Rahmetli anam, hiçbir baltaya sap olamayışımdan yakınır, bu gidişle de hiçbir halta yaramayacağıma dair kesin kanaatini “nem ki nem” diye kestirir atardı. Hani haksız da sayılmazdı. Daha çocukken ilkokulda çalışkanlığı köyün diline düşmüştü de, öğretmenleri ısrarla beni okutmaları için ekmek bulsa soğan bulamayan, soğan bulsa ekmek bulamayan anama babama nasıl ısrarcı olmuşlardı. Valla bu oğlan cin gibi bir çocuktu, zekiydi, hesabı da kuvvetli. Onlar da o yaşta umut bağladıkları çocuklarını ortaokula göndermişler, çocukları ortaokulda da rüştünü ispat etmiş, hep sınıf birincisi olmuştu. Köylülerimizin, benim ne olacağıma ilişkin meraklı sorularını babam köy odasında köyün erkeklerine, anam yolda belde karşılaştığı köyün kadınlarına ağız birliği etmişçesine oğlum” toktur” olacak diye içten gururlanmayla cevap verirlerdi. Babam ben çocukken ölmüştü de anam elin ırgatlığına, bağına bahçesine giderek aldığı gündelikle beni okutmaya çalışmış, anamın bu içtenlikle bana bağladığı umudu lise son sınıfa kadar sürmüştü. İşte ne olmuşsa o yılın kışında olmuş, anamın bu zeki, çalışkan oğlu lise son sınıftayken yatılı okuduğu pansiyondan da okuduğu okuldan da atılıvermişti. Oğlunun okul hayatı bitmişti. Devlet üstünden elini çekmiş, sahipsiz bırakmıştı. Bununla kalsa iyiyiydi yine ama anamın anlam veremediği, akıl erdiremediği kara günler asıl bundan sonra başlayacaktı. Oğlunun peşine polis, jandarma düşmüş, eki de bir evleri basılır olmuş, anam zırt pırt jandarma karakoluna götürülüp benim nerede olduğumu söylemesi için baskı altına alınmıştı. Gizlice ziyaretine gittiğimde “yavrum ne gavur şeymiş bunlar, bunların ettiğini yunan etmez” demişti demesine de hala ne olduğunu anlamaktan da uzaktı. Bu takibin sonuçlanması ile Üniversite hayatı başlamış, anamın oğlu “ tokturluk” mektebine girmişti. Anam “Allah o günleri bir daha göstermesin” duasını diline pelesenk etmişti ama anam için felaketin büyüğü kapıdaydı. Nedendir bilinmez ama oğul “tokturluk” mektebini bırakmış, öğretmenlik mektebine gelmişti. “Olsundu, bu da iyiydi, öğretmen çıkar kardeşlerine yardım edersin” diye de bir parça avuntuyu yüreğinde hep serin tutmuştu. Olmadı işte, öğretmenlik mektebinde de oğlu hapse atılmış, gazeteler, radyolar oğlunun anarşist olduğunu bangır bangır bağırmış, dostlar üzülmüş, düşmanlar bıyık altından güler olmuştu. Köylülerimiz de kinayeli kinayeli anamın kulağının dibinde “yazık oldu, asacaklarmış” gibi laflar eder olmuşlar, “zaten babasız büyüdü, ne olacak gobel” laflarını da uzaktan uzağa anamın kulağına aktarmışlardı.
Gün oldu, devran döndü, onca yılın ardından mahpusluk hayatı bitti. İçeri bir cehennem, dışarı bir cehennem… İş yok, aş yok… Anam, bir iş tutmam için sattığı tarlanın parasını verdi, eğri bacaklı Skoda kamyonetin hikâyesi de burada başladı. Ver ilini Haymananın, Polatlının Türk-Kürt köylerinde sebze meyve satıcılığı… Birlikte çalıştığımız Muharrem amca “hoca diye hitap ediyor da köylüler neremin hoca olduğunu anlamaktan uzak, Muharrem amcamın “hoca” hitabına bir anlam veremiyorlar… Artık satış yaptığımız otuza yakın köylerde adım da hocaydı… Hocanın arabası geldi, hocanın arabası gitti… Köylüler bize, biz köylülere alışmıştık. Hangi köye gitsek elimizi teraziye vurmuyor, köylüler kendileri alıyor, tartıyor, ücretini bırakıyorlardı. O gün akşamüzeri uğradığımız köyün duvar dibine indirdiğimiz sebze meyve kasalarını toplamamız için Muharrem amca komutunu verdi, “ Hoca kasaları toplayalım, geç oldu”… Uzaktan yanımıza yaklaşan yaşı yetmişlerde, bacağında şalvar, ayağında lastik ayakkabı, başında eskimiş şapkasıyla köylülerden biri gülerek meraklı bakışlarla ” sana niye hoca diyorlar” sorusuna Muharrem amcam istifini bozmadan sinirli sinirli “ o öğretmen” deyiverdi. Gerçekten Gazi Yüksek Öğretmen okulunu dışarıdan girdiğim sınavlarla bitirmiştim ama öğretmen olarak tayinimin yapılacağını bekleyecek kadar saf, salak olamazdım. Yaşlı köylü amcam “oğlum bir dahaki gelişinizde misafirim olursanız sevinirim” deyip cevabımızı beklemeden geldiği gibi uzaklaşmıştı. Bu yaşlı amcamda insanı çeken, adını koyamadığım bir şey vardı, tevazu, incelik… Ertesi gün öğlen sonrası Muharrem amcanın “ yahu o köye daha dün uğradık, alacaklarını aldılar, satış yapamayız” itirazına rağmen öğlen geçerek o köye gittik. Köy neredeyse boş, herkes tarlasında, bağında… “Sebzeci geldi, sebzeci” geldi anonsu hoparlörden köyü inletiyor. Beklediğim gibi yaşlı köylü amcam sokağın başından göründü. Hoş beşten sonra arabayı kendi evinin kapısının önüne çekmemizi, çocuklarının gelen giden ile ilgileneceğini söyleyip bizi çay içmeye davet etti. Muharrem amcam hoşnutsuz bir yüz ifadesiyle “ ben arabada kalacağım siz gidin” dedi. Yağmurdan, sıcaktan tahtaları eğri büğrü, eski, büyük ve azametli dış kabının açıldığı geniş avludan taş merdivenleri çıkarak eski, temiz kilimlerle örtülü balkona oturduk… Kızları gelinleri çay getirdiler. Benim asıl merakım bu amcanın kim olduğu… Kalp kalbe karşı derler ya yaşlı köylü amcam da benim kim olduğumu anlamaya çalışıyormuş… Bunu yıllar sonra ziyaretine gittiğimde söylemişti… Sonraki günlerde o köye uğramak için Muharrem amcanın altından girer üstünden çıkardım. Israrıma dayanamaz boynunu “ lahavle” çekerek bir sağa büker, bir sola büker köye gererdik. Artık önceden planlanmış bir davranış gibi muharrem amca arabanın yanında kalır biz köylü amcamla evine gider, sohbet ederdik. “Eee, daha daha ne var ne yok” ile başlayan sohbetimiz derinleşmiş, ciddi tartışmaların eşiğine gelmiştik. O gün “dönmeni gerektiren bir işin yoksa burada kal, laflarız” demişti de bana belki de farkında olmadan merakımı giderecek istediğim fırsatı vermişti. Neden öğretmenlik yapmadığıma ilişkin merakını gidermekle köylü amcam sohbet kitabının ilk sayfalarını da açıvermişti… Kendisi Eski bir Komünistti, bir çok kez tutuklanıp hapis yatmıştı. Hastalanınca örgütsel faaliyeti yürütemez hale gelmiş, köye yerleşmişti. DDY görev yapmış… Sonra işten atılmış derken mahpusluklar peşini bırakmamış. Köyde daha rahatmış, zaman zaman durumu kontrol için gelen “ziyaretçileri” galiba “köyünde uslu uslu oturuyor” raporu vermiş olacaklarmış ki değip dolaşan yokmuş. Zaten de yaşı seksenlere dayandığı için kimse bir şey beklemezmiş… Hangi örgütten yargılandığım, dünya ve devrim görüşüm hakkında can kulağıyla, zaman zaman gülümseyerek, başını sallayarak dinledi beni. “Siz inanmış, yiğit insanlarsınız, gıpta edilecek kadar gözünüz pek… Yalnız…” Sözünün arkasını getirmedi. Ben devam ettim bu kez…”Yalnız…”. İstersen devam etmeyelim dedi, seni üzebilirim… “Sefer amca dedim, senin vurduğun yerde gül biter, bir tek kelimeni bile eğip bükmeden söyle, koca bir çınarın gölgesine ihtiyacımız var”…Gülerken küçülen gözleriyle dikkatlice yüzüme baktı, kalkıp alnımdan öptü. “Gel” dedi. Burası benim mahremim. Gelen yoldaşlarla burada buluşuruz, fikir alışverişi yaparız. Evin balkonundan derme çatma ağaç köprüden girdiğimiz yer altı geçidinden geniş, yüksek tavanlı saman kokan, yer yer sıvası dökülmüş duvarlarından kerpiçlerin göründüğü yapıya girdik. Girişte ağaç bir masa, çapraşık sandalyeler… Dehlizin sonunda küçük bir kapı… Kapıyı açmasıyla el yapımı tahtadan yapılmış akıl almaz zenginlikte bir kütüphane… Yeni baskıların pek az yer aldığı kütüphanede kitaplarının çoğu eski baskı… Marksist literatür eksiksiz. Bilmediğim, adını da duymadığım bir yığın kitap… Kapitalin almanca baskısı… Dört dil bildiğini söylemesiyle ağzım açık kaldı… Şimdi beni iyi dinle dedi, amacım seni üzmek değil.
“Sınıf mücadelesi yaşamın atar damarıdır. Onu doğru anlamaya beyin, gereklerini yerine getirmeye yürek, burjuvazinin hinliğini anlamaya da zeka gerekir. Karşı devrimlerin muhatabı, faşizmin hedefi olduk. Burjuvazi saldırdıkça amentümüzden kuşkuya düşüp sağa sola sallanmaya başladık. Bu onların istediği bir şeydi, her defasında amaçlarına böylelikle rahat ulaşmalarının sebebi onların çok güçlü olmaları değil, bizim amentümüzü şaşırmamızla ilgili. Birçok yoldaşımla yolarlımız ayrıldı, yılların mücadelesinin içindeydik, bu gün birbirimize selam vermiyoruz. Şimdi sen herkese özgürlük, herkes için demokrasi, herkes için örgütlenme özgürlüğü diyorsun. Merak etme zaten onlar her şeyi üste koyuyorlar, gün gelecek bu günleri arayacağız. Belki benim ömrüm vefa etmez ama sizlere üzülüyorum, onlar sırnaşık sarmaşıklar gibi birbirlerine yaslanıp gelişirlerken siz ne yapıyorsunuz… Sınıf mücadelesi senin benim seçimim değil, burjuvazinin önümüze dayattığı, bizim de gereklerini yerine getirmekle yükümlü olduğumuz insanlığın önüne dayatılan bir görevle karşı karşıyayız… Harekete, eyleme bilim yol gösterirse başarılı olur. Herkesin içinde kim var, sınıfsal farklılıklarla karpuz gibi bölünmüş bir toplum homojen bir varlık mıdır da hitap etmen gereken hedefi bulandırıyorsun. Sınıf mücadelesinin kavramlarıyla düşünüp hareket etmiyorsan burjuva sınıfının bilerek ya da bilmeyerek yanında oluyorsun, ona güç katıyorsun demektir. Öyle bir devrimcilik görevi moda edildi ki içinde kapitalizm yok, emperyalizm yok, emek sömürüsü yok, emek sermaye çelişkisi yok, devletin niteliği yok… Bunlar olmayınca ne dediği belli olmayan bir faşizm tanımı çıkıyor ortaya… Sınıf mücadelesinin kavramlarının yerine çevrecilik, yeşilcilik, doğacılık, feminizm, ulusalcılık, etnikçilik bilmem ne hakları gibi kavramlarla bilerek bilmeyerek bilinç bulanıklığı yaratıyor, dincileri mağdur gösterip onun adına da özgürlük istiyorsun, örgütlenme hakkı istiyorsun, kapitalistleri sivil toplumcu yapıyorsun, faşistlerle uzlaşıyorsun. Sanki onların sana ihtiyacı varmış gibi… Bunun adına da devrimcilik diyorsun”…
İki bin onaltı yılının 15 Temmuzun sıcak yazında darbe olaylar yaşanırken, yıllarca birbirine omuz vermiş, destek olmuş, birbirinin koynunda büyümüş dinci iki grup arsındaki bilek güreşinin bu ülkeye verdiği zararı düşünürken aklıma Sefer amcayla yaşadığımız yıllar öncesinin anıları takıldı, kaldı… Bu iki gerici güruhun gelişip serpilmesinde sol adına, ilericilik ve demokratlık adına seyirci kalmanın ötesinde çeşitli gerekçelerle destek olmanın vebalini omuzlarımızda hissetmenin zamanı şimdi değilse ne zaman?
Gerçekten o günleri arar olduk Sefer amca…. Işıklar içinde uyu….