Haziran Sendromu

Kasvetli, uzun kış gecelerinin birbirine benzeyen, birbirini tekrar eden usanç verici gecelerinin solgun renkli, uyuşuk, iğreti mekânlarında gördüğünüz bir düş’ün görülmeye değer, şöyle ayaklarınızı yerden kesip sizi kanatsız uçuracak bir düş olmadığının farkında bile olmazsınız, bu düşün öylesine yabacısısınız, öylesine uzaksınız ki insan olmaya böyle bir düşü özlemeye, her bir ilkelliği tıka basa doldurduğunuz “fıtratınızda” yeriniz de kalmamıştır. Dilim sürçüp “bilirsiniz bilmesine de” diyecektim ama aslında bilemezsiniz, bilmek size göre de değildir alsında. O yüzden rahatsınızdır kendi içinizde, bok böceğinin bokun içinde rahat olduğu kadar rahatsınızdır. “Olmam gerektiği burası işte, nihayet” dedirtecek bir düşün nerede filizlendiğine aklınız da pek ermediğinden “elde olanla yetinmenin” tevekkeline sığınıp ertesi gecenin korkuyla karışık endişelerinizi harmanlayan iç karartıcı uykularınıza hazırlanmaktan başka ne gelir ki elinizden… Korkak bir ikonun korkutan müritleri olmak hazzını yaşayın korka korka….

Ellerinizi çekin çocukların üzerinden, korkutuyorsunuz…

Mevsiminiz mütemadiyen kıştır, baharınız olmayacak hiç. İçinizdeki yalnızlığın aleviyle kuşattığınız sokakları tanımıyorsunuz, kaldırımların baharı kara bir leke gibi otururken yüzünüze o aptal, silik, bön bakışlarınızı çekin yaşama baharı taşıyan kadınların üzerinden. O sivri tombul yanaklarınızdan sarkıttığınız mübarek sakalınızla altı yaşındaki kızların kâbusu oluyorsunuz.

Bakışlarınızı çekin kadınların, kızların üzerinden, korkutuyorsunuz.

Sokaklara sığmayan nefreti sığdırdınız mundar kalplerinize… Nereden gelip nasıl türediniz, bu yaşlı, sabırlı dünya yaşam nimetlerini size sunacak kadar cömert ise mutlak bir bildiği olmalı… Belki de Azrail surunu üfürdüğünde bütün gemileri yakacak, size gemisinde soyunuzu sürdürme fırsatı verecek bir Nuh Peygamber de olmayacak… Kaygısız bir çift göze, öne eğilmemiş bir başa, yanaklara yansıyan bir çocuksu gülümseyişe ne kadar uzaksınız… “Durumdan memnun olmanın” ne kadar haysiyetsiz ve ucuz olduğunu, içinde insan barındırmadığını anlamanızı bekleyen de kim?. Neden gözlerinizde hiç zeka pırıltısı yok?. Bu halinizle pek insana benzer bir yanınız olmadığını söylese biri size, korkaklığınızın hımbıllığına küfrün cesaretiyle cevap verirsiniz, öyle mi?

Kümese dalmak için şarkı söyleyen tilkiler gibi de kurnazsınız. Hani hayır hasanet adı altında öylesine çok tavuk eti indiriyorsunuz ki midenize, “yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, doyunca tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin”. Yüzü traşlı, boynu kravatlı tayfalarınızın “oğlan çocuğu” iştahı da bir başka âlem. Örtün üstünü, kimsecikler duymasın… Ne kadar da çok benziyorsunuz birbirinize, tanrı bir prototip olarak yaratmış olmalı sizi, maşallah soyunuz bir, sopunuz bir, zevkleriniz tıpatıp aynı. Kiminiz altı yaşında kız çocuğu, kiminiz on yaşında erkek çocuğu… Merak etmeyin, “ utanmıyor musunuz” diyecek kadar saf değilim, utanmak insana özgüdür, sizler bundan muafsınız. Rahmetli anam yaşasaydı sizin için en kestirme tarifi yapar “bunlarda da hiç meymenet yok, adama benzer bir yanları mı var kele anam” derdi.

Çocuklar sizi görünce öcü görmüş gibi gözlerini kapatıyor, korkutuyorsunuz onları.

Uykudan uyanır uyanmaz perdeleri açmak için pencereye koşarsınız. Nefes nefese koştuğunuz pencerenin uzaklığı aslında iki adım olmasına iki adımdır, yataktan şöyle bir silkinip elinizi uzatsanız, perdenin ibiğinden tuttuğunuz gibi her gün kaldırımlarını eskittiğiniz sokak gözlerinizin önüne serilecektir. Arap atlar uzak eyler ırağı, öyle mi? Siz, tevekkel duvarlarında tüneyen sinekler gibi vızıldayarak, sözlüğünde, dilinde hiçbir “hayır” barındırmayan yapışkanlar, o uzun kış gecelerinin endişe dolu, bıktırıcı, korkuyla karışık, afallatıcı, sersemliğinden sokağın kışkırtıcı, yaşam dolu rengârenk albenisine atacaksınız kendinizi, öyle mi?

Besili, tombul kollarınızla yırtarcasına asıldığınız perdeler bir türlü açılmaz, siz asılırsınız onlar asılır, siz asılırsınız onlar asılır… Açılmazlar bir türlü, dişe diş boğuşursunuz, siz inat edersiniz onlar inat eder, direnir. Pes edersiniz sonunda, umutsuz bir tükenmişlikle yüzünüzü odaya dönersiniz, dışarıda pırıl pırıl ışıtan güneş odanıza girmez, rüzgar şöyle bir göğsünüze esmez, günün aydınlığı alnınıza düşmez… Karanlık… Oda karanlık, kalpleriniz gibi karanlık, kalpleriniz kadar karanlık… Sizinle çoktan selamı sabahı kesen güneşin, rüzgarın, aydınlık havanın yani hayatın size söyleyebileceği bir şeyleri yoktur, sizinle çoktan yollarını ayırmıştır. Eh ne yapalım, elde kalanla idare ediverin, avanelerinizi yardıma çağırırsınız.

Sokaklar beyninizin, kalbinizin kirleriyle kirlenmek istemiyor, sokaklardan ayaklarınızı çekin.

Size hiç duymak istemediğiniz bir haberim var. Bu sabahın güneşi Hazirana doğacak. Yarın Haziranın ilk günü… Haziran dedimse korkmayın canım… Yani sokaklar cıvıl cıvıl, meydanlar bayram yeri demek istedim. Milliyetini, dilini, dinini, rengini sorgulamaksızın bütün insanlar, bütün çiçekler, böcekler, ağaçlar, bütün canlılar, cansızlar ekvator etrafında dünyayı çember içine alıp el ele omuz omuza barış zinciri oluşturacaklarmış, bombalara, savaşlara, ölümlere, açlıklara karşı… Ne o öyle, pek mi canınız sıkıldı, güneş görmüş yarasalar gibi kaçacak karanlıklar aramaya başladınız…

Haziran naziktir, narindir, naiftir ammaaa… Haziranları korkutamayacaksınız…

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.