Mahşerin Atlıları

Bugün Pazar… Hafta içinin hummalı koşuşturmalarından, Cumartesinin “yarın yazarım uyuşukluğundan” fırsat bulup yazamadığım ve dergi yönetiminin gittikçe artan nazikçe uyarılarını, muhtemelen aldırmazlığıma “la havle” çekerek “yetti artık ulan, yazacaksan yaz artık” sabır sınırlarını daha fazla zorlamadan yazı makinesinin başına oturdum. Pazar yazısı yazacağım… Etliye sütlüye karışmadan, elin üç oğlağına beş keçisine kafayı takmadan, fincancı katırlarını ürkütmeden… Ve de zülfü yare dokunmadan…Hani Nazımın “ toprak, güneş ve ben… Bahtiyarım” türünden… Siyaset, politika, ekonomi, savaş, göç, kadın cinayetleri “ şeylerini” eline alıp nereyi bulurlarsa oraya “sokmaya” teşne âlimlerin, henüz cinsiyetlerinin farkında bile olmayan oyun çağındaki kız çocuklarının gülüşlerinde günah arayan, oğlan çocuklarıyla halvet etmeyi meslek edinmiş, bir kere ile bir şey olmazcıların okumuş, okumamış, cahil ya da ulemanın sıyrıklıklarının da bu yazıda yeri olmayacak… Valla benden bu kadar, ister beğenin okuyun, isterseniz gülün geçin… Ey okur, umurumda bile değilsin ve olmayacaksın…

Serin Nisan akşamlarının dar akşamüstü… Güneşin batarken sanki bana hep yeryüzünden ayrılışının hüzün işaretini veriyormuş hissi yaratan kızıllığından gözlerimi ayırmadan şehrin kocaman daireyi andıran caddelerinde tur attım, açık havada çay içip sohbet eden kadınlı erkekli, büyüklü küçüklü cıvıl cıvıl kalabalıkların arasından geçtim, falezlerin üstündeki parkı özellikle gezdim. Akşamsefalarının mis kokularına alışıktım da, yeni açmaya başlamış iğdelerin çıldırtan kokularından bir tür ayrılamadım. Sanki ansızın ve hiç beklenmedik bir anda bir pusuya düştüm de üstüme üşüşüverdi iğde kokuları, beynime pranga, anılara ters kelepçeyle karga tulumba sarıp sarmaladılar. İyi koşarım, iyi de yüzerim de nasıl olduğuna akıl erdiremediğim bu iğde kokuları denizinde çırpındıkça dibe batıyorum, mis kokuların dalgalarında kayboluyorum, imdat diye bağırmayı da yediremiyorum kendime. Kurtul kurtulabilirsen… Nereye dönsem o kokular, nereye baksam rüzgârda salınan iğde dalları…

Hava kararmaya başladı, sokuldum iyice ağaçların içine. Kocaman bir Çınar ağacının bir yanında orta boy iğde ağacı, diğer yanında küçük, çelimsiz bir hayıt. Hayıtın bir Akdeniz bitkisi olduğunu burada öğrendim. Ellerim iğdenin dallarında, hayıtın yapraklarında geziniyor, çınar o kocaman gövdesiyle kaç eşkıyayı gizledi duldasında kaç yorgunu dinlendirdi gölgesinde… “Sadece zamana mı kafa tuttuğunu sanıyorsun” diyorum, iç geçiriyorum.

 

Bütün gövdem tekmil oradayım. Ellerim, ayaklarım, bacaklarım, kollarımla, ağzım ve burnumla o an sanki hatıra bir fotoğraf çektirmek için özenle poz vermiş, rüzgârda İğde dallarının ve hayıt yapraklarının sallandığı, çınar ağacının kıpırtısız durduğu Akdeniz noktasında bir nokta kadar ufacık bir yer tutan küçük parktayım. Park, küçük olmasına küçük de, çınarın gövdesi kocaman, hayıtın yapraklarının salınışı büyüleyici, iğdenin kokusu ayaklarınızı yerden kesip sizi gökyüzüne uçuracak kadar çılgın. Beynimi yokluyorum… Şimdiye değin hep var olup olmadığından, taşıyıp taşımadığımdan pek emin olmadığım beynimi… Beynim yerinde yok… Olağan bir hal diyorum, “beyinsiz herif, ne halt etmeye geldin buraya, gördün mü gününü. Oysa sen bugün gününü gün edecektin, geçmişe, şimdiki zamana ve geleceğe dair dağarcığındaki, kalbindeki, kendini bir halt sanan beynindeki bütün tutulmuş kayıtları silecektin… Gel keyfim gel, nerede akşam orada sabah… Rahatlık battı değil mi, sen adam olmazsın…”.

Ben adam olmam. Beynim her zamanki oyununu yine oynadı. Hayır, o oynamadı, ben rahatsız olmadan rahat edemeyen salağın biriyim. Onun oynamasını ben istedim, ben izin verdim. “Dangalak herif diyorum, şimdiye kadar zaten bütün yaşamın da bu değil mi?”.

İstediği yere getirdi beni. “Gündemin yüklü diyor”. Şaşkın şaşkın bakıyorum, bu da nereden çıktı”.

Arsız, pis bir gülümsemeyle sırıtıyor. “Sen polis baskınlarından kaçarken şimdi sana sunduğum gündeme doğru kaçtığını bilmiyor musun?”. “ İşte gündemin”. Alnımdan ter damlıyor, soğuk soğuk terlediğimi fark ediyorum…

“ Yahu kardeşim ne zamandır ha bu yazın, ha gelecek yazın deyip duruyorsun, atlatıyorsun beni. Bu yazın da gelmezsen, ben gelip alıp getireceğim seni, kaç yıldır görüşmüyoruz, özledim seni, hem konuşacak çok şeyimiz birikti”.

“Haa, evet diyorum, Paris’te hayat güzeldir. Ben de seni çok özledim, söz, bu yazın seni bıktırıncaya kadar oradayım, ona göre. Bir de tavla oynayacağımız bir kahve bul, iki mars bir ters”… Gülüşüyoruz. Uzunca bir sohbet… Burada, Türkiye’de yapılması gerekenlere ilişkin öneriler, ne düşündüğüm… Sık sık görüşüyoruz. Hasta olduğunu biliyorum, biliyorum da yapılacak o kadar yarım bıraktığımız işimiz var ki, bu iş güç arasında “ Ya ibo diyorum, bunca yarım bıraktığımız işimizi varken hastalık da nereden çıktı… Çabuk iyileş, bir daha da kaytarmak için hastalık filan lafı etme…”. İyiyim diyor, iyiye gidiyor…

Endişeliyim. Beribenzer rahatsızlığı hastalık diye takacak, doktora gidecek biri değil… Eşim aradı, İbrahim vefat etmiş… Şaşkınım, ne diyeceğimi bilmiyorum… Arkasından arkadaşlar aradılar. Sesleri kırılgan… İboyu kaybettik… Elim ayağım buz kesti. Doğru olmamalı, birisi doğru değil demeli… İlgili ilgisiz birilerini arıyorum, şaka lan desinler, ibo ölür mü hiç desinler, ben de “lan sizin şakanızı sinkaf ederim, hıyar herifler bu nasıl şaka” diyeyim. Yalan söyleyecek birilerini bulamadım. Zehir zemberek bir acı… Hayat, dayanacaksın dedi.

Aradan onbeş gün geçti geçmedi… Kaçaklık günlerimde, onca riske karşın hiç gocunmadan, maddi manevi bütün gerekleri sevecenliğini, şakacılığını bırakmadan çok olağan bir iş yapıyormuş gibi yerine getiren Mahmutun ölüm haberi geldi… O günlerden tanışırlardı, galiba İbo ile Mahmutu Çerkez Hayrullah karşılamıştır. “Yoldaşlar demiştir, zebaniler sadece geldiğiniz dünyanın belası değil, burada da başımızın belaları…”. “Aramıza hoş geldiniz. Şu kürsüdeki Bakunin, Marksla tartışıyor, Mülkiyet hırsızlıktır, Cenneti işgal edilmeli diyor. Marks, Cehennemin tümü proleterya, önce örgüt diyor. Şu taraftaki bizim delikanlı Deniz, Cehennemi ayağa kaldırıyor, Mahir o ağır başlı vakur tavrıyla Cehennemden çıkışın teorisiyle uğraşıyor. Şu sevecen müşfik bakışla gülümseyen Behice Boran…”

İmdat istercesine gözüne bakıyorum beynimin, yoruldum diyorum, bırak beni, gideyim.

Gülüyor. Sizinkiler Mahşere atlılar gönderiyor. Cehennemi Cennete çevirinceye kadar rahat yüzü görmeyi haram ettiler kendilerine…

“Hadi git diyor beynim, iplerinin benim elimde olduğunu unutma.”

Bir pazar yazısı yazacaktım, şöyle eğlenceli, matrak, keyfe keder…

Hay ben böyle Pazar yazısının içine tüküreyim…

 

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.