Gün ağarmadan

Nasıl ve nerede başlardı hayatlar… Mesela nüfus cüzdanınızın hanelerinde doğum gününüz ay ve yılıyla yazılardan mısınız? Yoksa ilk nüfus cüzdanını ilk mektebe kaydolurken mecburiyet nedeniyle köy muhtarının arada beş on yaş farkı olanların tümünü günü, yılı, ayı aynı tarihli yazdırılanlardan mısınız? Mesela anneniz sizi dizinin dibine yatırıp masum, ak pak yüzünüzü seyrederken doğum sancısının hangi eş dost sohbetinde ansızın bastırmasıyla, komşunun arabasıyla filanca özel hastaneye nasıl yetiştirildiğini, dünyaya attığınız ilk çığlığınız duymanın mutluluğunu anlatırken sizin de annenizin nur yüzünü hayran hayran seyretmenizden daha insani ne olabilir ki… Ya da o güne değin hiç merak edip dikkatinizi çekmemesine rağmen şöyle kemale erdiğinizde, annenizin yaşlanmadan yaşlanan, yanaklarına derin çizgilerin oturduğu, yüzüne,  yer yer ak düşmüş saçlarına dikkatlice bakarken ve gözünüz kayıp küçücük narin ellerinin nasıl da böylesine yıpranmışlığı boğazınıza düğümlenirken hiç renk vermeden, şamata havasıyla, içinizde gidermek istediğiniz bir merakla  “ yahu ana beni zaman doğurdun”  yarı şaka havası verdiğiniz latifenize “ yavrum, kuraklık yılıydı, ırgatlığa yeni giriliyordu, akşam koyunları sağarken birden bire tuttu meret” cevabıyla moraranlar sınıfından mısınız?

Doğum günlerinizde mesajlar, kutlamalar “iyi ki doğdun” kutsamasından kendinize düşen hatırlanma payıyla mest olur musunuz?  Niye olmasın canım, “doğum günümü kutlayan bütün arkadaşlarıma, eşe, dosta ve hatırlanma anısına verilen hediyelere teşekkür etmenin” hatta “ eş dost arasında” bu mutlu günü iki kadehle parlatmanın verdiği mutluluktan kendimizi niçin mahrum bırakalım ki…

Diyeceksiniz ki ne var bunda kaçık herif, neye taktın yine, durup durup hayıflanacağın bir şey bulmaktan başka işin yok mu senin… Yok, valla hiçbir kötü niyetim yok, isimli isimsiz, ne zaman dünyaya ilk çığlığını attığı belirli, belirsiz kimselerle ne işim olur ki… Muradım bu da değil zaten, niye takayım ki…

Doğrusunu isterseniz köyde geçen çocukluğumuzda öyle doğum günü filan bilmezdik, kimse kimsenin ne zaman doğduğunu da merak etmezdi. Köyde bizden büyükler ve bizden küçükler vardı… Bir yaş büyük olanlar büyüğümüzde, ellerinden öperdik, bir yaş küçüğümüz küçüktü, gözlerinden öperdik… Tabi aynı yaşıttaki kadın, kız ve erkekler aynı kategoriye tabi olmazdı… Ellerinden öptüğümüz yaşlı kadın ve erkek olabilirdi ama gözlerinden öptüğümüz asla kızlar olamazdı… Nasıl olsun ki, bir evin kızının gözlerinden öpmek belalardan bela, ölümlerden ölüm beğenmek demekti… Hiçbir kızın gözlerinden öpülerek büyüdüğün hatırlamıyorum…

Mesela ben ilk “doğum günü” sözünü duyduğumda “nereden biliyor lan bunlar doğduğu günü” diye de dehşetli merak etmiştim. Meğer benim gibi köy kökenli olanların dışında bütün kasaba ve kent kökenli arkadaşlarımız doğum günlerini günü, ayı ve yılıyla bilirlerdi. Birkaç kez çağırıldığım doğum gününe çok önemli mazeretler bildirerek gitmemiştim. Doğum günü kutlamasında ne yapılır, nasıl davranılır bilemenin mahcubiyetini yaşamaktansa “işi var, gelemem” demek bir kurtuluş yoluydu… Yakın köylüm bir arkadaşım kasaba, kent kökenli arkadaşlarımızla aşık atmıştı da, bizi doğum gününe çağırmıştı. Oysa aynı kumaştan dokunmuştuk, alttan alta birbirimizin doğum gününü sorardık da kimisi yan gözle bakarak “ lan oğlum ne doğum günü, siktir ol git başımdan” gibi terbiyesini bozmadan terslerken, kimileri de sektirmesiz gün, ay ve yılıyla söyleyiverirdi. Salladığını bilirdik,  bizi alırdı bir gülme… İçimizde en matrağı da Halil’di. Halil piç, fırlatma, kompleksiz birisi… Lafına laf mı yeter… Akşamüstü ders çıkışında bizim Cemal Halile doğum gününü sormuştu da Halil “bacınla aynı gün doğdum, bacına selam söyle” deyivermiş, Cemal bu ağır göndermenin altında elini kolunu nereye koyacağını şaşırmıştı…”Vay sen benim bacıma”…

Çocukluğumda yaşayıp duymadığım doğum günü hikâyesi, kasaba ve kent yaşamımda olağan dışılığını yitirmiş, sıradanlaşmıştı. Doğrusu, bu sıradanlaşan ayrıcalığın şaşaalı, tantanalı kutlanmasını pek hazzetmedim, bana yakın da gelmedi…

Yaşamımda bütün kamusal işlemler bizim köyün muhtarının aldığı nüfus kaydındaki tarihe göre yapıldı. Bir baltaya sap olmam için gittiğim okullara kayıtlarımız da, yolda belde polis çevirmelerinde kimliklerimiz de bu nüfus cüzdanındaki doğum tarihlerine göre işlem gördü.  Savcılar iddianamelerini bu kayda göre hazırlayıp “ otuz yıldan müebbet hapis istemeye varan ya da tam asılacak yaşta” olduğuma dair kesin kanaat sahibi olmalarına bu kaydı gösterdiler… Demek ki nüfus cüzdanımdaki doğum günümün gün, ay, yıl olarak yazılması o kadar önemliydi. Hata o kadar önemliydi ki şayet bu kayıtlar düzeltilerek, yaşınız büyütülerek asılmanız gerekliyse yaşınız büyütülür ve asılırdınız. Erdal’ın yaşının büyütüldüğüne ilişkin gazete haberlerine bir anlam verememiştim, meğer Erdal daha çocukmuş da, asılacak kadar büyümemiş de yaşını büyütüp asmak gerekliymiş. Öyle de yaptılar, gün ağarmadan… Kendimizi devlet yerine koyup onların insan olduğundan şüphe de edemeyiz ki… Film repliği gibi…”Aganın pokunun üstüne pok konulmazdı ki”… Allah Devlete zeval vermesin… O günlerde hiç birimiz diğerinin doğum gününü sormayı aklımıza bile getirmedik. Bizim koğuş idamlıklar koğuşu idi… Doğum gününün ne önemi vardı ki, yaşınız küçükse nasıl olsa bile büyütürler öyle asarlardı. Zaten tümümüz asılacak yaştaydık… İdamlıklar koğuşunda herkes gırgır şamata içinde sırasının gelmesini beklerken, nüfus kayıtlarında doğum günü bilinenler de bilinmeyenlerde aynı bekleyişin yolcularıydık. Haydin kucaklaşalım, fırlatıp atalım şu nüfus kayıtlarımızı…

Benim aklım zaten sonradan gelir… Bu ne iştir diye şaşkın şaşkın düşünürken yıllar önceki Vietnam’daki bir fotoğraf karesi gelip gözlerime oturdu. Bir Amerikan generali esir aldıkları bir Vietnamlı komünist militanı alnına silah dayayıp infaz ederken olayı görüntüleyen bir gazetecinin “ o daha çocuk” diye çıkışması üzerine Amerikan generali “ hayır diyordu, tam öldürülecek yaşta”… Vallahi adamlar haklı. Dünyanın neresinde olursa olsun, doğum tarihleri ve yaşları ne olursa olsun bütün komünistler ister alınlarına silah dayayarak ister idam edilerek öldürülme yaşındaydılar. Zaman ilerledikçe cellatlar mesleklerini eksiksiz ve mesailerini tam gün yapmak için malzeme kıtlığı çekmiş olmalılar ki bu kez öldürüleceklerin listesini genişlettiler. Şöyle aynaya baktığınızda insanım demeniz, leşin kokusundan burnunuzu kıvırmanız yeterli sebepti. Kıdemli cellatlar, paralı katiller işlerini gün ağarmadan görürlerdi… Pusular gün ağarmadan kurulur, darağaçları gün ağarmadan kurulur, toplu infazlar gün ağarmadan kurulur, toplu mezarlar gün ağarmadan açılır kapanır…  Mesleğin incelikleridir bunlar…

Gün ağarmadan çıkar yola Haramilerin kervanları.

Gün ağarmadan başlar ölüm sessizlikleri… Yine kimin kanlı gömleği asılacaktır mızrağın ucuna…

Daha… Daha… Bu çarkın dönmesi için dişlilerinin daha çok kan öğütmesi gerekliydi… Sırada kim varsa… Şehirler gün ağarmadan bombalanıyor, yersiz yurtsuz bırakılan insanlar gün ağarmadan ülkelerini terk ediyor, denizlerin fırtınalı dalgaları gün ağarmadan kudurup kaçak göçmen teknelerini gün ağarmadan alabora ediyor. Çocuk cesetleri de gün ağarmadan kıyılara vuruyor… Nüfus cüzdanlarındaki doğum günlerine bakılmaksızın…

Daha… Daha… Sıra berrak sularıyla derelere, rüzgâr uçuşturan ormanlara, tepelerinde keklik seken dağlara geldi… Nüfus cüzdanlarındaki doğum günlerine bakılmaksızın…

Gün ağarmak üzereydi.

“Güzel anacığım beni ne zaman  doğurdun”

“Sus, gâvurun pici,  duyacaklar”

Ellerini yüzümde gezdir anacağım, saçlarımı okşa sessizce, ne olur…

Korkuyorum…

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.