifaşist mücadelede daha aktif olan bütün sol örgütlerin oy birliği ve kitlesel desteği ile dernek başkanı seçiliyorum, okul kalabalık, antifaşist üye sayımız on binin üzerinde… İstisnasız her gün çatışmaların yaşandığı bir alanda bu kadar büyük bir kitlenin sorumluluğunu taşımak ürkütüyor beni… Tek bildiğim uzlaşma ve savunmaya geçmek yok… Chenin o meşhur “ en iyi savunma saldırıdır” ilkesine öylesine inanmışım ki bizi kuşatanlar nereden, hangi gün nasıl saldıracağımızı bilmiyorlar, bizden oldukça üstün güçlere sahipler ama hesap edemedikleri bir zamanda ve beklemedikleri saldırı türüyle şaşkına döndürüyoruz tosuncukları da, “koruyucu melekleri” polisleri de… O dönem tosuncukların iktidar ortağı olan parti kuduruyor, bizim okulun ele geçirilmesi için kararlar alıp resmi güçlere direktifler veriliyor ama ne gam… Biz bu işi öğrendik, milim geri adım attıramıyorlar. Lakin aşamadığım bir sorun var. Üniversite’ye yaş akranlarımdan iki yaş küçük geldim. Okuduğum okul Yüksek öğretmen okulu ve eğitim bölümü öğrencileri neredeyse babam yaşında ve “çocuk yaştaki birisi bize başkanlık mı edecek” deyip kararlara uymakta kaytarıyorlar. Nerede fırsat bulursam yüzüme jilet vuruyorum, güya traş oluyorum. Belki sakallarım, bıyıklarım çıkarsa beni ciddiye alırlar diye… Olsun, biz bu işi öğrendik, milim geri adım atmaya niyetimiz yok, tosuncuklar da resmi güçler de direnişimizi kıramıyorlar… Hiç beklemedikleri anda ve hiç beklemedikleri yerden saldırılarımızla şaşkına dönüyorlar… Yakalandım, bir yıl hapis yattıktan sonra dışardayım. Mücadelenin en şaşalı günleri… Lakin… Örgütüm beni öğrenci kesiminden çekiyor…
Düş ve Gerçek – 02
Gel, seninle kırk yıl geriye gidelim. Demir tavında dövülür, söz de zamanında söylenir. Söylenmeli, yaşananlar bir insanın yaşamının olağan, normal yaşamı değil ki… Kan ve ateş hattında, sessizce, vakur, onurlu insanların, yaşamı yeniden yaratanların destansı trajedisi… Normal bir ülkede yaşamıyorsun ve kırk yıl önce üstlendiğin yaşamın insanlaşmasındaki üstlendiğin, bunun için yaşamını ortaya koyduğun görevinin üstüne düşenini yerine getiremedin, bu gün bu görevi üstlenen, bayrağı devralan devrimcilere borcun var. Bilmeliler ve anlamalılar ki, engel sadece mücadele ettiğin güçler değil, keşke temizlenmesi gereken taşlar sadece bunlardan, gözle görülür olanlardan ibaret olsaydı, işimiz mutlak daha kolay olurdu… Biz bu taşları temizler, toprağı cennet bahçesi yapardık. Lakin sınıf mücadelesinin tarihi boyunca devrimciler bu güçlerin gizli ittifakı, keskin görünümlü içlerine sızan, görevleri hayatın her alanında sınıf mücadelesini dumura uğratan “Truva atlarının” hedefi olmuşlardır. Bunlar, evrimcilerin yıpratılması, kitleler nezdinde itibar kaybına uğratılması, devrimcilere kitlelerin güveninin sarsılması ve sınıf mücadelesinin sekteye uğratılması için açık kimlikli sınıf düşmanlarından aldığı talimatı öylesine profesyonelce yerine getirmişler, öylesine etkili olmuşlardır ki devrimci hareketin yenilgiye uğramasında başat bir rol oynamışlardır. Hala öyle değil mi, hala sınıf bilincinden ve örgütlenme pratiğinin deney ve tecrübesinden habersiz devrimciler arasında cirit atıp hüküm sürmüyorlar mı?…Susmak, bu soysuzların, yarasaların gece karanlığında hüküm sürmesine katkı sağlamak olmayacak mıdır? Kimseyle kişisel bir alış verişimiz, kimseye kişisel bir düşmanlığımız yoktur, kimse buradan böyle bir sonuç çıkarmamalıdır. Belki de yaşamın dayatmaları sonucu, belki gerçeğin kırbacının kanatırcasına yüzümde şaklaması sonucu bugün, geçmişin grupçu tavrına sahip değilim. Ancak itiraf da edilmelidir ki, biz devrimci ruhu o mensubu olduğumuz devrimci gruplarda kazandık, aynı zamanda ihanetleri de bu grupların içindeki “Truva atlarının” sinsi kurnazlıklarında yaşadık…
Karşı devrim ne kadar acımasız, ne kadar saldırgan olursa olsun bizim sadece öfkemizi biledi, hayallerimizin ufkunu açtı, bu gün bile şikâyetçi değilim. Sınıf mücadelesinde şikâyetin, mızmızlanmanın yerinin olmadığını hayat öğretti… Ancak, dengesizliğimiz ve tecrübesizliğimiz nedeniyle iç yüzlerini göremediğimiz, niyetlerini anlayamadığımız “dost, arkadaş, yoldaş” diye bağrımıza bastığımız bu ihanet şebeke, karşı devrimin gizli görevlilerinin saldırılarından ağır biçimde yaralandık… Yenilgimizin ardından gelen karşı devrimin saldırılarında işkenceci başlarının, gözlerimizde hüzün bulutları, alnımızda üzüntü kırışıklıkları yaratmaya güçleri yetmedi ama bunlar içimizi kanatmayı başardı… Belki de sınıflar savaşının en acımasız savaş olduğunu bunları yaşayarak mı öğrenecektik… Belki de bu gün grupçu tavra sahip olmadığımın, devrimci mücadelenin en esaslı unsurunun samimiyet olduğunu görmemiz için aşağılık yaratıkların zamirlerini öğrenmemiz gerekiyordu.
Yüzümüzde gençlik sivilcelerinin yeni yeni uç verdiği, henüz yirmili yaşlara basmadan “bu çorbada tuzumuzun olmasını” isteyen bizdik. Zapt edilmez bir ruhsal coşkuyla aldık devrimci saflarda yerimizi. “ Kullanıldılar” zevzekliğinin de yeri yok. Ne yaptıysak bilerek isteyerek yaptık. Muhtemelen devrimcilerin “ kullanıldığına” ilişkin gazel okumayı marifet sayan zevzekler, delikanlı gözlerimizdeki pırıltıyı göremeyecek kadar ruhsuz ve kördüler. Eline diken battığında hastane kapılarını yol edenlerin ölüme gülerek gidenlerin şarkılarını nasıl anlayabilirler ki… O içtenliği, o fedai ruhların içinden hangi ırmakların aktığını nereden bileceklerdi ki… Onlar düzenin “akıllıları” idi, bizler mahallenin delisi… Derler ki bir “akıllı” bir delinin anladığını anlamaz, çünkü küçüktürler ve küçüklük anlamaya engeldir, bir “akıllı” bir delinin gördüğünü de göremez,” çünkü görmek ayağa kalkmaktır… Ayağa kalkmak yerine efendilerinin önünde ceketlerinin düğmelerini iliklemeyi akıllılık sayarlar… Haziran gecelerinde kuşatılmış gecekondusunda, tüm ailesinin öldürülmesi korkusu yaşayan, korkusu çocuklarının göz bebeklerine yansıyan bir annenin, babanın” geldik, buradayız, korkmayın” diyen, çocukların ruhlarına işleyen o güven verici devrimci nakış neden dokunmuştur, ipliği ne renktir?. Kim bilebilir bunu, kim anlayabilir kendilerini pusuların kucağına atarak o aileyi ölümün elinden çekip alan bir ruhun asaletini… Hiç tevazu göstermeyeceğim, devrimciler… Yalnızca devrimciler… Çaresizliği yaşamın haritasından ilelebet silmek kimin idealidir, kimler bunun hayalini kurar, kimler bunun hayaliyle yatar kalkar, kimler bu uğurda gencecik yaşlarında ölüme “ hoş geldin, sefa geldin” diyebilir. Devrimciler, yalnızca devrimciler… Bizi biz yapan ideallerimizdi, hayallerimizdi… Bugünden yarına bir şey de beklemedik, bedelinin ağırlığını peşinen kabul ettik… Bütün meşakkatlere vakurla, böbürlenmeden, afra tafra etmeden katlanabilirdik… Yaşamımızın en güzel, en naif ve en kırılgan yanıydı ve gözümüz gibi koruduk bu imrenilesi yanımızı. Yaşamı zehir zıkkım eden bütün devlere saldıracak, ejderhaların bütün kollarını kesecektik ve farkındaydık ki, bizler bir avuç gökyüzü fedaisiydik. Farkındaydık ki bizler bir avuç fillere meydan okuyan delikanlılardık… Lakin dost arkadaş bildiklerimizin beklenmedik ihanetleriyle yaralanan yürek… Kırk yıldır kanar da kanar…
Dedikodu ve pespayeliğin ucuz pazarından doldurmadık filelerimizi, hayata ve insana ilişkin bir kaygılarımız, umutlarımız, sevinçlerimiz vardı, huzursuzduk geleceğe kuramama endişesinden ve hayat düşmanlarının namlularına meydan okumanın onurunu, kıvancını yaşıyorduk… Avdık, avcıların namlularına göğsümüzü germenin huzuru içindeydik… Ya bizi en incitici yerimizden vurmayı başaran ihanet şebekeleri… Yaşamlarınıza anlam katacak bir an’ınız olmuş mudur ki… “Başaramadık”ın huzursuzluğunu, “ hesapsız kitapsız savaştık” ın iç huzurunu satılık kişiliğinizde boşa arayacaksınız…
Efendilerinizin tezgâhlarında dokunmuştu kumaşınız ve iyi eğitmiştiniz maharetliydiniz de bir av köpeği kadar… İyi koku alırdı burnunuz ve avınızın en ölümcül yerine saplamanız için hançerinizi bir katil kadar da soğukkanlıydınız… Onurumuz her şeyimizdi ve hedefinizde onurumuz vardı… Buyruk beklerdiniz malum merkezlerinizden… “Apar Cooo”… Dişlerinizi şahdamarımıza geçirip kanımızla beslendiniz… Yani hak ettiniz doğrusu efendilerinizin en içten aferinlerini… Soy soy, boy hiyerarşik yapınız vardı… Özellikle o yalamalarınız… Sizin ağzınıza bakan… Sizin efendilerinizin ağzına baktıklarınız gibi… Sizin efendilerinizin buyruğu karşısında boynunuzun kıldan ince olduğu gibi de inceydi boyunları sizin emirleriniz karşısında… Lağımlardan temin ettikleriniz silahlarla vurmaya kalkıştınız… Şimdi neredesiniz sahi… Buradaki efendileriniz boku çukura gömer gibi gömdüler mi sizi lağıma… Mesela daha selamet bulduğunuz yerlerde geçiminizi kimler sağlıyor… Hizmetlerinde kusur etmediğiniz efendileriniz esaslı uşaklarına “ bizim için çok insan ısırdı, şu köpeğe ölmeyecek kadar yal verin” dediyse bunda sizin suçunuz yok ki… Köpeğe insan muamelesi yapmayan efendilerinizin de suçu yok… Köpekler var oldukça sahipleri de olacaktır, sahipleri oldukça köpekliği mertebe sayan iki ayaklı yaratıklar var olacaktır. Ya da hala yanı başımızda yaşayan köpekleri sizden daha mı şanslı sayıyorsunuz… Yok, biz yadırgamıyoruz sizleri, sizi besleyen bu düzen var oldukça çeşitli kılıklarda, çeşitli isimlerle hep var olacaksınız. Zaten bütün korkunuz da buydu değil mi, size yal verecek efendilerinizin defteri dürülürse sizin de ekmeğiniz kesilecekti… Naneyi sezdiniz…
Kırk yıl önce bir devrimcinin anlık bir davranışı, hüznü, kederi, bir ahı bütün çıplaklığı, bütün canlılığı ile hala belleğimdedir de bu türlerin ne bok olduklarını anlamaya çalışmaktan yoruldum artık ve açıkçası da beni ilgilendirmiyor. Yine karşı karşıya geleceğiz… Henüz ölmedik, ideallerimiz öylesine pırıl pırıl, öylesine göz alıcı ki… Arkamızdan kızlı, erkekli yeni milyonlar yetişti, mücadeleyi devraldılar… Bu kez o sinsice tuzaklarınızla kalbimize sapladığınız hançerinizi nerenize sokacağımızın bilinciyle, deney ve tecrübesiyle… Gün ola, harman ola…
Düş ve Gerçek – 03
Geriye dönüşleri sevmem de yine de bilmem kaç yıl öncesinden o cin gibi çocuğun pırıl pırıl zekâsıyla verdiği dersi unutamam bir türlü. Kaçak yaşadığımız evde masanın üstünde gördüğüm gerici basının başını çeken bir gazetenin varlığına önce aldırış etmemiş, mütemadiyen geliş gidişlerimde yenilerini görünce kükremiş, hiddetle bu faşist basını eve kimin soktuğunu sormuştum. Kızgınlığım karşısında duraksamış, “ben okuyorum” deyivermişti. Sanırım tepkimin şiddete dönüşeceği endişesiyle biraz da paniğe kapılmıştı. Amacım şiddete başvurmak ne kelime korkutmak filan da değildi, bu gazetenin eve girmemesi, buna para verilmemesi konusunda uyarmaktı. Sesimin tonunu kıstım, halk düşmanlarının sözcüsü bu gazeteyi eve sokmasının, bu paçavraya para vermesinin bize yakışmadığını usul usul anlatmaya başladım. Tavırları rahatlamış, endişesi gitmişti. “Konuşabilir miyim” dedi, tabi dedim. “Abi, bu evde kaldığın zaman geceleri sabaha kadar odanın ışığı yanıyor okuyorsun, yazıyorsun, yazmaktan parmakların nasır tuttu. Sonra da yazdıklarını arkadaşlarınla tartışıyorsun. Valla size gülüyorum, bazen neyi tartıştığınızı merak ediyorum, beni gülme krizi tutuyor. Ben bu gazetenin gerici, yobaz, ırkçı olduğunu, halk düşmanlarının sesi olduğunu bilerek alıyorum, bunların sözcülerini okuyorum, onların anlattıklarını tersten alıyorum, doğruyu görüyorum”. Bu sefer gülme sırası bendeydi… Hiç sesimi çıkarmadan “ sen yine de bunları eve sokma, bunlara para verme” demekle yetinmiştim.
Yirmili yaşların başındaydık ve yaşamımızda sanırım sadece yaşımız bize aitti. Yirmili yaşlar… Bazılarımız başında, bazılarımız ortalarında… Kuşkusuz bizden büyük yaşlardaki devrimciler abilerimizdi, ablalarımızdı… Beynimiz, bedenimiz, kalbimiz tartışmasız bize ait değildi… Gökyüzünü fethe çıkmıştık ve bütün silahımız yarına olan inancımızdı… Her şeyimizle devrime aittik… Yolumuzda haramilerin pusu kurduğunu bilirdik de, halka olan inancımızın onların en gelişmiş silahlarından daha etkili olduğundan hiç kuşkuya düşmezdik. Üstelik onların silahları öldürmeye programlanmıştı, bizim inancımız yaşamaya, yaşatmaya… Lakin hayatın vampirlerinin dişlerinin keskinliğini, kana doymazlığını da göz ardı etmezdik. Uykularımızın en derin yerinde bile uyanık olmak zorundaydık… Uyanık, çevik, yaratıcı ve pratik… Her devrimci ansızın gelişen bir durum karşısında inisiyatifini kullanır, çözüm üretirdi… Onlar güçlüydü, bizler haklıydık ve onlardan daha zeki olmazsak halkın bize olan güvenini yitirebilirdik…
Yıllar sonra bir tesadüf sonucu karşılaştığım “ bizim cenahtan” bir arkadaşım “ nerede hata yaptık” dedi. Ayaküstü cevaplandırılacak bir soru değildi. “Bak dedim sana bir söylence anlatayım”. Sorunun cevabını geçiştirmeye çalıştığımı sandı, kayıtsızca “hıı” dedi.
“Tarihin her döneminde, her devrinde zulmün olduğu yerde direniş de vardır. Direnişler, güçlü zalimlere karşı derme çatma olanaklarla savaşan devrimcilerin son derece zeki, dikkatli ve yaratıcı eylemlerin hayata geçirilmesiyle başarıya ulaşmışlardır ve sanıldığının aksine çoğu kez dünyanın dört bir yanında direnişler zalimlerce ezilmişlerdir ve yenilginin sebebi zalimlerin çok akıllı ya da çok güçlü olmaları değildir, devrimcilerin zaaflarıdır. Prometheuslar, Spartaküsler, Zapatalar zulme karşı direnişin adlarıdır. Direnerek yenilmişler ve bizlere iz bırakmışlardır, devrimcilerin işaret fişeği olmuşlardır. Onları taklit etmek maharet değildir, maharet onların yenilgilerinden ders çıkarmak, mücadeleyi bir üst safhada sürdürmenin koşullarını yaratmaktır. Bunu başarabilirsek ancak o zaman onlara layık olabilir, gururla onların mirasına ortak olabiliriz. Bugün düne göre zulüm katlanmış, katmerleşmiştir, adeta bütün yer küreyi, bütün hayatı bir ur gibi sarmıştır. Zalimler de artık gürbüz delikanlılar gibi kanlı-canlı da değildir, yaralanmış ve hırpalanmıştır. Yaralı bir yırtıcı hayvan bütün içgüdüsüyle saldırır ve bu günün saldırganlarının hedefi sadece direnişçiler de değildir, kadınlar, çocuklar da artık bu saldırının hedefleridir. Yalnız insanlar mı, doğanın bütün canlıları bu saldırgan hayvanın tehdidi altındadır. Zulüm artmıştır, direniş güçlerinin potansiyel gücü artmasına karşın bir türlü pratik örgütlenme düzeyine çıkamıyor ve nitelik sıçraması yapamıyor, meydana adım atanlar karşı devrimin örgütlü güçlerince bertaraf ediliyor. O halde sorun ne, ne yapmalı?… Bizdeki direnişin simgesi Köroğlu’nu bilmeyen var mıdır, muhtemel yoktur da yalnızca tarihsel mirasımız olan beyin uyuşukluğumuz nedeniyle bakarız da bir türlü görmek, anlamak için çaba harcamayız.
Köroğlu’nun zalim Bolu beyini tepelemesinin sırrı, hiç kimsenin bir şey ummadığı, bütün unvanı Bolu beyinin at seyisi olmaktan ibaret olan “Kör Yusuf’un” meseleyi görmesinden ibarettir. Görünüşü hantal, uyuz, döküntü o tayın Bolu Beyini Köroğlu’na tepeleten “kırat” olması süreci mücadelenin örgütlenmesindeki inanç, sabır ve mücadeleyi anlamaktan ibarettir. O Bolu beyi ki bu uyuz tayı Bolu beyine reva gördüğü için kızgın mil çektirerek seyisi koca Yusuf’un iki gözünü dağlar ve kör eder… Eder de gün gelir keser döner, sap döner, hesap da döner… Mücadele bir bütündür ve mücadelenin bütün araçları uyumlu ve birbirini tamamlar şekilde kullanılırsa başarı mümkün olacaktır ve Koca Yusuf mücadele araçlarının bütünlük içinde birbirini tamamlar biçimde kullanışının, dikkatin, kılı kırk yarmanın mimarıdır. Öykü şöyledir: Koca Yusuf dağlanmış gözleriyle iz sürerek köyüne gelir. Oğluna bir ahır yapmasını ve ahırın bütün gözeneklerini güneş ışığı içeri düşmeyecek şekilde sıvamasını ister. İstenilen yapılır ve ahırın bütün delikleri dikkatlice sıvanır. Ahır sulanır, balçık haline getirilir. Tay beslenir, yemlenir, sulanır. Deneme günü gelmiştir. Ahırın bir başından diğerine tay tırısa kalkar, ahırdan dışarı çıkar. Toynaklarında çamur kalmıştır. Koca Yusuf oğlum der “ ahırda delik kalmıştır ve içeri güneş ışığı giriyor”. Evet, ahırın duvarlarında toplu iğne ucu kadar delik kalmıştır ve bu delikten güneş ışığı girmektedir. Delik kapatılır ve deneme yeniden başlar. Aynı balçığa sürülen tay ahırdan çıktığında toynaklarında çamur yoktur. “İşte istediğim at, işte sana Bolu beyini tepeletecek at, hadi yolun açık olsun”… Öykü bu kadar… Şayet ahırdan sızan toplu iğne başı kadar delik fark edilip kapatılmasaydı, ne Köroğlu Köroğlu olacaktı ne de kırat, kırat olacaktı.
“Sanırım sorunun yanıtı burada”, dedim. Bizim dünümüzün taylarının seyisi koca Yusuf değildi, tersine Bolu beyinin adamlarıydı ve duvardan sızan toplu iğne başı kadar güneş ışığı değil, tavan delikti. Şimdi bu atın bırak toynaklarında çamur kalmasını, atın kendisi balçık içindeyken Çamlıbel’de Bolu beyine meydan okumak yenilgiyi davet etmek değil de nedir?. Hala Bolu beyinin seyisleri aramızda cirit atarken hamasi devrimcilik nutku atmak en hafif deyimle arı namusu kapıdan kovmaktır. Oysa ar ve namus devrimcilerin olmazsa olmazıdır ve halka karşı sorumluluğudur. Benim kişisel kanaatim, Bolu beylerinin seyislerinin içimizde Truva atı görevi gördükleridir. Yoksa bu zerzevatların okuduklarını tersten anlayarak doğruyu bulma izanları da mı yoktu da karşı devrimci, gerici iktidarın sözüm ona “insan hakları, ileri demokrasi” martavallarının payandaları olmak için birbirleriyle yarıştılar ve biz hala bunların aramızda arsızca dolaşmalarını umursamıyoruz bile… Söylesene “Nereden Başlamalı…”
Cehennemin yolları da “iyi niyet” taşlarıyla döşenmemiş miydi?.
Düş ve Gerçek – 04
Herkes gibi benim de beceriksizliğimi makul bir gerekçenin arkasına saklanarak haklı gösterme hakkım yok mu yani, var hem de bal gibi var. Sevgili arkadaşlarım sizden daha çok hak görüyorum kendime bunu… Hiç olmazsa o müthiş yiğitliğinizin ben de zerresinin olmadığını biliyorum ve meydan okuma cesaretinize hayranım da nefesinizi ve nefsinizi koruyarak maraton koşmak yerine yüz metre bayrak yarışının daha startı verilir verilmez bir daha kalkmamacasına kapaklanıp kalmanız bana traji-komik geliyor. En babayiğitlerinizin arkasına bakmadan şapkalarını alıp kaçmaları da bir alem… Üzülerek öğreniyorum ki eski pehlivan pazarlarında bile alıcınız kalmamış, ortalıkta kala kalmışsınız. Ne de olsa eski arkadaşlarımsınız ve yeteneğinizi iyi bilirim, kendinizi pazarlayacak pazar sıkıntınızı müthiş kıvraklığınızla çözeceğinize, o müthiş koku alma duyunuzla yanaşacağınız kapıları keşfedeceğinize eminim, nasıl olsa bir alıcınız çıkar… Sizin için endişelenmiyorum. Her neyse, bu sizin amelinize yazılacaktır. Her ne kadar “ küçük dağları ben yarattım” cakanızdan geçilmiyorsa da hayat sizi iplemiyor ve sizinle var olmadığını ve siz olmazsanız yok olacağına da kulak asmıyor… Bana gelince, bütün korkularıma, endişelerime karşın yenilgiyi kutsamıyorum, galiba çocukluk alışkanlığım, tökezleyip düştüğümde dizim acırdı, ellerim kanardı ama derhal kalkıp koşuya devam etmeliydim, yoksa bizim takım oyunu kaybederdi… Dedim ya çocukluk alışkanlığı diye.. Meret alışkanlık çocuklukta başlıyor ama çocukluk bitince bitmiyor ki… Sanki bulaşıcı bir hastalık… Bu yaşımda o alışkanlıkla ejderhanın uykusunu nasıl kaçıracağıma ilişkin şeytani planlar kurmaktan asla vazgeçmiyorum… Ejderhanın dişleri keskin ve paçamdan bir yakalarsa beni azı dişleri arasında lokmacığa çevirecekleri endişe ve korkusunu taşımadığımı söylersem yalan olur… Müthiş derecede endişeli ve tedirginim, korkuyorum da… Saçımı başımı yoluyorum, uykularımı bölüyorum, yemeğimi yarı bırakıp planımın bir halta yarayıp yaramadığını test edip, “ııhh, bu da olmadı” deyip olduğum yere yığılıp kalıyorum. Açık pencereden esen rüzgâr iyelerimi hurdaya çevirmiş, omzum tutulmuş, sağa sola dönemiyorum. Bir kadavra gibi dikilip kalıyorum… Hesapta bunun da olduğunu bildiğimden derhal yine plan ve projelerime başlıyorum… Tam belkemiğine bir bıçak darbesi, dönmesine izin vermeden bir daha bir daha… Biçimsiz kafasına parlak bir cam gibi yapıştırılmış gözlerini bana dikiyor ve arsız arsız gülümsüyor… “Yedi canlıyım, beni öldürmek için yedi bıçak darbesi vurmalıydın” diyor . Tam “öldürdüm” derken öldürmeyi ihmal etmek ne kelime aklıma bile getirmediğim altı canıyla müthiş bir kuyruk darbesinin hedefi oluyorum… Gözlerim kararıyor, sendeliyorum… Çirkin suratında azgın dişlerini gövdeme geçirmek üzere… “Yoo diyorum, sen yedi canlısın, bunu neredeyse canımla ödüyordum ama senin de unuttuğun bir şey var, seni öldürmeden ölmemeye yeminliyim. Hayal gücüm imdadıma yetişiyor, atlayıp kanatlarına gökyüzünü yararcasına yükselirken aptal aptal arkamdan bakışını seyrediyorum. Az gittik, uz gittik ama dere tepe düz gitmedik. Müthiş tepeler aşıp, uçsuz bucaksız deryalar dolaştık. Acıktık, sıktık dişimizi, susadık dilimiz damağımız kurudu, yorulduk “ ha gayret” dedik… İnci gibi pırıl pırıl çimenlerin süslediği topraklara böyle ayak bastık. Suları berrak, güneşi sıcak, insanları güleç düşler ülkesine kan ter içinde geldik. Pasaportlarımız yoktu ve adlarımız bile sorulmadı. İlk karşılaştığım afacan çocuk “ pasaportunuz alnınızdaki ter, adlarınız da bedenlerinizdeki yorgunluk” dedi. “Burası gelmeyi göze alan ve bunu başaranların ülkesidir.” Dağ yamaçlarında altın yeleli atların çılgınca dörtnala kalktığı vadiye geldik… Kekik kokuları burnumuzun direğini kıracak neredeyse… Çiçekler renkleriyle birbirleriyle yarışıyor… İncecikten yağan yağmur yanaklarımızdan aşağı süzülmeye başladı. Üşümüyoruz. Tatlı ılık bir rüzgar esmiyor, adeta okşuyor. “Bu atlar başıboş mu dolaşırlar” dedim. Sözümü ağzımda bıraktı, “ başıboş değil özgür” dolaşırlar dedi velet. “Şunlar Avni Arbaş’ın atları, Nazım Hikmetin “Kuvayı-ı Milliye” destanından koşup gelmişlerdir. O atlar ki bedenlerini güllelere, top mermilerine siper etmişlerdir… O atlar ki inanmışlardır gelecek güzel günlerin dövüşerek geleceğine… Ve koparmışlardır toynaklarıyla esaretin zincirlerini… Şu Don Kişotun adı Rosinantedir, ejderhalara karşı savaşta Don Kişotu sırtında taşımıştır, yanından ayrılmayan ise emektar Sonço Pançanın emektar eşeğidir. Birbirlerinden hiç ayrılmazlar. Şurada gördüğün biraz kibirlice olanı da Caligulayı sırtından yere atan incitatus adlı attır. Kibiri, bir zamanlar binicisi zır deli, ahlaksızlık simgesi , despot, keçi lakaplı Caligulanın, mermerden ahır, fildişinden yemlik yapıp yedirmesindendir. Caligulanın despotluğuna dayanamayıp sırtından attığı gibi buraya geldi. Birkaç kez sahibinin kendisine mermerden ahır yaptığını, fildişinden yem yedirdiğini ve hatta kendisini senatör olarak senatoya atadığını övünerek anlatacak olduysa da diğer atların alaylı gülüşmeleri karşısında bir daha lafını etmedi… Özgür olmanın sahipsiz olmak olduğunu burada arkadaşlarından öğrendi… Arkadaşları da onun kötü deneyiminden zenginlikler ürettiler ve atlar meclisi oluşturdular… Barınmaları, yiyecekleri, ihtiyaçları bu meclisin kararıyla tespit edilip çözülür. Herkes ihtiyaçların karşılanmasına gücü oranında katılır, ihtiyaçları kadar alırlar. Böylesine uçar gibi özgürce koşarak yelelerini rüzgârlara bırakırlar. Bir de biz insanların meclisiyle atların ortak meclisleri vardır, onlar bizden öğrenir, biz onlardan. Yardımlaşırız da birbirimize müdahale etmeyiz. Bütün vadimiz yemyeşildir, ne çimleri ezerler, ne çiçekleri yerler.
“Ya çiçekler, kuşlar, ağaçlar, sular, gökyüzü diyorum”… Tatlı bir tebessümle elimi tutup işaret parmağı ile yıldızları gösteriyor. Güneş gülümsüyor, ay keyifli, pırıl pırıl yıldızlar gülümseyerek bizi selamlıyor, uzaktan el sallıyorlar.
Bir kuş gelip omzuma kondu, rengârenk çiçekler bir halı gibi ayağımın altına serildiler, rüzgâr esip geçti, güneş ısıttı. Ay ışığını yolumuza döşedi… Çocuk “ biz iç içeyiz, birimiz diğerimiz içindir, hepimiz birbirimiz içiniz” dedi. Geç kalan yağmur özür dilercesine serin damlalarını üzerimize dökmeye başladı… İnsanlar… Her türden, her boydan, her soydan insanlar, el ele, omuz omuza… Beyazlar, siyah derililer, Kızılderililer, çekik gözlüler, sarı benizliler… Çocuklar oynuyor, ihtiyarlar sohbete dalmış, genç kızlar dans gösterisi yapıyorlardı.
“Haydi, dünyalı dedi, dünyaya git, gerçeğine dön, anlat burada gördüklerini, insanları inandır, harekete geç. Atlar bile başarmışken, siz insanlar da başarabilirsiniz. Bütün canlılar onurlu yaşamayı hak ediyor. Anlat ve harekete geç…
Yüzüm asılıyor, uyanmak istemiyorum.
“Çocuk“ diyorum düşlerimde bırak beni, gerçek içimi acıtıyor.
Düş ve Gerçek – 05
Baş, yastıkla buluştuğunda, ya derin uykularının bir anında ya da uyur uyanık uyku mahmurluğunda başlar düş görmeye ya, ben uyanmak istemediğim düşlerimi hep uykularımın ötesinde gözlerim açıkken gördüm. En anlık olanları bile bir ömre bedel düşler… Aşağı Yukarı aynı temalı düşler… Çocuktum, ufacıktım… Hayır, ne çocuktum, ne de ufacık… Sırma boylu dal gibi bir delikanlı da değildim… Belki bıyıkları yeni terleyen, yaşamı hayranlık dolu bir şaşkınlıkla izleyen, çok az şeyi anladığını sanan, birçok şeyi hiç anlamadığından emin yeni yetme bir delikanlı… Postalla kafasına basılan, meydanın ortasında dövülen, hakaret edilen bir isimsizin postal altında ana avrat fütursuz küfürleri… Korkunun ve meydan okumanın iç içe geçtiği düşler… Okyanusların büyüklüğünü, ovaların sonsuzluğunu, dağların yüceliğini sadece haritalarda görmeme rağmen, bırakın sadece küçücük kasaba sınırlarının içini, ufacık köyümüzde bile yoksulluğun, çaresizliğin neden sarmaşık ağları gibi bütün haneleri sardığını anlayamayan bir yeni yetme delikanlı… Aheste aheste, koro halinde ya da mırıldanarak “çift jandarma gelir” türküsü söylemesi gereken köylülerin, küçük sanayi işçilerinin, kasaba işsizlerinin, koltuğunun altına dergi-gazete sıkıştıran öğretmenin işine giderken bir suç işlemiş gibi neden tenha sokakları seçtiğini, zaptiyeyi görmesiyle yolunu neden değiştirdiğini, neden tedirgin olduğunu, neden göz bebeklerinin büyüdüğünü anlayamayan yeni yetme, toy delikanlı… Oysa ne o kovalanarak köyümüzün ovalarına kadar takip edilen, yorgunluktan alnında tomurcuklanan terini silmeye vakit bulamayan, av hayvanı gibi kovalanan, kovalanmaktan nefesi kesilmiş köylüyü, ne küçük sanayi işçilerini, ne kasaba işsizlerinin bir tekini bile, ne de koltuğunun altında gazete taşıyan öğretmeni tanımam… Ruhumu darmadağın eden bu görüntülerin yaşandığı kasabalarda, yol boylarında, ıssız ya da kalabalık yerlerde beni göremezsiniz, kaçarım, arkama bakmadan, nereye gideceğimi bilmeden, yön tayini yapmadan kaçarım. Bu görüntüler boğazımı sıkar, nefesimi keser, elim kolum bağlanır hareketsiz kalırım… Bu kâbustan bir çıkış yolunun olduğunu bilirim, inadına inanırım buna… Bir yolunu bulurum. Gözlerim açık düşlerimin başladığı andır bu . Nefesim açılır sonra, sonra ellerim, kollarım, bacaklarım hareket kabiliyeti kazanır. Beni kendime getiren postalın altında okkalı küfürler savuran o isimsizdir, zaptiyeye yakalanmaktansa nefessiz kalıp oracıkta can veren o kaçaktır, küçük sanayi işçilerinin “ ne var babalık” diklenmesidir. Yelkenlerimi dolduran rüzgâr eser ansızın, ansızın bir altın yeleli at çıkar gelir tam yanımda durur. Farkına varmadan “ ferman padişahınsa dağlar bizimdir” dizeleri dökülür dilimden. Atım koşar ben yol alırım, atım yorulur ben yorulurum… Atım yoruldum demez, ben mola istemem… Atım nerede koşar, ben nerede yol alırım, ben hangi dağ doruğunda üşürüm, atım hangi bulutta tırısa kalkar… Yalnızca yol alırız, ne atım bilir bunu, ne ben bilirim…
Bir Ağustos ikindiüstüdür. Göklerin en yüksek katından bir tüy bırakır gibi beni bir sahile bırakan atım, kayan bir yıldız gibi kaybolur gider gökyüzünde…”Yolun açık olsun der”, “ferman padişahınsa yalnızca dağlar değil, artık gökyüzü de bizimdir, sıkıştığında eyerim senin sarayındır”. Bir sahil beldesinin ıssız altın kumlarının sıcağına şöyle bir uzanıp, gözünüzün içine gülümseyen güneşe “ ey güneş, göklerden geliyorum, yorgunum, işte bütün bedenim senin” esrikliğine dalıp gitmek kaygısızlığının tam eşiğindesinizdir ki… Demir kanatlı akbabaların pike dalışları, ürpererek seyrettiğiniz o filmin bir fragmanı gibi gelir oturur gözlerinize. Beyninizin kılcal damarları bir kirpi gibi toplanır, kısa, kesin bir emir gibi “ kaç” komutunu ellinize tutuşturur. Sahile vuran dalganın ak köpüklü sularının, sahilin altın kumlarıyla sarmaş dolaş mahzun bakışlarına aynı mahzunlukla veda ederken yine firari yaşamınız başlamıştır. Akbabalar kravatlı, kravatsız padişahların, kralların, imparatorların alıcı kuşlarıdır, insan etiyle beslenirler. Kafasına postalla basılan isimsizin sunturlu küfürleriyle dolar yelkenim, altın yeleli atım yetişir imdadıma… Ya yetişemezse, ya akbabalara yem olursam… Ya ferman buysa… Böylesine alıp götüren bir düşten uyanmaya hiç niyetim yok… Boğazlarına kemik olmak, yırtıp atmak o fermanı bu düşü sürdürmenin ilk şartı değil miydi? Kuşkusuz… Ellerin çatıl ağızlı bir acem hançerdir, aç ellerini çelik kanatlı akbabalara, “geleceğiniz varsa göreceğiniz de var”… Gözlerin yakıcı bir kor ateşidir, gözlerinin içine bak, haydi gelin de, buradayım, gelin gelebiliyorsanız… Sen onların mirasçısısın. Ne uzak diyarların Spartaküs’ünü unut, ne de kapı komşunuz Bedrettin’i… Nazi ordularına kök söktüren o on sekiz yaşındaki Nadya’yı kalbinin üstüne yaz… Vebal kalır yoksa omuzlarında…
Ya da yağmurlu, serin bir Nisan akşamıdır. Ey, yeni yetme toy delikanlı… Bu mevsim tehlikelidir, meydanlar tuzaklarla doludur, Nisan güneşi görünür amma ısıtmaz… Ne gam… “Ferman padişahınsa meydanlar bizimdir”… İlk kez elini tuttuğun o genç kızla bu ölüm meydanında yürümenin ne olduğunu bilmiyor musun? Kendini, Nazi ordularının işgal ettiği kent alanlarına dalan Kızıl ordu militanı mı sandın, ne sanıyorsun kendini, ne işin var bu kuşatılmış meydanda… Etrafınızı sardıklarında genç kızın elini bile bırakmamıştın ve bu onları kudurtmuştu. Gözlerinde korkuyu görmek istemişlerdi, kaçıp gitmeni beklemişlerdi. Sen kaçarken senin ensenden, genç kızın omzundan birer kurşunla işinizi bitirip, şölenlerine yem edeceklerdi… Ey yeni yetme delikanlı, ölümü yenebilir misin, sahiden inanmış mıydın buna, ya da ne zaman öğrenmiştin yaşamının salt nefes almaktan ibaret olmadığını… Haydi, bakalım, kalakaldın vampirler arasında, bak başının çaresine… Öğrenmiştin o kutsal ocakta başının çaresine nasıl bakılacağını… O gözleriyle gülen adamın “ yaşadım diyebilmek için” diye başlayan o uzun anlatımını nefes almadan dinlemiştin… Yani dersini iyi çalıştığından emindin ve bu insan görünümlü leş kargalarına pabuç bırakmayacaktın… Kendi kendine “ işte böyle dövüşülür demiştin” yıllar sonra ve doğrusu bu övgüyü hak etmiştin. Gerçi o genç kızın ağzı burnu kan içinde kalmış, senin de kaşın yarılmıştı ama sayılarının yirmi mi otuz mu olduğunu hala kestiremediğin o leş kargalarını ilk darbede çil yavrusu gibi dağıtmıştın… Uyanmak istemeyeceğiniz daha derin, alıp götüren başka bir düşünüz olabilir mi?
Senin o gözün açık gördüğün düşlerden “iç ve dış müstevliler” çok korkuyordu, çok, çok… Bunun içindi sık sık mahpuslara girip çıkmaların, bunun içindi onlar kovaladıkça senin kaçmaların. Sahi bir kez bile yakalayamamışlardı seni kovalamacalarda, mitinglerde, boykotlarda… Nasıl da diş biliyorlardı, nasıl da kahpeceydi tuzakları… Bir arkadaşınla sohbet ederken gülmüş, “ ama demiştin bütün bu saldırmalar bu düşü öylesine görkemli kılıyor ki”…
Lakin seni kendine getireceklerdi, gerçeğin çirkin yüzüyle tanışacaktın… Kimler, “ iç ve dış müstevliler” mi… Hadi canım sen de… Peki ama düşlerin neden kesik, neden tedirgin… Bir kez daha uyandırılmaktan mı korkuyorsun?…
Ey yeni yetme delikanlı, toysun, acemi, tecrübesiz… Dışardan esen fırtına bir taş bile sökemezdi burçlarından ama… Ya o karanlık kılıklı dost bildiklerin, ya o hançeri gece karanlığında en ölümcül yerine, kalbine saplayanlar… İntiharı bile düşündüğün o “dost, arkadaş, yoldaş” bildiklerin o karanlık kılıklı, zifiri karanlıklar gibi karanlık heriflerden yediğin hançerin acısıyla hangi dizelere sarılmıştın, hatırlıyor musun? Ne demek hatırlamak, unutmak olası mı?
“Dört yanım puşt zulası
Dost yüzlü, dost gülücüklü
Cigaramdan yanar
Alnım öperler
Suskun, hayın, çıyansı
Dört yanım puşt zulası”
Kırgınım…
Düş ve Gerçek – 06
Akdeniz’in Temmuz sıcakları herkesin bedenine çöker, derilerinin gözeneklerinden yağmur yağarcasına terler boşanırdı da o, herkesin nefes almaktan şikâyetçi olduğu bu nemli sıcaklarda, güneşin altında mayıs serinliğinde koşarak yürür gibi yürürdü uzun mesafeleri. Herkes bedenlerine yapışan nemin boğuculuğundan kurtulmak için serin, gölge yerler ararken o, beyin kıvrımlarına yapışan nemin boğuculuğundan kurtulmak için kendini, adını bile bilmediği mahallelere, tenha sokaklara vururdu… Yürürdü, inadına yürürdü… Ta ki bacakları kendisiyle inatlaşıp tökezlemeye, ayakları suratlarını asmaya başlayıncaya kadar yürürdü… Sıcaktı hava, insanı bayacak kadar sıcak, nefes almasına izin vermeyecek kadar boğucu, terden sırılsıklam edecek kadar yapışkan… Mermerden sfenks değildi ve elbette herkesin etkilendiği kadar etkilenirdi çöl sıcaklarından. Aklına düşmüştü de gülmüştü bir defasında “ onlar bedenine yapışan nemden kurtulmaya çalışıyorlar, ben beynime yapışan nemden”… Keşke şu çevresindekiler gibi bütün mesele günlük yaşamın gaileleri, nemli sıcaklardan uflayıp puflamalar olsaydı da şu doluya koyduğunda almayan, boşa koyduğunda dolmayan beyniyle cebelleşmeseydi… Kendi kişisel sorunlarına karşı vurdumduymaz sayılırdı, öyle parayla pulla da pek işi olmazdı… Sigara parasıyla çay parası cebindeyse gerisi fazlalık bile sayılırdı… Yürüyüşleri en çok da kendini çevresinden, kendine ihtiyacı olanlardan soyutladığı, bir başına olduğu, anlık hayal kurma kulvarları olarak düşünürdü… Bu anlar hoşuna da gider, rahatlar, kaygısız bir insan görünümüyle dudağına bir ıslık kondurur, aceleci yürüyüşleri sallapati bir hal alır, sıkıntılı hali rehavete bırakırdı yerini… Onca insan kalabalığının, araç trafiğinin, kakafonik seslerin arasında yitip gitmek, akranlarının, arkadaşlarının kaygısızlığına sahip olmak için neler vermezdi ki… Nelerini feda etmezdi bilinmeyenleri kurcalamayan, olabilecekleri düşünmeyen ve olabileceklerden kuşku duymayan, ne yapması gerektiğini bile bilemez durumda birisi olmak için… Beceriksizin teki miydi, yoksa beynine yapışan nemin yeminli intikamına yenik düşecek bir çaresizliğin kaçınılmazlığı mıydı bilinmez ama o rehavet duygusu kendisiyle alay eder gibi içine bir hançer batışıyla batar o an terk ederdi kendini. Bu duruma tevekkelle boyun eğer “ya aklın yetiyorsa gücün de yetmeli ya da gücün yetmiyorsa aklın da yetmemeli” derdi kendi kendine konuşurken. Yüzünün çizgileri derinleşir ve bir savaşçı ruhu gelir otururdu içine.Çünkü bildikleri doğruydu ve olabileceklerin gerçekleşmesi an meselesiydi… “ Lan beceriksiz oğlum, sen kendinden kaçmayı bile başaramazken, bir kıyamet fırtınası gibi esip bütün hayatı felç edecek bu fırtınada senden liman olmayı bekleyenlerin gözbebeklerinden kaçabilir misin”? Bunca bilgiyle, birikiminle yücelttiğin vicdanının mahkemesine hangi yüzle çıkacaksın. Unutma, şimdiye değin sayısız kez çıktığın mahkemelerin cezasına benzemez vicdan mahkemesinin mahkûmiyeti… Söylemedi deme, adamda aynaya bakacak yüz bırakmaz, bir böcek gibi ezilirsin o görüntünün karşısında. Üstelik adanmış hayatların iki elleri yakanda olacaktır. Ya başaracaksın, ya da öğrendiğin şeyler engel olmak için kılını kıpırdatmadığın bu fırtınanın yok ettiği hayatlardan seni sorumlu tutacak…”
Evet, kim dedi sana, kim zorladı seni fillerle savaşmaya. Aksine “bizler fillere saldıran karıncalarız” diye bin defa uyarılmana rağmen bu yolu sen seçtin. “ Bizler o filleri yenmezsek, onların ağır ve hantal bedenleri altında kalan çocukların vebalini taşıyacağız” diyen ürpertici satırları okurken, solgun ışıklar altında gözlerin kan çanağına dönerdi, bu savaşta bedeninin ve beyninin bile kendine ait olmadığını itiraf ederdin kendi kendine… Bir karıncaydınız ve ülkeler dolusu çoktunuz. Onlar devasa fillerdi, bir elin parmakları sayısındaydı sayıları ve sadece dışardan heybetli görünen fos ve mundar bedenleriyle hükmediyorlardı yeryüzüne. Ezerek, tüketerek ve vantuzlarını şah damarımıza saplayarak yok ediyorlardı onar, onar, yüzer yüzer, biner biner… Ey karınca, o fillerden birisinin ve ayakları altında can vermen dahil, her şey hesabın içindedir ve sürprizlere yer yok… Bu boğucu sıcaklar biter, bu nem çekilir bulutlara, geriye ya eğilip bükülen bir kişilikle, ya da direnişlerin yüceleştirdiği ruh haliyle çıkarsın hayatın karşısına, tercih senin…
Yine bir iç sıkıntısı sıkmaya başladı değil mi boğazını. Ülkeler dolusu karıncalar kadar çok olmamıza karşın neden o yedi başlı ejderhalar gibi korkunç varlıklar yaşamımızın kâbusu olmaya devam ediyor… Yoksa? Biliyorum, korkuyorsun sorduğun sorunun cevabından… Bütün kaçtığın koyaklarda izini sürüyor, bırakmıyor peşini, gölgen gibi takip ediyor seni. Kaçışın yok… Yorganı başına çeksen de, işi matraklığa vursan da bu soru o nemli sıcaklarda beynine yapışıp kalan nemler gibi yapışıp kalacak beynine… İnsan herkesten kaçabilir ama kendinden asla… Kızılcık şerbeti içip kan tükürsen de gerçeği gizleme…
Peki diyorsun, teslim oluyorsun beyninin acı veren intikamına… “Bazı karıncalar katardan ayrılarak fillerin gönüllü hizmetçileri oldular. İyi hizmetçilerdi, her biri fillerin okumuş sözcüleri oldular. Bunları gördükçe İçimizde panik yaşadık, beraberliğimiz yara aldı, birlik ve dirliğimiz sarsıldı. Hatta bazıları öylesine şiştiler ki kendilerini fillere benzetmeye bile başladılar. Alnımıza çizdiğimiz namus projesini karalamaya başladılar. İçimizdeki ihanetin sızısı, dışımızdaki savaşın dehşetini bastırdı… Lanet okuyup çekildik köşelerimize…
“Çekildik köşelerimize”… Öyle mi?. Yani ihanete bir kredi de siz açtınız…
Beynimdeki nem beynimin kıvrımlarına doğru akarken, beni çıldırtmak için bütün hünerini sergiliyor. Yüksek dozda bir uyuşturucuyla bile uyuşmayacak kadar saldırgan, acımasız… “Kanatlarında” diyor “yeterli güce, ruhunda yeterli enerjiye sahip olmayan kuşların göklerin yüksek katlarında kanat çırpacaklarına inandınız, bir esintide tepe taklak gideceğini hesaplamadınız, öyle mi? Başım öne eğik, öylece kala kalıyorum.
Bir esinti vuruyor yüzüme, derin bir nefes alıyorum… Başımı sağa sola çeviriyorum. Şehrin ışıklı caddelerinden akıp geçiyor hayat… Beynim elini omuzuma atıyor, anlar öncesinin amansız düşmanı, güngörmüş bir derviş gibi yumuşak, babacan bir tavırla beni teskin etmeye çalışıyor. “İnanlar yenilmez diyor, inanmışlığınınız önünde hep şapka çıkardım ama dostu düşmandan ayırmak için çaba göstermediniz. Hani neredeyse her sakallıyı dedeniz sandınız ve şimdi hiç hak etmediğiniz bir bedelin faturasını ödüyorsunuz. Düşman sinsi ve kurnazdır. Bütün kapılarınızı kapatın, içinizdeki nefes size yeter.
Kadife düşlerini savaşçı hayalinle besle ki vicdan mahkemesine başın dik çıkasın. Yolun açık kılıcın keskin olsun”…
Düş ve Gerçek – 07
Şu yaz sıcağında sonu gelmez, üst perdeden tartışmalara konu “edebi kuramlar” konusunda ne kendi kafamı şişirmeye ne de sizin başınızı ağrıtmaya niyetliyim. Olan, olduğu yerde kalsın. Hayat yaratılan suni gündemleri silip süpürüyor, bildiğince akıp gidiyor, içinde olmayan, ona kan can vermekten uzak hiç kimseyi iplemeden… Hafifliğin yıkıntıları kokmuş çöp yığınları gibi burnumuzun dibinde sağa sola savrularak paçalarımıza yapışsa da… Hafiflik dedim de… Gece fırtına koptu… Yağmur sicim gibi iniyor. Şimşekler, intihar dalışı yapan kamikazeler gibi çapraz vuruyor caddeye, kocaman binaların tepelerini yalayıp geçiyor. Rüzgâr, gurbetten acı haber getiren tren sesleri gibi acı acı uğuldayarak şehri ayağa kaldırdı… Köklerinden kopmuş koca kütükler derebeyi kırbacı sırtında şaklayan zavallı köleler gibi itirazsız, sürüklenen yöne doğru kör kütük devriliyorlar. Hayatın devinimi gibi izliyorum doğanın devinimini… Bir iki dal birkaç yapraktan ibaret, köklerini toprağa salmış çelimsiz filizler fırtınanın onca hışmına rağmen köklerini terk etmiyorlar. Onları köklerinden sökmeye yeminli fırtınaya karşı filizlerin direnişini, kuğuların dansını izler gibi izliyorum. Onlar fırtınaya karşı, yeşil berrak sularda yüzer gibi dans figürleri çiziyorlar. En uçtaki dal balerin zarifliğinde yapraklarını kökleriyle buluşturuyor, kalkıyor, doğruluyor, hayır doğrulmadan bir başka figürle saçlarını geri atıyor, diğer filizle omuz omuza veriyor, yarım daire çizerek uzağındaki filize uzanıyor… Yeniden… Iıhh… Hareketler öylesine çabuk, seri, öylesine girift ki bir figürden sonrasını izleyemiyorum, karıştırıyorum… Net olarak gördüğüm şey bellerini kırmaya, onları köklerinden sökmeye yeminli fırtınaya karşı yüzlerindeki gülümsemenin hiç eksik olmadığıydı… Bu hayranlık abidelerinin dansını izlerken sol omuz başımdan davudi sesi, çocuksu gözleriyle “ acıyorsam sana anam avradım olsun, ama aşk olsun sana çocuk aşk olsun” diyen Can Yücelin sesi yankılanıyor caddelerde… Sabahın ilk ışıkları vururken cadde karma karışıktı. Kökleri toprakta olmayan ne varsa her şeyi fırtına akıntıya kapılmış hayvan leşleri gibi sağa sola savurmuş, bazılarının başları kıç, bazılarının kıçları baş olmuş koca gövdeler kaldırıma yaslanmış, bazılarının feleği şaşmış nereye savrulacağını bilmez durumda ortada kala kalmışlar…
Fırtınanın dehşeti o ay “sanat ve edebiyat” dergilerin konusuydu… Şair-i azamlar, ünlü şairler, burnundan kıl aldırmaz öykücüler, kaleminden kan damlayan romancılar… Makaleler, şiirler, karikatürler, atışmalar, çekişmeler… İlk kapağını kaldırdığım derginin “çok okunan” yazarının başyazısını iştahla, açgözlüce okumaya başladım. Anlamadım tabi ki… Bu kadar ünlü bu yazar bu ününü anasından getirmedi ya, hak ettiği bir ündü bu ve ben bu kadar derin edebi bilgiye sahip bir yazarın yazısını bir okuyuşta anlayabilecek yetkinlikte değildim tabii ki… Kitapları yüz bin basılan, yayınevlerinin kitaplarını basmak için sıraya girdiği yazarımızın bu derinliğine bir kez daha saygı duyup şapka çıkardıktan ve yazıdan öğreneceğim çok şey olduğuna bütün kalbimle inanmış olarak yazıyı saygıda kusur etmeyerek yeniden okumaya başladım. Yavaş yavaş sindire sindire… Bu yazı bana göre fazla derindi ve ben ne dediğini anlamakta cidden zorlanıyordum. Edebi bilgimin yetersizliğini şüphesiz biliyordum da bu kez düştü mü içime bir kurt… Acaba, zeka düzeyimde de bir sorun olmasındı… Hemen aynanın karşısına geçip kaşımı gözümü oynatarak yüzümün ifadesine baktım, bir gözümü kırpıp diğerini kocaman açtım, dilimi çıkarıp başımı öne uzattım. Elimin parmaklarını açarak kulaklarıma koydum… Acı gerçeği fark etmiştim. Benim zekâ sorunum vardı ve koca yazar elbette benim düzeyimdeki birisi için yazmazdı ya… Anladığım tek şey filizlerin fırtınaya karşı kuğu gibi yüzmeleri de neyin nesiydi, fırtınanın gazabını çekmek yerine onu öfkelendirmeleri bu yıkımın sebebiydi… Buna da şükür de, filizlerin kuğu yüzüşleri benim çok hoşuma gitmişti… Demek ki yanılmışım, demek ki fırtınaya bir “hoş geldin partisi” düzenlenseydi bu yıkımın önüne geçilebilirdi.
Moral bozukluğu içinde derginin o yazısını çevirip bir şiiri sindire sindire okumaya başladım… Her dizesi olay olan bir şair… Adam tükürse şiir oluyor… Allahı var, hiç aşağıdan almamış… Bir acıma duygusu, bir acındırma serenadı ki sormayın gitsin… Bütün “uzlaşma” duygularımı ayağa kaldırdı, neredeyse sırığa beyaz mendil geçirip beyaz saraya uzlaşma dilemeye gideceğim.
Övünmek gibi olmasın ama deve dişi gibi eleştirmenlerin eleştirilerini hiç kaçırmam… O eleştirmen bir yazar, bir şair hakkında bir okka mürekkep tüketsin o yazarın, şairin hayatı kurtuluyor. Adam Firavunu dize getiren Musa kadar kudret sahibi, atmaya görsün asasını kızıl denize, bütün kavmini boğulmaktan kurtarıp öte yakaya geçiriyor. Gerçi birkaç kıçı kırık kalem erbabı bunlar için “ al takke ver külah” demişti ama bu kadar şan şöhret sahibi eleştirmenimi yedirir miyim hiç onlara… Şimdi okurun kıs kıs güldüğünü görür gibiyim, “mutlaka bundan da bir şey anlamadın”… Valla, hiç de öyle değil… Hiç olmazsa bir şey anlamadığımı anladım… Bu da az şey değil ki… Derinliklerini anlamadığım yazarların, şairlerin kitaplarını eleştiren birini anlamak kolay mı ki yazarını anlamaktan uzak birisinin eleştirmenini anlamak… Bu yazarlar, şairler, eleştirmenler filizlerin fırtınaya karşı kuğu dansı direnişlerine karşı diş bileyecek kadar eşek değillerdir ya canım, mutlak vardır bir bildikleri…
O makale, bu öykü, bu şiir derken koca günü dergileri okumakla geçirdim. Galiba okur leb demeden leblebiyi anladı ve benim de bu yazılardan zeka seviyem ve ebedi bilgi düzeyimin yok denecek kadar düşük olması sebebiyle pek bir şey anlamadığımı çaktı.
Aldı mı beni kara kara bir düşünce… Yaşım kaç olmuş… Bir zamanların Militan Sanat, Sanat emeği gibi dergileri vardı. Yazıları, şiirleri, makaleleri tam benim yarım aklımla anlayacağım, anladığım, severek okuduğum, bir sonraki sayısını iple çektiğim dergilervardı… Şimdi onlar yok… Demek ki yazıların düzeyi yükseldiği içini ben anlayamıyorum…
Dergileri kapattım. Jack London’un yarı bıraktığım Martin Eden romanını bitireyim bari dedim, bu benim düzeyime uygun… Okuduğum bölüm gülümsetti beni…
“Martin, yaşamın gerilimini, ateşini, terini ve vahşi isyanlarını hissetmişti. Yazılması gereken şeyler kuşkusuz bunlardı. O, sahipsiz umutların önderlerini, çılgın sevdalıları, gerilim ve baskı altında, dehşet ve dram içinde dövüşen devleri, çabalarının güçlülüğü ile yaşamı çatırdatanları övmek isterdi.
Ama dergilerin kısa öyküleri Bay Butlerin sefil dolar avcılarını ve sıradan küçük erkek ve kadınların sıradan küçük aşk ilişkilerini övmeye istekli görünüyorlardı. Dergi yayıncıları sıradan olduğu için mi böyleydi. Yoksa onlar, yani yazarlar, yayıncılar ve okurlar yaşamdan mı korkuyorlardı”…
Başımı kaldırdığımda Can Yücel o muzip gülümsemesiyle bir kahkaha patlattı… “ O senin anlayamadıklarının edebi yok ki edebiyatçı olsun, onlar egemen sınıfların sınıf sanatı içine soktukları makyajlı Truva atları… Senin terbiyen elvermez… Ben onların tümümün edebildiğine sokayım”…
Düş ve Gerçek – 08
En yakın arkadaşıydım, rahatsızlanmış. Doktora gitmeyi kabul etmemiş. Evine götürmüşler. Divana uzanmış, boylu boyunca yatıyor. Başucuna toplanmış bir kaç eş dost yol açtılar, yanına oturdum. Boncuk boncuk terliyordu, alnındaki terini sildim, adını seslendim, kapalı olan gözlerini açarak yüzüme baktı, konuşacak dermanı yoktu. “Bir şeyler mırıldanıyor ama ne söylediği anlaşılmıyor” dediler. Ben gelince odadakiler birer ikişer evi terk ettiler, baş başa kaldık. Öylece yatıyor, durmadan terliyor, anlaşılmayan bir şeyler sayıklıyor. Başucunda İlya Ehrenburg’un “Paris Düşerken” adlı kitabı var. Yanına iyice yaklaşıp sayıklamalarını anlamaya çalışıyorum. Aşağıda okuyacağınız sayıklamalar, noktası virgülüne dokunmadan onun uyku aralığındaki sayıklamalarından derlenmiştir.
“Düşlerin soysuz ve okşayıcı çığırtkanlığı gerçeğin hırçın ve yaralayıcı sessizliğine yenik mi düşecekti, ülkenin bütün kaleleri düştü, bütün tersaneleri işgal mi edildi,Paris düştü mü yani?Pierre’den haber var mı, Michaud yaşıyor mu, Ya Denise?. Semih oğlum yaşında, Nuriye kızım. Bir de sormuyorlar mı, ne istiyorsunuz bu çocuklardan diye. İslamcı faşistlere kızmıyorum da bunlara ifrit oluyorum. Velinin kolu Burdur sokaklarında bir köpeğin ağzında dolaşırken damaklarında kanın, sırnaşıklığın, utanmazlığın lezzetini alanlardan, tadını duyanlardan ne bekleniyor da “bu çocuklardan ne istiyorsunuz” diye soruyorlar. Akbabalar leşle beslenir.Faşizm ne ister… Nasıl bir utanmazlıktır bu…Öncelikle bu her devrin adamı sırnaşık türlerin derdi bu insanların ölümüne direnişine destek olmak değil, kendilerine buradan paye çıkarmaktır. Miting alanları kendini gösterme, fotojenik pozlar verme alanı değildir, gösterişsiz, cakasız, sessiz ve vakur direniş alanlarıdır.
Su diyor. Benzi sararmış, dudakları kurumuş. Su veriyorum, içmiyor, bezi suya batırıp dudaklarını ıslatıyorum.
Gülümsüyor.
“O yaz tatile gelen arkadaşlarımı ziyarete gitmiştim. Akşamın alaca karanlığı idi. Otelin duvarlarını sarmış çiçeklerin kokusunu genzime çektim, yapraklarını çiçeklerini okşadım. Bahçıvan, elindeki hortumla tozun dumanın kirlettiği, soldurduğu, renklerini kaybeden ağaçların, çiçeklerin dallarını, yapraklarını yıkıyordu. Mırıl gibi aktı pis sular. Tepeden tırnağa tertemiz çıktılar ortaya çiçekler, çiçek gibi oldular. Bahçıvan olsam, alsam elime hortumu, yıkasam insanları… Başarabilir miyim, arındırabilir miyim kirlerinden.
Arkadaşım balkondan beni görmüş. “Gel yahu dedi, o çiçeklerin kokusunu buradan da duyarsın. Sahi o çiçeğin adı neydi”.
“Cumhuriyet meydanındaydım. Tomalar su sıkıyor, robokoplar arka arkaya göz yaşartıcı gaz bombaları atıyorlar. Kalabalık, hırçınlaşan okyanusların kıyıya vuran dalgaları gibi bir toplanıp bir geri çekiliyor. Göstericilerin çoğunluğu gençler. Tomaların hareketlenmesiyle gaz bombaları arka arkaya patlamaya başlıyor. Atlatılan saldırının arkasından bir yenisi başlıyor. Meydan yeniden dalgalanıyor. Tomalar kalabalığın üzerine yürüyor. Kaldırım taşını tomanın göbeğine yapıştırıyorum. Gençlerden biri arkadaşlarına sesleniyor, “ Lan oğlum babamız yaşındaki adama bak, biz niye kaçıyoruz”. Bir gaz bombası tam ayağımın dibinde patlıyor, gaza boğuluyorum, nefes alamıyorum, gözlerim yanıyor. Buraya kadar… Diyordum ki… Kardeşimle sekreterim meydana beni aramaya gelmişler, ikisi koluma girmiş beni alanın dışına sürüklüyorlar. Meydandaki bir barınçalışanları gözüme süt ve limonla masaj yaptılar, kendime geldim. Her tarafım ateş içinde, yanıyor.”
“ O gece afiş yapıştırmaya çıktık. Görkemli bir mitingin hazırlığındayız. Aleni polis-faşist işbirliği… Maltepede saldırıya uğradık. Ara sokakları iyi biliyorum. Kaçtım. Polis her tarafta. Gecenin bir yarısı. Çember daraldı, yakalanacağım. Kızılay’ın arka sokaklarında bir merdivenin altına saklandım. Yakın bir yerlerden müzik sesi geliyor, kulak kabarttım. Merdiveni bodrum inişine doğru takip ediyorum. Kapı aralığından ışık sızıyor. Kapıyı itip içeri girdim. O ne lan öyle… Kimse kimseden çekinmiyor, çıplak, yarı çıplak kadınlar erkekler”…
“En iyi marka bir fotoğraf makinesi alıp, şöyle ışığı bir güzel ayarlasam bu insanların net suretlerini görüntüleyebilir miyim acaba… Hiç sanmıyorum. Bütün yaşamları içki içip bar kızlarıyla gönül eğlendirmekten ibaret olanların net insan görüntülerini çekmeye hangi fotoğraf makinesinin gücü yeter ki… Beyin flu. Kalp flu…”
“Bazı gerçekler yaşanmadan neden anlaşılmaz ki… Benim bir lokma ekmeğe muhtaç olduğum günlerde beni kendi kalıbında yoğurup kendi dünyasına hapsetmeyi aşk sanan kızın, bugün bana aşkını ilan etmesi ne garip… Geç bunları anam babam, geç…”
“ Ben mi… Kişinin birey olarak önemini hiç küçümsemedim. Ancak, kişi gücünü örgütlenmede bulur. Örgütsüz kişi güçsüzdür.”
“Bunlarla konuşulacak hiçbir şey olamaz. Kümese girecek tilkiye tuzak kurarlar, tavuğun baldırlarına da dişlerini geçirirler. Bunların arı namusu, ülkesi vatanı çıkarlarıdır, cüzdanlarıdır. Hele bir çıkarlarına dokun, gör dünyanın kaç bucak olduğunu. Aşağıda dinci iktidara söylemediğini bırakmazlar, yukarıda vuracakları vurgunun pazarlığını yaparlar. Halka da itidal ve sağduyu çağrısı yaparlar. Hani derler ya, Allah bizi böyle dostlardan korusun, düşmanlarımızın hakkından biz geliriz diye. Kumaşları o cinstendir. Kurnaz, sinsi ve hain…”
“ Söyleyene değil, söyletene bak. Kurulu düzenin egemenleri içlerinden geçeni asla kendileri söylemezler, söyletecek bir kullanışlı salak bulurlar. Bu salağın söyledikleri tepki çekince de geri adım atar gibi yapıp, ortamın uygunlaşmasını, söylenenin kanıksanmasını bekleyip yeniden hücuma geçerler. Yani iki adım ileri, bir adım geri… Bu kapitalizmin kuralı, taşralı burjuva yamaklarının da zeka düzeyinin göstergesidir. Gel gör ki atılan yeme atlayacak sazanlar çoktan sahnedeki yerlerini almışlardır bile…Din ile başlayan gösteri kin ile sürer gider. Hem niye kızıyoruz ki adam yeni devlet kuruyoruz dedi diye. Olan biten ne peki?”
“ Barış mı?. Bu çakallarla mı? Onlar barış dedikçe ülkeler işgal edilir, kentler yıkılır, milyon milyon kadın, çocuk, yaşlı genç ölür. İnsanlar ülkesiz, yersiz, yurtsuz kalırlar… Açlık bir veba gibi bağdaş kurup oturur gecekonduların daracık odalarına. Barış ha?… Irak gibi, Suriye, Libya, Ruanda, Sudan, Yemen gibi…Balkanlar gibi… Kübaya tahammülsüzlük, Venezüellaya hazımsızlık gibi… Komplo, darbe, kışkırtma… Bu çakalın adı kapitalizmdir, işbirlikçileridir. Mayıs serinliğinde el ele tutuşan sevgilileri ıslatan kırkikindi yağmurları değildir, çelik kanatlı ölüm kuşlarından atılan napalm bombalarıdır. Kömürleşen cesedin başındaki çaresizilği hangi söz tanımlar, hangi cümle anlatır yürekten fışkıran isyanın gücünü… Barış ha… Barış istiyorsan onların düzenini ahlakını, reddet, çakalların dişlerini sök”…
“Çöplerde ekmek kırıntıları da kalmadı. Gel çocuk beraber ağlayalım acımıza, açlığımıza. Gözyaşlarımız karışsın birbirine… Hangi şehirden, hangi kasabadan, hangi ülkedensin, kız veya erkeksin, ne fark eder, adını da bilmiyorum . Belki ele ele vermeyi, belki omuz omuza karşı koymayı öğreniriz. Belki meydan olur, biz de at oynatırız”.
“Düşlerin soysuz ve okşayıcı çığırtkanlığı gerçeğin hırçın ve yaralayıcı sessizliğine yenik mi düşecekti”.
Düş ve Gerçek – 09
Kara kıtanın bir ucunda, etrafı yüksek ve dumanlı dağlarla çevrili vahşi kabilelerin yaşadığı bir vadide, dört keçisinin memesinin sütüyle geçinen yaşlı kadın ağzında çiğnediği enfiyeyi tükürürken “ başımızda bir devletimiz olsa, keçilerimi, çakallardan korusa dedi”. Keçilere sinsice yaklaşan bir çakal, keçilerden birine dişlerini geçirip kaptığı gibi yıldırım hızıyla uzaklaştı. Kadının yüzündeki çizgiler derinleşti, keçisinin ardından bakakaldı. Sonra bir devletleri oldu. Kalan üç keçinin ikisini de devletleri aldı elinden. Bakakaldı kadın. “Yanlış mı yaptık yoksa” dedi.
Ben oradaydım.
Avrupa’nın göbeğinde bir ülkede, bilmem hangi eylemin sorumlusu olarak aranan bir anarşist, bir nokta kadar görünmez olup, bir virgül kadar kıvrak en donanımlı ve tecrübeli polisleri atlatarak sevgilisinin evini buldu, apartmana girip kapı zilini çaldı. Kadın sevgilisinin kollarına atılmak, sarmaş dolaş olmak istedi. Mıh gibi yerinden kımıldamadı adam. Kadın alındı:
“Gelsene” dedi kadın.
“Gelemem” dedi adam, “devlet var”
“Öpsene” dedi kadın.
“Sus” dedi adam, “polisler duyacak”.
Ben oradaydım.
Çağ atlayan bir ülkede çocuğunu parkta gezdiren bir kadın, çocuğunun çığlığı ile dehşete düştü. Çocuğunu göğsüne bastırıp “Bu ülkenin bu parkında, bu ülkenin en ücra köşelerinde bir gün bütün çocuklar korku çığlıkları atmadan koşturup oynayacaklar”. Dedi. Gördüğü manzaradan ürktü, yüzünü öte çevirdi.
Ben oradaydım.
O vahşi kabilenin yaşlı kadını, uygar Avrupa’nın anarşist delikanlısı, çağ atlayan ülkede, anasının göğsüne bastırdığı korkudan çığlık atan çocuk bendim. Çakallara karşı keçilerimi korumayı, sevgilimin boynuna sarılmayı, korkunun üzerine yürümeyi ismim belledim.
Güneşli bir yaz ikindisiyle sicim gibi yağan sağanaklarda sere serpe ıslanmak, çiçeklerin toprak kokusuna karışan kokularını koklayarak derin derin nefes almak, kuşluk vakitlerinde kumru sesleriyle mest olmak varken korku da neyin nesiydi.
Çektik çizmeleri düştük yollara… Anadan üryan soyunup atacaktık kendimizi duru nehirlerin serin sularına, bir güzel yıkanıp arınacaktık, kirlerimizden, pislerimizden, bilumum korku ve ön yargılarımızdan. Bir kuş uçtu tepemizden, ürktük, sığındık bir izbeye ve sakladık kirlerimizi, pislerimizi, önyargılarımızı içimize. Böylece başladı insan yanımızın yağlı karalarla lekelenmesi. Yahşi, yakışıklı ve bıçkın gösteriyordu aynalar yağlı karalarla lekelenmiş suretlerimizi. Hani hoşumuza da gitmedi değil bu halimiz. Seviyorduk tüm insanları ve en çok da arkadaşlarımızı, yoldaşlarımızı. İnsan sevdiği için ne yapmazdı ki, eksiksiz yaptık bizde yapacaklarımızı. Aynaların bizi gösterdiği gibi yahşi, yakışıklı ve bıçkın göstermeleri için arkadaşlarımızı, kaşlarından, gözlerinden bulaştırdık yağlı karaları. Derken bütün gövdemizi ve ruhumuzu beledik simsiyah karalarla. Ondandır siyah giyinmem, yakıştığı söylenir. Bize benzemeliydiler ve biz çok seviyorduk arkadaşlarımızı, yoldaşlarımızı. Sonra kaldırım taşlarını boyadık, sonra yağmurları, rüzgârı, kuşların sesini, pencerelerin pervazlarını boyadık. Bir mahalle bize benzedi ve imrendi diğer mahalleler, sokaklar, meydanlar. Derken, kasabalar, şehirler… İnanır mısınız bütün bir dünya bize benzemek için ülkeler birbirleriyle yarıştı. Ve o esnada yazdı şair o meşhur dizeyi: “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler”. O bir zamanlar bizi aynalarda yahşi, yakışıklı ve bıçkın gösteren yağlı karalar, insan yanımızı karanlıklara boğarken, lekeler korkumuza meme verip besleyip büyütmüş olmasın. Yoksa bizi bu kadar mutsuz eden kirlerimizin üstünü kapadığı korkularımızdan korkmamız olmasın?.
Farkında değildik siyahın siyahlığından. Çok yakın bir arkadaşım ihtiyacı için para istediğinde, ona verecek üç kuruşum olduğu halde “yok“ demiştim. Issız bir köşede cüzdanımı cebimden çıkardığımda cüzdanımın da simsiyah olduğunu gördüm. Paylaşmanın, yaşamın tadı ve anlamı olduğuna dair üstümüze rakip tanımadığımız harcıâlem sözlerin yüzüme boş eldiven gibi çarpıldığını hissettiğimde bir kâbustan uyanır gibi uyanmıştım
Velhasıl öylesine ustalaştık ki bu işte, bir tek çocuklara dinletemiyoruz sözümüzü. Çocuklar “ siz pissiniz” diyorlar bize.
Ne zaman duru ırmak boylarından geçsem yüzlerini çeviriyorlar bana. Akbabaların civciv niyetine beni pençelerine almalarından korkuyorum. Siren seslerinden korkuyorum, gülen yüzlerden korkuyorum. Kendimden korkuyorum.
Korkusuz çocukluğum, lekesiz ruhum… Ay dede, kayan yıldızlar…
İşgal edilmiş sokaklardan kurşun gibi fırlayıp, nefes nefese miting meydanına sevgilisinin yanına gelen kız “elimden tut” dedi delikanlıya.
“Tutamam” dedi delikanlı.
Şaşırmıştı genç kız.
“Neden” dedi.
“Devlet var” dedi delikanlı.
Genç kız başını çevirdi, etrafına baktı, karşıya baktı, sağa, sola, ötelere, gökyüzüne baktı,
“Nerede” dedi.
“İçimde” dedi, mahzun ve mahcup gülümsedi delikanlı
Yıllar sonra, artık yarısını geçtiği ömrüyle hesaplaşarak yürüyen adam miting meydanından geçerken, göz ucuyla meydana baktı. Issızdı. O coşku, o heyecan, o inanmışlık meydanında gençliğini aradı. Birkaç köpek kırık kemikleri taşıyorlardı ağızlarında ve şehir leş gibi kokuyordu. Genç kızı gördü hayal meyal. Elini ak saçlarına götürdü, “ bağışla” dedi, temizlemeye çalışırken kendimiz kirlendik…
Düş ve Gerçek – 10
Hayranıydı şövalyeliğin roman, öykü, masal kitaplarına yansıyan yüzünün. Gerçi henüz farkında değildi; daha yedi, sekiz yaşlarındayken dedesinin uçkur lastiği ile bağlı beline yarım metrelik karabina tabancasını sokup, bir yandan donunu düşürecek kadar ağır silahı donuyla birlikte tutar, bir yandan da komşu kızlarının evleri aynı hizada olan pencerelerine üşüşüp kendisinin akranlarından farklılığını görmeleri için göz ucuyla etrafı kollarken bir “çocuk şövalye” olduğunu nereden bilebilirdi ki?… “Küçük dağları” yaratan afisiyle ağır ağır köy meydanına inerken Kamalı Musa bile yolundan çekilir, babası abisi yaşındaki büyükleri başlarını hafifçe öne eğerek ellerini göğüslerini bastırır, eyvallah derlerdi. O esnada tanrının mutlak kendisine yazgılandırdığı kız, suyolunda kendisini görecekti, önünü kesmeyecek, kendisini bekleyecekti. Adetti, kadınlar erkeklerin yolunu kesmezlerdi, geçmeleri için destur gerekirdi. Kendisini yoran kolundaki helkeler heyecanından çalkalanıp pembe basmalı entarisini ıslatacak, biraz utanacak, yüzü pembeleşecekti… O, oralı bile gözükmeden ağır köy delikanlısına yaraşır bir vakarla “geç” diye destur verdiğinde göz göze gelmiş olurlardı. Öyle ya, o yaşta köy delikanlısıydı. Bizim oralarda kızlar on üçünde, erkekler on dördünde evlenirdi ve kıyak bir delikanlılığın raconu da bu yaşlarda kesilirdi. Askere gitmeden peydah edilen çocuk üç dört yaşına gelir, bir iki yıl sonra delikanlılığa adım atarlar, babaları yirmiikisinde askerden gelirler, yoksulluk, yoksunluk biner omuzlarına erkeklerin otuzunda, kadınların yirmi beşinde belleri bükülür, dişleri dökülmeye, avurtları çökmeye başlar, yaşlanırlardı. Döner dururdu feleğin çarkı, kırkında, bilemedin ellisinde göçer giderlerdi. Kendi babası da tam kırk yaşında ölmemiş miydi? Ama onlar kendi ana babaları gibi asla yaşlanmayacaklar, o, hep ağır bir köy delikanlısı olarak kalacak, basma entarili kızla hep suyolunda göz göze gelecek, o utanacak gözlerini yere dikecek, yanakları pembeleşecek, mahzun ve mahcup belli belirsiz gülümserken “geç” desturunu bekleyecekti. Çocukları olur muydu? Çocuğun nasıl yapıldığını bilmiyordu ki. Sonra çocuklar yapılmaz onları leylekler getirirdi… Anası öyle demişti kendine… Nasıl olsa bir leylek de kız veya erkek bir çocuk da onlara getirirdi.
Araya karlı dağlar değilse de köy ile kasaba arasındaki uzak mesafeler girdi. O ortaokula gitti. Kızın verdiği işlemeli mendili yanından hiç ayırmadı, okuduğu yatılı okulda hep yastığının altında sakladı. Ayda yılda bir giderdi köye, akşama kadar suyolunu beklerdi de, sanki kendisini beklediğini bilmezmiş gibi, helkelerini koluna takıp gelmezdi ki… Gözleri çakışmaz, mahzun ve mahcup gülümsemesi sadece bir hayalde yaşardı… Küstü, bir daha da suyoluna çıkıp yolunu gözlemedi. İşlemeli mendili de kaldırıp attı.
Az gitti, uz gitti büyüdü, köyde bilmediği birçok şeyi öğrendi… Bu arada çocukları leyleğin getirmediğini de öğrendi. Babasının sağlığında okuttuğu Türk/Kürt İnce Memedin bir eşi olan Don Kişot’u okudu… İnce Memed Don Kişot’du, Don Kişot İnce Memed… Biri Türkiyeli, biri İspanyol. Ne fark eder, işte ikisi de şövalyeydi ve şövalyeler mazlumun derdine derman, zalimin zulmüne fermandı… İkisi de ayrı ülkelerde, aynı gökyüzünün altında isyan yıldızının doğduğu vakitte doğmuşlardı. Kılıçları amansız, mizaçları zarif, narin ve nazikti. Centilmenlik bunlara hastı. Ağır geliyordu bugünü yaşamak. Esrarlı bir hayalin hülyasına dalıp, o uçsuz bucaksız gökyüzünü fethetmeye çıkmamışlar mıydı?… Aşk, o fethedilmeyi bekleyen mavi gökyüzünün altında değil miydi?… Ayıklayıp yeryüzünden ayrık otlarını, yıkıp zulmün kalelerini, yıkıp insanın insana zulmünü, rengarenk sarmaşıklarla donatılan çiçekli yeryüzünü yıldızlardan seyretmek çok mu görülür şu fani ömürlere?…Şimdi yeni şeyler söylemek zamanı değil midir?…
Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Kalın bir sis tabakasıyla kaplanmış gri gökyüzünde bir tek yıldız yoktu… Bulutlar ak pamuk yığınları gibi bir biri üstüne kaykılıp, bütün gökyüzünü kaplamıştı. Sokaklar korkulu ve endişeli, birbirlerine sırtlarını dönmüş, sanki biri diğerinin sırrını ifşa edecekmiş gibi içlerine kapanmıştı. Kuralsız çocuk sesleri kesilmiş, rüzgâr burçlarına çekilmiş, güneş ısıtmaz olmuştu. Gazeteler borsa, banka haberleriyle dolu, görsel medya sırnaşık üçüncü sınıf kenar mahalle güzellerinin popo yarışlarından geçilmiyordu. Ürperdi, bir korku çöktü yüreğinin başına… Nasıl yaşanırdı bu kör, bu karanlık yeryüzünde. İnsan görünümlü yaratıklar kör bıçaklarıyla birbirlerinin gözlerini oyarken, en katiline en kahraman payesi veriliyordu. Katillere yeni katil adayları ekleniyor, kendi boyunlarını vuracak hançerlerin üretildiği tanrısal iktidarların görkemi herkesi ağzı açık bırakıyordu… Haydi, beni de hançerle… Bir beyin taşıyorum, bana ait değil. Bir beden taşıyorum, bana yabancı… Omzuma düşen başım çaresiz… Dilim bile dalga geçiyor benimle adımı söylerken. Kuşatmasındayım iktidar artıklarının…
Haydi, beni de hançerle…
Dünyanın damına çıksam, uzatsam başımı canım bahar gecelerinde, gökyüzünün bütün yıldızları yoldaşım olur mu?. Çağlayanlardan dökülen suların gücü yeter mi kirimi arındırmaya… Çırılçıplak soyunsam, atsam kendimi ummanların en derin yerlerine, çıksam bir dağ başına, sert rüzgârların kamçısı şaklasa yüzümde, ödesem bedelini günahlarımın… Küçücük bir kız çocuğu bayramlık giysileri içinde gülen yüzüyle bir demet akşam sefası uzatır mı elime…
Hoş geldin…
“Burası bizim dünyamız. Önce efsaneler derledik, imkânsız efsaneler. Sonra imkânsızı olur kıldık, yarattık kendi dünyamızı. Ne onların gücü yetti bize efsanelerimizi unutturmaya, ne de biz unuttuk bize bu hayatın mümkün olduğunu öğreten efsanelerimizi, bu çiçekler efsanelerimizin yarattığı dünyaya aittir”.
Korkuyorum… Kendimi benzettiğim Don Kişot kadar gözü pek, cesaretli değilim. Atım Rosinentayı çelik kanatlı ölüm kuşları bombaladı, seyisim Sanço Panço bir daha uyanmak istemezcesine bir çınar ağacının gölgesinde horulduyor. Uyanıp gözüne açmadan sanki “bu kadar sefil yaratıkların varlığını bile düşünmek istemiyorum, iğreniyorum” diyor. Çaresiz boynumu büküp uzaklaşıyorum. Sevgilim Dulcinea da terk etti beni… Ben Don Kişotum… Yırtık pırtık giysilerimin içinde gizlediğim asaletim yüzünü asıyor. “Kılıç kında değil, kalpte taşınır, at kılıcını” diyor, şövalyelik senin neyine…
“Ya suyolunda kolunda helkeleriyle, göz göze geleceğiz diye heyecanlanıp pazen entarisini ıslatan kız ne olacak” diyorum.
“Gökyüzünü fethetmeye cesareti olmayanların aşka yüzü olmaz, aşk hak edilir” diyor.
Kılıcıma bakıyorum, gülen yüzüyle kalbimde…
Düş ve Gerçek – 11
Pazartesi günlerini hiç sevmedim, geçerli bir gerekçem, belli bir sebebim de yok. Sanırım tamamen içgüdüsel bir tepki. Düşünsene ben orta halli bir özel şirkette ücretli bir çalışanım. Haftanın altı günü üzerime düşen işlerin yorgunluğu bir tarafa şirket sahibinin bir halta yaramaz yakınlarının afra tafralarına iç geçire geçire bir hal olmuşsun, gözün iki de bir saatin yelkovanında… Mesai bitse de kendimi bir dışarı atsam… Medarı maişet derdi işte, şöyle geri çekilip elinde ne varsa, Allah ne verdiyse, patronunu, müdürünü, bunların bokunda boncuk görmüş görgüsüz akraba taallukatını alıp karşına, şöyle sıraya dizip baştan sona şırak, şırak ses getiren tokadı yapıştırıp, sonra da “al atını sikerim tımarını” diyemiyorsun… İçine ata ata bir gün kalp sektesinden çöküvermenin hiç de sürpriz olmayacağını da biliyorsun… Ne çare, çoluk çocuk gözünün önünde bitiverince elin ayağın buz keser, kediye bile pis demekten korkan yeryüzünün en pısırık insanı olur çıkarım. Beynimde yanardağlar patlar oysa.. Neyim ben… Zincirsiz bir köle… Sanki ben hiçbir şeyin farkında değilim, ağızlarında Allah, kalplerinde yallah… Tezgâhı iyi yere açmışlar… Hangi parti iktidara gelse o partinin has adamı oluverirler… Sahte faturalar, ödenmeyen vergiler, üç kuruşluk ihaleye verilen on üç kuruşluk rüşvetler… Neyi nasıl kazandıklarını sen düşün artık… Oğlunun altında son model cipler, kızının altında uçak bozması arabalar. Vur patlasın çal oynasın. Müsriflik, israf diz boyu… Bizim aldığımız üç kuruş gözlerine batar, iki de bir “aldığınız parayı hak edin” diye ağırdan ağırdan laf sokmaları yok mu birde… Üniversite mezunu gençler ayak işlerinde koşturulur, sigortaları bile yoktur. Asgari ücrete çalıştırılırlar, hem de günde on saat… Acırım onlara da elden bir şey gelmez. Birkaç ay önce işyerine sendika getirmişler, sendikacıların etrafı hemen çevrildi, canlarını zor kurtardılar. Bu gençlerin işlerine son verildi. İkisi nişanlıydı, düğün hazırlığı yapıyorlardı, ikisi de işten çıkarıldı. Oğlan yanıma uğradı, iş bulamamışlar, kızla ayrılmışlar…. Bunların oğlum ya da kızım olduğunu düşündüm…Yaşım yetmişi geçti, hadi ben emekli oldum, yarın oğlan da kız da yuvadan uçar gider, kendilerine ait bir hayatları olur. Biz kalırız bir ayvaz, bir Köroğlu, emekli maaşıyla idare eder gideriz… Bu gençler aklıma geliyor, ya oğlum da kızım da işsiz kalırsa, ya muhannete muhtaç olurlarsa… Gel de çıldırma, gel de Zaloğlu Rüstem olup bizi bu hale düşürenlerin topuzunla beyinlerini parçalama… Nereye gider bu işin ucu bilmiyorum… Hak diyorsun boğazına bir el yapışıyor, hukuk diyorsun dilini koparıyorlar… Görünmez bir elin boğazıma sarılacağından ödüm kopuyor. Yatağa girmeye korkuyorum, gecelerimi karabasanlar basıyor. Böyle giderse delireceğim.
Kendi kendime “ulan derim bunların adı bilinmez, sanı duyulmamıştır, bir de her gün televizyonlara milyonlarca liralık ilan veren, iki de bir zırt pırt gazetelerde boy gösterenlerin kazandıklarını düşün bir de…”
Emekliyim gerçi ama kız da oğlan da Üniversiteyi bitirmelerine rağmen bir iş bulamadılar daha. Arkadaşları var, eş dostları var, çocuk değiller ki ellerine beşer lira sıkıştırıp “ hadi bakalım” diyesin. İkisi de kocaman insan. Eve gece yarısı geliyorlar, doğruca odalarına çekiliyorlar. Morallerinin bozuk olduğunu biliyorum. Seslerini çıkarmıyorlar ama sabahtan akşama iş aradıklarını, yürümekten tabanlarının çatladığını biliyorum, Benim çocuklar gibi Üniversiteyi bitirip iş bulamayanların intihar ettiklerini düşündükçe beynim yerinden oynuyor. Günlük harçlıklarına para yetiştiremez oldum. Vermesen olmaz, versen yok, üstüne üstlük ev kirası, bakkal çakkal parası, elektrik, telefon faturası derken ne elde kalıyor, ne avuçta… Durum her geçen gün kötüye gidiyor, her gün bir zam, bir günümüz öbür günümüzü tutmuyor. Ek iş dersen, ara ki bulasın… Yaşıma başıma bakmadan kahvede ocakçılık, bir lokantada garsonluk… Yok, o da kesilmiş… Sonra bu yaşımda kim iş verir ki bana. İşsizlik diz boyu. Karın tokluğuna çalışacak zımba gibi adamlar kapıda sıraya giriyor. Onca günler gelir geçer, hanım durumun farkındadır da Allahtan “bana da şunu al” demez. Yırtığımızı, yamamızı içine büker de durumu idare etmeye çalışır. Ayağındaki ayakkabısı ben deyim beş yıllık, sen de on. Seneler önce mahalle pazarından aldığım pazen entarisini yıkar yıkar giyer.
Pazar günü benim için bir başka gündür… O ciğeri beş para etmez insanların yüzlerini görmez, seslerini duymazsın. Çoluk çocuk öyle alıştılar ki benim yatakta döne döne tembellik yapmama, kahvaltıya bile çağırmazlar. Kalkar kalkmaz bir bardak demli çay, bir sigara… Oh be, yaşam bu derim. Kitap okuma alışkanlığım yoksa da eskiden iyi kötü çocukların eve getirdiği, kahveye gittiğimde masanın üzerinde benim dışımda pek kimsenin ilgilenmediği gazeteleri okurdum. Şimdi sinirlerimi bozuyor. Çocuklar genç… Kızım popçu, oğlum topçu, hiçbir bokun farkında değiller…
Gazetelerin bunları ilgilendiren sayfası bu… Ne yalan söyleyeyim, gördükçe burnumdan soluyorum, gençlerin merakı da bu deyip görmezlikten geliyorum. Bu kuşağın gençleri o zamanın gençlerine benzemiyor. Dünya siklerine ahiret taşaklarına…
O zamanın gençleri böyle değildi, zeki, fırtına gibi çocuklardı… Aklımız bir boka mı yetiyordu, devlet büyüklerimiz bunlara anarşist derdi, biz de öyle derdik. Onlar, o yaşta bugünlerimizi bize anlatırlardı da pek oralı olmazdık. Doğrusu korkardık, her birinin peşinde polisi, Jandarması, mahkemesi eksik olmazdı. Hepsinin arandığını bilirdik, başımıza iş almayalım diye de korkardık. Yalnız bıraktık o gençleri, utancımdan hık mık ettiğime bakma, biz hak ettik bunları yaşamayı. O 12 Eylülcü denen şişesiceler hepsini dağdan dağa düşürdü, kimisi yıllarca hapis yattı, aylarca işkencelerden geçirdiler, kimilerini yaşına başına bakmadan astılar. İş işten geçtikten sonra anladık anamızın nasıl sikildiğini… Beyinlerimizi yerinden çıkardılar, okşaya okşaya… Meğer bu çetelerden birileri sırtımızı sıvazlarken öbürleri hem anamızın koynuna girermiş, hem de evdeki bulgur çuvalını sırtlayıp götürürlermiş… İş işten geçtikten sonra öğrensek neye yarar.
Göz ucuyla gazete okuyuşlarını izliyorum. Benim tahsilim terbiyem yok. Gazetelerin bütün sayfaları yalan üstüne yalan yazıyor. Aman, nasıl kalkınıyormuşuz, aman dünya bizi nasıl kıskanıyormuş dünyanın bilmem kaçıncı büyük ekonomisi olmuşuz… Ulan diyorum, valla ekonomi de ülke de sizin üç beş emmi dayı, enişte baldız, oğul kızınızdan ibaret galiba, bizi pek bu ülkenin vatandaşı saymıyorsunuz. Açız ulan, aç, aç, aç… Bizim çocukların umurunda mı, falanca şarkıcının kaçamakları, filanca
topçunun transferde aldığı para… Kimin eli kimin cebinde umurlarında bile değil. Bir gün canımın sıkıntısından sesli söylemişim bunu, kimin eli kimin cebinde diye. Güldüler bana, dalga geçtiler. “Kimin eli kimin cebinde baba” dediler… “Birilerinin eli hepimizin cebinde dedim, onu da şu kaz kafanızı çalıştırıp siz bulun”… Ne deyim, evlat işte.
Yaşlılıktan mıdır nedir bilemem, son yıllarda bir tuhaf oldum. Her şey sinirlerimi bozuyor, bazen kendime hâkimiyetimi kaybedip ortalığı kırıp geçiriyorum. Mendebur herifin biri oldum çıktım. Eskiden daha hoşgörülüydüm, en olmaz şeylere bile güler geçerdim. Şimdi gülmeyi de unuttum. Yine de istemeden birisini kırarım diye elimden geldiğince eş dost arasına karışmam pek. Gördüğümü görmezlikten, duyduğumu duymazlıktan gelmeyi yeğlerim.
Bir utançtan kurtulmak ister gibi, sohbet süresince yere diktiği gözlerini kaldırıp gözüme bakıyor…
Mustafa amca gözüme bakma, ellerine bak diyorum.
“Ne var ellerimde” der gibi şaşkın şaşkın ellerine bakıyor.
Ellerinin farkına vardığın gün diyorum haramilerin kervanlarındaki ipek şallar ayağımızın atında paspas olur.
Düş ve Gerçek – 12
“Sen düşlerinin adamısın, hayallerin ayaklarını yerden kesiyor, bulutların üstünde geziniyorsun, yeryüzü umurunda bile değil”. Yıldırım gibisin, hepimizden hızlısın, onu senin dışında bir başka arkadaşımız yakalasaydı beynini patlatırdı. Seni ne zaman anlayacağız, ya da sen kendini ne zaman anlatacaksın… Bir şey söyle, davranışına bir gerekçe bul, ikna et bizi… Gözünü budaktan esirgemediğini bilirim, bu piçlerin arasına tek başına dalıp çil yavrusu gibi dağıttığın dillere destan… Bu piçi tam yakalayıp ele geçirmişken yufka yürek kesilmeni anlamıyorum.
“Boş ver bunları” dedim, “ne ben kendimi size anlatayım, ne de siz beni anlama zahmetine katlanın”… Çay içelim mi?…
“Şu soğukkanlılığın çıldırtacak beni yav, ben ne diyorum, sen ne diyorsun… Adama bak ya, çay içme derdinde…
Hırçın, hırsıydı, dişlerini kenetleyerek konuşuyordu. Bana karşı saygısını bilirdim. Eminim karşısında bir başkası olsa, Allah ne verdiyse okkalı bir tokatla ağzını yüzünü dağıtırdı. Öğle sonrası başlayan, birkaç kişinin başlattığı bir protesto eylemi görkemli bir mitinge dönüşmüş, şehrin meydanları, caddeleri, sokakları, nereden çıktığı belli olmayan genç yaşlı, kadın erkek katılımcılarla bayram yerine dönmüştü. Mahallenin savunmasında görevli bir arkadaşımızın uyuyakaldığı barakadan bozma bir eve baskın düzenlenmiş, arkadaşımız silahına davranma fırsatı bulamadan delik deşik edilmişti. Sevilen bir kişiydi, mahallelinin akıl hocası, sorunların çözüm merkeziydi. Hastaya doktor mu lazım, çocukların defter kitap paraları mı yok, ödenemeyen faturalar yüzünden elektrikler mi kesik… Bilirdi anlardı mahallelinin sorunlarını. Kimin ne derdi var, derman ondaydı. Mahalle sakinleri arasında çıkan ufak tefek meselelerde, tarafları bir araya getirir, barıştırır, kucaklaştırırdı. Kendilerine ister yakın dursun ister içlerine karışmamaya çalışsın, hiç kimseyi ayırt etmezdi… Mahallelinin ve bizim çok sevdiğimiz bu arkadaş için düzenlenen protesto gösterisinde, arkadaşlarımızın katilin bu kişi olduğuna dair çoğunlukla üzerinde ittifak ettikleri, yaşça bizden büyük bir kişiyi yakalamış, pestilini çıkarmıştım. Silahım belimdeydi ama katilin ensesine bir kurşun sıkmamıştım… Bağışlanmayan günahım buydu.
Bu zat faşistlerin denetiminde olan karşı mahalleden birkaç kişiyle birlikte yine faşistlerin denetimindeki bir bölgede mermer atölyesinde gündelikçiydi. Bildiğimiz kadarıyla evi de faşistlerin denetimindeki bir bölgedeydi, kiracıydı, başkaca bir geliri de yoktu. Onlarla birlikte işe gider gelir, bizim tarafa pek uğramazdı. Hoş, bizim denetimimizdeki mahallede yaşayanlar da onların semtine hiç uğramazdı… Hiç olmazsa bizim göreceğimiz, duyacağımız saatlerde…Oysa her iki mahalle halkının da karşılıklı akrabaları vardı da korkularından birbirlerine gidip gelemezlerdi…Bizim denetimimizdeki mahalle halkı devrimci, karşı mahalledekiler faşist…İstisnası elbette olamazdı ve bu bize göre tamı tamına böyleydi… Yakaladığım, pestilini çıkardığım kişi karşı mahalleden biriydi. Ağzının yüzünün kan içinde bırakılmasının acısına aldırış etmeden öldürülme korkusuyla “abi iki çocuğum var” demişti… Korkudan büyümüş gözbebeklerine bakmıştım, çaresiz, zavallı… Ne yalan söyleyeyim içimi bir burukluk kapladı, o korku dolu gözbebeklerinde çaresizliğini gördüm. Arkadaşımızı vuran o değildi, sezgim, yaşamım, tecrübelerim o olmadığını söylüyordu. Faşistlerden korkusuna onların etrafında kalabalık görüntüsü veren, ekmeğinin peşinde biriydi… O cenahtan görünmek zorundaydı, onların denetiminde olan bir iş yerinde çalışıyor, onların denetiminde bir mahallede oturuyordu. Sesini çıkaramazdı, galiba bizim yapmadığımızı faşistlerin yapacağından, bizim mahalledeki akrabalarına gidip geldiği duyulur, görülürse faşistler tarafından öldürüleceğinden emindi. Can tatlıydı, bakmak zorunda olan çocukları ve onların sorumluluğunu üstlenen bir babaydı… Arkadaşımın diş gıcırdattığı olay buydu…
Sakinleştirmek için koluna girdim, epey bir mesafedeki mahallenin kahvesine getirdim… Adım başı dönüp dönüp arkasına bakmasından anlamıştım hala sinirlerini yenemediğini…
“Hoca” dedi, eğer o pisliği bizlerden birisi bağışlasaydı, ele geçirmişken iki tokatla gönderseydi bizim ağzımıza sıçardın, demediğin laf kalmazdı…
Doğru dedim. Ben de yanlış yaparım herkes gibi. Nihayet insanım. Sana göre bu herifi ensesinden mıhlamamam benim bağışlanmaz suçum, günahım… Ben köyde doğdum, çocukluğum, ilk gençliğim doğduğum köyde geçti… Dedem ağaydı, zengin varlıklı… Düşünebiliyor musun dört yüz azabımız vardı. Dedem Menderesçiydi, onunla çekilmiş bir fotoğrafı kocaman büyütülüp evinin başköşesinde yer alırdı. Seçimlerde bizim dört yüz azabın tümü Menderese oy verirmiş, yani sağ geleneğe. Oysa bu insanlar yaşamlarında karıncayı bile incitmekten sakınan insanlardı. Hatır, gönül bilen, düşkünün elinden tutan, yardımına koşan insanlardı. Bu gün hayatta olanlarla ilişkim çok iyidir, onları severim, onlar da beni severler. Çocukları arkadaşım. Hiçbir siyasi bilinçleri yoktur. En okumuşları ilkokul mezunudur, kimisi üçten, kimisi dörtten terk. Gazete kitap bilmezler. Bizim köy yörenin en büyük köyüdür ve sağ partilerin oy deposudur. Sağ partilere oy veren bu insanların yanlış yerde durduklarını bilir, buna inanırım. Bu gün çocukları büyüdü, benim de arkadaşlarım. Onlarla köye gidip geldikçe görüşmelerim, zaman zaman günlük olaylara ilişkin sohbetlerimiz bu arkadaşlarımı sağ partilerden kopardı. İçlerinde deli fişek olanlar var, köyü çembere almaya çalışan tosuncuklara aman vermiyorlar, ne derneklerini yaşatıyorlar, ne köyden içeri sokuyorlar. İçlerinde biri onların bilmem ne adlı derneklerine üye olmuş, para yardımı yapmışlar. İçlerinden hemen kovmuşlar, selamı sabahı kesmişler, bu kişiyle kimsecikler konuşmaz olmuş. “Yahu arkadaşlar demiş, siz filan partiye oy veriyorsunuz, ben de bu partiye oy vereceğim. Ben size bir şey diyor muyum da siz beni içinizden dışladınız. Bizimkilerden biri okkalı bir küfür savurarak “ senin oy verdiğin parti bizim arkadaşımızın can düşmanı, onun düşmanları bizim de düşmanlarımız”.
Olay bana aktarıldığında o kişiyle görüşmek istedim, amele pazarında buldum. Hal hatır, merhaba, nasılsın… Mahcubiyetini yüzünden okunuyordu. Dilimin döndüğünce anlattım, “bilmiyordum” dedi. Bizim köye kuracakları bir derneğin kiralık evini havaya uçurmuş, kendince günahlarının bağışlanması rahatlığı içinde bu işi nasıl yaptığını diğer arkadaşlara ballandıra ballandıra anlatmış… Gelelim şu ensesine bir kurşun sıkmak varken iki tokatla gönderdiğim, seni çılgına çeviren şu adama… Bu adam faşist filan değil… Hele bir faşist militan asla değil… Bu adamın yerinde sen olsaydın ne yapardın… İki çocuğun var, bir mermer atölyesinde gündelikçi işçisin ve burada da tosuncuklar var. Bütün derdin akşam evine giderken koltuğuna iki ekmek alıp gitmek. Hayat, sabahtan akşama köle gibi çalışmaktan fırsat bulup kendine, ülkene, insana, dünyaya ilişkin soru sorma fırsatı bile vermemiş. Bir beyin taşıyorsun ama içi bomboş… Bilgi yok, birikim yok… Üstelik gelenekçi bir toplumun geleneğiyle yetişmişsin… Hatta bunların çevresindesin…
Sen nerelisin bilmiyorum. Şayet köyde, ya da bir kasabada doğup büyümüşsen aşağı yukarı aynı kökenden gelmiş olmalıyız. Mesela anan, baban, ablan, enişten dayın, komşuların muhtemelen bu minvalde insanlar olmalı… Bunlar insanlığın düşmanları mı, ne yapalım bunlara… Kendi yaşamlarında munis, dayanışmacı, sıradan insanlar…
Şimdi çuvaldızı başkasına batıralım ama toplu iğneyi de kendimize batırmayalım mı? Bu insanlara ulaşabildik mi, iki satır sohbet edebildik mi, kendimizi, dünyayı anlatabildik mi onlara?… Niçin devrimciyiz, neden kendimize tarihsel bir misyon biçiyoruz… Ben sınıfımın en çalışkan öğrencisiydim, iddiaya girerim tüm devrimciler çalışkan ve zeki insanlardır. Herkesin kazanmaya can attığı en gözde fakülteleri gönüllü bıraktık, dağa taşa düştük. Derdimiz bu insanlar değil mi, dünya bunların omuzları üstünde durmuyor mu? Kim bunlar… Namuslarıyla günlük yaşamını kazanmaya çalışan bizim halkımız… Bunlar kazanılırsa kendileri olacaktır, yoksa malum güçler, kendilerini yok edecek mekanizmanın ateşleyicileri olarak bunları insanlığın karşısına dikileceklerdir. Eldeki malzeme bu… Ya bu malzemeyi işleme beceri ve maharetine sahip olacağız, ya da onların kucağına iteceğiz. Öfkenin kutsallığını anlıyorum, ancak öfke hedefe kilitlenirse kutsallık kazanır, bizim kişisel kinimiz olamaz. Öfkenin hedefi iyi seçilmezse birer serseri olup çıkarız. Halka korku salmak karşı devrimcilerin işidir, bizim işimiz korkuyu korkutmaktır, halkı değil, sıradan insanları değil… Dikkat ediyor musun, ne bizim mahallede oturanlar onların mahallesine gidip geliyor, ne de onların mahallesinde oturanlar buraya gelip gidebiliyor. İki taraf halkı da korkuyor… Bu mahalle halkı faşist damgası yemekten bizden korkuyor, o mahalle halkı da komünist damgası yemekten faşistlerden korkuyor… Bu işte bir yanlışlık yok mu bence… Biz halkın güvenini onları korkutarak mı kazanacağız… Bu aptal beynimiz bunu anlayamadığı sürece egemen sınıfların istediği gibi bir devrimci oluruz… Ayrıca… Sivil faşistlerin saldırılarını püskürttüğümüzde kim çıkıyor karşımıza… Polis… Hazır, anında ve hemen… Bu tür olaylarda kaç arkadaşımız aramızdan alındı, öldürüldü, sayısını biliyor musun? Söylesene sence arkadaşımızı kurşunlayan bu zavallı, gölgesinden korkan biçare kişi mi? Bizim anlamak ve kavramak diye bir sorunumuz var, görüntüyle oyalanırken gerçeğe gözümüzü kapıyoruz…
Sözümü hiç kesmedi, dikkatle dinliyor. Göz ucuyla tepkisini izlemeye çalışıyorum. Saçlarından alnına terler düşmeye başladı. Omzuna vurdum, kucakladım.
“O kızdan ne haber, görüşüyor musun, aranız nasıl” dedim. Mahcup gülümsedi. Bir şey söylemesine izin vermeden devam ettim. “ Önce devrim, sonra düğün, elini çabuk tut.”