“ Bu köpeği bu alanda görmek, birisinin anama sövmesi gibi bir şey. Kendimi nasıl da çaresiz hissediyorum, sanki bütün atmosfer üstüme kapandı. Sanki ben bunu burada göreyim diye birisi kasıtlı olarak gönderdi miting alanına”…
Hava serin olmasına karşın alnında boncuk boncuk biriken terler yüzüne aşağı akmaya başlamıştı. Miting alanının dışına taşırken, elimden kaçabileceği endişesiyle belinden sımsıkı kucakladım, mümkün olan çabuklukta alanın dışına çıkarıp bir şişe su ile yüzünü yıkattım… Kastettiği kişiyi ve neyi kastettiğini biliyorum… Oralı olmadım. Kendini toparladı…
“Hayrola, ne bu halin?”…
“Görmedin mi kahpe kasığından çıkanı”
“Kim” dedim, “kimi görmedim mi”?
Ters ters yüzüme baktı. “Baksana orada işte” dedi, adını söyledi.
“Gördüm aslında dedim, görmezlikten geldim. “Ama senin bu denli kendinden geçercesine bu yavşağı ciddiye almanı anlamıyorum”… “İyi öyleyse dedi, bir dahaki sefer boynuna madalya takalım, ihanetini gizlemesine yardım etmiş oluruz, keriz yerine konulmak o kadar da kötü değilmiş demek ki”… Onu o atmosferden uzaklaştırmak için lafı habire başka yerlere çekmeye, konuyu dağıtmaya çalışıyorum… Başaramıyorum, göz ucuyla yüzündeki ifadeyi süzüyorum. “ Vay be diyor, adamdaki cesarete bak”… Dayanamıyorum “sen bir aptalsın diyorum”… Ansızın başını çevirip yüzüme bakıyor, “ne demek oluyor bu şimdi” der gibi… Dinle diyorum öyleyse, niçin aptal olduğunu söyleyeyim. Bu adam bu tür yerlere kendi isteği ile gelmez, malum kişiler tarafından gönderilir. Bizden birilerine yanaşır, sohbet eder, yem atar, sözüm ona mitingin coşkusunu paylaşır… Oltayı suya atar, yemin oltaya takılı olduğunu bilmeyen balık yeme atlar ve ağa takılır… İş ağları çekmeye kalmıştır. Onlar da bir gece yarısı gelip ağa takılan balıkları toparlayıp afiyetle yerler… Buna balık akıllılık derler ve birileri bu balık akıllı devrimcileri “pek severler”!.. Demek ki daha bu pisliğin sıkılacak suyu var, tüm suyunu sıkmadan çöpe atmazlar. Bu birinci olasılık. İkinci olasılık, şayet sıkılacak suyu kalmamışsa meydana salarlar, bizlerden birisi gider, gırtlağını sıkar… Emin ol arazi olmaya vakit bulamayacaktır, çünkü simitçi, kokoreççi, ayakkabı boyacısı kılığındaki avcılarımız takiptedir. Çünkü bu da bir başka cins yemdir ve nasılsa bundan alacakları her şeyi almışlardır. Onlar için bu tür bok herifler yalnızca bir kadavradır, dirisini tepe tepe kullanmışlardır, ölüsünü de kullanacaklardır… Bir provokasyon ortamı yaratıp amaçlarına ulaşmak isterler… Bu kadar ucuz bir pislik için bir devrimcinin mücadeleden koparılması bağışlanamaz. Onlar bizim dışarıda halkın içinde değil, hapiste elimiz kolumuz bağlı olmasını pek severler, bu tür pislikleri de elimizi kolumuzu bağlamak için böyle kullanırlar… “ Şu bizim adam gibi…”. Bu aşağılık herifi hiç olmayacak bir yerde, herkesin gözü önünde köpek boğar gibi boğdum, ağzını gözünü dağıttım. Yahu adam, aradan bir ki ay geçince çalıştığım yere geldi, sanki hiçbir şey olmamış gibi… Düşünsene… Jeton o zaman düştü. “Ağa babaların seni bana yem olarak gönderiyor, seni boğarım. Git, onlar gelsin” dedim. Hani şu çay bahçesinde üniversiteli gençleri provoke ederken gördüğümüzde zat… Orda da aynı tepkiyi koydun. O yanlıştı, ama bu da doğru değil… Orada biz doğru olanı yaptık, gençleri uyardık. Çocukları görmedin mi, ellerinden biz zor aldık bu pisliği, kaçmak zorunda kaldı… Kusura bakma ama sen saman çöpüyle uğraşırken ormanı gözden kaçırıyorsun. Diyelim ki, gittin daldın, ağzını gözünü dağıttın, ne yani onu yalnız mı sanıyorsun, amcalar kesinlikle onun yakın takibindeler, hem de oradaki kitlenin dikkatini çekmemek, olası bir müdahaleyi önlemek için olaya “adli vaka” süsü verip, seni “asayişi bozduğun” makul gerekçesiyle önce mahalle karakoluna alacaklar, ardından nerede olduğunu kimse bile bilmeyecek, belki de artık hiçbir yerde olmayacaksın… Ne yaptın peki, adamların istedikleri tam da bu değil mi?. Şu mitingin örgütlenmesindeki çabanı düşün, emeğini, örgütleyicilik yeteneğini düşün…Bunca yılın deneyiyle tecrübesiyle hareket etmeyi öğrendin… Kitleye önderlik ediyorsun… Eee, bu dal uzadı, birilerinin gözüne batacak. O halde bu dal kesilmeli… Gel gör ki, bu dalı kesecek baltayı adamların eline kendin tutuşturuyorsun… Valla adamlar ağzının tadını biliyor, üstüne bir de kaymaklı kadayıf…. Artık onca yaşanan deneyden sonra bunu öğrenmiş olmamız gerekmez miydi? Aslolan, birilerinin çivili minderine çıkıp perdah atmak değil, kendi mücadele alanlarını, araçlarını, koşullarını yaratmaktır. Adamlar, kendi yarattıkları ortama bizi çekmeyi başardılar ve bizi gladyatörler gibi kendi arenalarında dövüştürdüler. Onlar bizi anadan üryan seyrederken biz onları buzlu camın arkasından tanımaya çalıştık. Nasıl, ne zaman, nerede dövüşeceğimize biz karar vermedik, bizi paramparça edecekleri arenaya çekip, üstümüze vahşi hayvanlar gibi saldırdılar. Şimdi vah, tüh ediyoruz. Vah tüh etmenin anlamı yok… Sınıf mücadelesinin geçmişi bu, geleceği de bu olacak…
“ Bilemiyorum” diyor, bunlar mı çok zeki, biz mi çok aptalız”?. “Geriye dönüp baksana bir” diyorum. Otuz yıldır binlerce kez bu soruyu sordum kendime, bunca emek, bunca çaba, gözünü budaktan esirgemeyen yiğitlik, cesaret… Onca acı, onca gözyaşı… Bu muhasebede bir yanlışlık yok, ama bağışlanmaz eksiklikler var, zaaflar var… Mücadele ettiğin güçleri tanıyıp bilememe var… Bu günkü sonuç bu olmayabilirdi, başarabilirdik. Ancak bilinen şu ki, istediğin kadar asli, ulvi duygularla mücadele et, en az boğuştuğun güçler kadar profesyonel değilsen sen bu mücadelenin galibi olamayacaksın demektir… Amatör takımların profesyonel liglerde başarı şansı olmayacaktır.
“Ama” diyor, konuşmasına fırsat vermiyorum. Söyleyeceklerini ben söyleyeyim: Hapishanede anlattığın olay: O eylemde tecrübe kazanması için bu iti yanına aldın. İş sen yaptın, o seyretti, zangır zangır titreyerek. Epeyce ses getiren bir işti, hatırlıyorum. Sizin grup ilk darbede yakalanmıştı. Birkaç kişi onun da adını vermişti. Polis bu kişiyi sana sordu, “eyvah dedin” yüreğin ağzına geldi. Bildiği epeyce şey vardı çünkü ürperdin. Polisin gözünde bu örgütün önemli adamıydın. “Haa, o mu? Dedin, “yahu adam karşısında üniformalı pavyon kapıcısı görse nutku tutulur, bayılır düşer, o kim devrimci olmak kim?” Polis de “siktir edin şunu yahu” demişti ve bu ite ilişkin konuyu hemencecik kapatmıştı. Oysa yaşanan öyle günlerdi ki, devrimcilere evinde bir bardak çay verenlerin Mamak’taki misafirlikleri(!) en az bir yıl sürüyordu. Onca işkence de cabası… Ama bu herifin bir “ siktir et” ile üstü kapatılıyor, ne aranıyor ne soruluyordu… Bütün ülke işkenceden geçirilirken bu paşama hiç dokunulmadı, karakola bile götürülmedi. Uzun tutukluluk günleri, ardı arkası gelmeyen uyduruk yargılamalar… Nihayet tahliye oldunuz… Bu kez itirafçılık furyası başladı… Yeniden kaptılar seni… O iş karşına çıktı… Kim biliyordu bu işi?. Bir o, bir de sen… Onca uzun yargılamalarda ortaya çıkmayan iş on yıl sonra karşına çıkıyordu… Üstelik sen yeniden yakalandığında bu herif de emniyetteydi… İşin sırrını çözdüğünü düşündün… Ama olayın derinliğine inmekte hala safsın. Keşke bununla bitseydi. Bu adam o zamanlar “kimin adamıydı”?. Bu “kimin adamı” sözünü bilerek kullanıyorum. Bir devrimci, kişiliği gereği kimsenin adamı değildir. O yalnızca mücadele adamıdır ama bu zat (X) in adamıydı. (X)… Eğer olayın bu kişiyle bağlantısını kurabildiysen yaşananlardan ders almışsın demektir… (X)in bunca pisliği tek başına mı yaptığını sanıyorsun, haa?… Adam gittiği ülkede diplomat dokunulmazlığı kazanıyor. Sen politik eylemlerin nedeniyle başka bir ülkeye kaçacaksın ve burada neredeyse bu ülkenin yöneticisi serbestisi içinde tiranlık kuracaksın… O ülke halkı bu adam kadar bu ülkede serbestiyle sahip değilse düşünülmesi gerekmiyor mu? Bizim kaz kafalı arkadaşlarımız yıllarca bu adama biat ettikten sonra bu adamın kaç tane devrimcinin yaşamıyla oynadıktan sonra bu pis yüzü nihayet görmediler mi?. Peki ama bu adamın da zamirini görmek için otuz yıla yakın zaman beklemek mi gerekiyordu?… Bu tiran yüzünden yaşamını yitiren devrimcilere karşı bu arkadaşların hiç olmazsa vicdani sorumlulukları yok mudur?… Hani devrimciler uyanık kimselerdi, uyanık olmak onlar için hayati bir meseleydi… Sen takmışsın bir bok böceğine, aman da aman….
Yüzünün hatları yumuşamış, sakinleşmişti… “Yani dedi bu (X)”… Evet dedim, bu (X), bu pislik, öbür pislik, bilumum pislikler… Sınıf mücadelesinde egemen sınıfların devrimci hareket içine saldıkları Truva atlarıdır. Truvalılar yiğit gözü pek savaşçılardı, ama Truva atını içindeki düşmanlarla birlikte kapıdan içeri sokanlar da onlardı. Truvalılar, Akha’lara yenilmedi, Truva atının sinsiliğine yenildi. “Sevgili arkadaşım diyorum, bizi de yenen ne faşizmin silahlı gücü, ne de resmi ya da sivil faşistler. Biz, kendimize yenildik.”. Senin gırtlağını sıkmak istediğin o zat da sadece “itin biri”…Gri gökyüzü üstüme kapanmış gibi bu kez ben burnumdan solumaya başladığımda, arkadaşım “ bana kızıyorsun bir de, şu haline bak” dedi.