Gülümseyin Çocuklar

Hiç yakışıyor mu bahar sana, kendine nasıl yakıştırabildin taşı taş üstünde, başı baş üstünde bırakmamaya yeminli bu yaban, bu cinnet topluluğunun görünür görünmez, bilinir bilinmez yaratıklarının ensemizde hissettiğimiz soluklarının karabasana dönüştüğü melanetli günlerin şafağında allı morlu, kırmızılı beyazlı çiçeklerini sere serpe salıvermek sokaklara… Ne vurdumduymaz, ne kadar gamsızın birisin… İnadıma mı yapıyorsun, amacın beni delirtmek mi? O ne öyle sabah uyku mahmurluğunda, yarı uyur yarı uyanık halimde kumru seslerini getirip kulağımın dibinde melodiler söyletmek, binbir çiçeğin kokusunu harmanlayıp serin bahar yelleriyle burnumun ucuna sürükleyip getirmek… Sonracığıma şıp şıp esrikliğinde o köpüklü dalgaların kumsalla öpüşmesi, zeytin dallarının sanki Darülaceze gibi sahipsiz serçeleri bağrına basması, ikindi üstü ahmak ıslatan yağmur damlalarını ciddiyetimle alay eder gibi tane tane üstüme salman, ne zaman rastlasam bizim mahallenin deli mi veli mi olduğunu kestiremediğim ben ademini dudağından eksik olmayan gülümsemesiyle iki de bir karşıma çıkarmandaki amacın beni delirtmek, hasedimden çıldırtmak mı? Ne? “ Mert dayanır, namert kaçar” mı?… Kes artık şunu, yoruldum, takatim kalmadı dişlerimi sıkmaktan.

Seni hep kıskandığımı itiraf etmenin ne yeri ne zamanı… Sen de benim ne ketum birisi olduğumu bilmezlikten gelme. Ne yapayım elimde değil… Sen, bildim bileli sere serpe açılırken, benim ve benden önceki kuşağın bu meymenetsiz heriflerin ateş hattında hedef tahtasına konulduğumuzu, kimimizin kent meydanlarında, kimimizin dağda bayırda delik deşik edildiğimizi, gökyüzüne, Samanyolu galaksisi yıldızlarının sarı parlak ışıklarına son bir kez göz kırpmaya fırsat verilmeden bu yaşanası hayata elveda dediğimizi, genç ölüler olarak adımızın gazetelerin kenar sayfalarında bile geçmediğini, dostlarımızın vefasızlığını, çakalların kana doymazlığını unutmamı nasıl istersin… En şanslı olanlarımızın, ayakta kalanlarımızın sokaklara salıverdiğin rüzgarından, ensemizi yakıp geçen güneşinden yıllarca mahrum bırakıldığımızı, kimimizin kolunu, kimimizin bacağını yitirdiği sakat bir yaşama sakat bedenlerimizle tutunmak için çırpınışlarımızı mı unutturmak istiyorsun…Asma suratını öyle diyorsun, Gülümse diyorsun bana… Gel, benim yerime geç, başarabiliyorsan sen gülümse benim yerime… Çocuklukta attığım ağız dolusu kahkahalarımı hatırlatıp durma iki de bir, mutluluğun resmiyle oyalama beni, “çok şükür, çok şükür bugünleri de gördük” uzak bir zaman düşü henüz…

Biliyor musun, birer birer ölüyoruz artık, mutluluğun resmini yapamadan. Dişlerimiz kenetli ölüyoruz, bağışlamadan ölüyoruz, bağışlanmayı dilemeyi hiç öğrenmedik, niyetimiz de yok… Bütün yeryüzüne öğretmeyi ant içtiğimiz şarkının melodilerini bir kez olsun birlikte mırıldanmadan ölüyoruz. Her şey içimizde kaldı.
Bir itiraf daha sana. Hiç beklemiyorum ama belki beni anlamak istersin… İnsan Azrail ile sanırım bir kez karşılaşır, Azrail alacağını alır gider… Ya devlet… O despot yaratık… Her nefes alışımda karşımda, dudağıma her yerleşen gülümsemeyi asık suratı, çatık kaşıyla elimden çekip alan… Bir adım ötesinde ya cellâdımın çok sıradan rahatlığındaki bir hareketiyle alnımın ortasına bir kurşun, ya da yıllarca ve ne zaman biteceğini bilmediğim zindan… Duyduğum tek şey hücre gardiyanımın paslı kilidi açarken işittiğim anahtarının ürpertici sesi… Ya o iç bulandırıcı, sırnaşık, sırıtkan yardakçılarına ne dersin?. Ne yapmalıyım sence, durup seyretmek mi, azdan az, çoktan çok gider deyip siktiri basmak mı?. Bunca yıl dişlerimin kenetli oluşunu, yüzüme düşen gülümsemenin gölgelenmesini ne sandın. Hadi, benim yerime geç, sen gülümse. Hani seni tümden de haksız buluyor değilim. Bunca zaman içinde seni de anlamaya çalıştım, dünyanın merkezi değilim, her şeyi bilme gibi tatminsiz bir egom da olmadı. Yine her yıl ki gibi gelip kapıya dayanma zamanlarındı… Yağmurun, bulutun, kah esip geçen, kah kırıp deviren fırtınalarının estiği bir gündü… Hiç de öyle sır dolu filan değilsin ve bu noktada birbirimize benziyoruz… Yani gelirken dişlerin kenetli geliyorsun zemherinin soğuğuna, kışın kasvetli günlerine karşı… Sonra yüzün gülüyor… Gelirken gök gürlemelerin, sağanak yağmurların, fırtınalarınla bir yıkıcılık, bir yok ediş, bir saldırı… Uvvv… Spartaküsün Romaya yürüyüşü gibi bir zelzele… İşte bu yolları kat ederek gelip dayandın kapıya… Yani hep gülümsemedin, sen de kenetledin dişlerini benim gibi… Belki yüzünden düşen de kırk parçaydı…Kılı kırk yardın, en olmayacak olasılıkları hesaba kattın… Nihayet kışın asık suratlı, çatık kaşlı, kan donduran soğuğun egemenliğini yerle bir etmişsin, dağları, taşları dolduracak ağaçlarını, kuşlarını, börtü böcek bütün canlılarını yığmışsın dört bir yana, cansızlara can olmuşsun, koyuvermişsin yağmurlarını, salıvermişsin boz bulanık nehirlerini uçsuz bucaksız ovalara… Elbette gülümsersin, elbette çiçeklerin renklerini, gecesefalarının iç bayıltan kokularını sere serpe, yasaksız salıverirsin sokaklara… Ne sandın yani, bizim de güller açar gülüşlerimizde, biz de yasaksız bir dünyada kaygısız, korkusuz yaşamayı öğreniriz. “Biz de at oynatırız, dur hele meydan olsun”…
Geldin ya, iyi ki geldin. Galiba rengârenk çiçeklerin önce tomurcuklanması gerektiğini senden öğrendik ve çiçeklerimiz tomurcuklanmaya başladı bile. Hem de arka arkaya, hem de dört bir yönde, dört bir yanda. Hani şu “ dört ağaç” teranesini sen de duymuşsundur ya, işte o dört ağaç on iki milyonluk geziyi yarattı, bahar öncesi yağmurları gibi yağdı meydanlara… Zemherinin ayazı çok korktu, çok… Tomaları, biber gazları, copları çare olmadı korkularına. Yayıldı ansızın aniden, ışığın yayılması gibi. Gezi, Karadeniz çevre yolu, Artvin yeşil doğa derken… Ne yalan söyleyeyim, şeytanımın bile aklına gelmeyen bizim veletler bütün bunların üstüne tuz biber eker gibi bir de liseliler zemheri ayazına karşı direniş çıkarmasınlar mı? Nasıl da cıvıl cıvıllar, kızlı erkekli, Doğulu, Batılı… Aman çocuklar, leş kargalarına, alıcı kuşlara dikkat… Nasıl alıp beni kırk yıl önceki gençliğime götürdüler… Küçük bir kasaba lisesinde ilk boykot, polis takipleri, okuldan ve yatılıdan atılmam. Öğretmenlerimin beni sahiplenişi… Kasaba eşrafından topal Ali amcamın valla burada yazmaya çekindiğim hitapla soruşturma savcısına diklenişi…

Yahu çocuklar, oğlum, kızım yaşındasınız ya yanınıza gelsem, içinize katılsam, bir çay ısmarlar mısınız bana, yoksa “amca senin ne işin var” deyip güler misiniz, ya da “ hadi babalık işine bak” diye racon mu kesersiniz bilemem ama… Günümü aydınlık ettiniz, gülümsettiniz beni. Hadi çocuklar, bütün içtenliğimle size olan sevgimi kabul edin… Üşüyorum, çok üşüyorum hem de… Zemherinin ayazı sizin gülümsemeleriniz ısınacak, defolup gidecek sonra….

Gülümseyin çocuklar….

 

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.