“Seni özledim” dedi, “ Nerdesin”?. Filanca şehirdeyim dedim. Burada olduğunu biliyorum dedi, ben de bu şehirdeyim. “Nerdesin peki”!.. Bulunduğu yeri tarif etti, meşgul olup olmadığımı sordu. “Bırak lan işi dedim, hemen geliyorum nerdeysen, bekle”… Telefonla konuşmuştuk, söz dedi o olayı anlatacağım sana. Karşılaştığımızda ilk sözü “ söz verdim, geldim” oldu. Aynı süreci paralel fakat farklı kulvarlarda yaşamıştık… Sevgili arkadaşımın saçlarında aklar da olmasa zamanı önüne katmış kovalamış dersiniz… Hoş beş, kim nerde, nelerle meşgulsün, çoluk-çocuk… Bir kızı varmış, eşiyle cezaevi sonrası ayrılmış… Nedenini niçini sormadım… Bizim kuşağın yazgısı… Ne garip dedi, anlatacağım olayın yaşandığı ay da bu aydı… Lan oğlum diyorum, sen bu olayla epeyce sükse yaptın, her kesimde günlerce anlatıldın, adeta efsaneleştirdi bu olay seni… Uzağa bakıyor, susuyor bir an… Bir yandan çaylar içiliyor, bir yandan sürecin değişik aşamalarına yolculuğa çıkıyoruz… “Garson, iki çay”… Ses kaydı açık diyorum, İstersen…
“Kışın ayaza kestiği bir gündü. Ağzımızda nefesimiz donuyor soğuktan. Mevsimin nispeten ılık günlerinde bahçelerdeki ağaçlardan cıyak cıyak ötüşerek sürüler halinde uçuşan kuşların cıvıltısından bile hiçbir ses, seda yok. Tesadüfen karşılaşmıştık, o günlerde yapışık siyam ikizler gibiydik. Malum günlerin sonrasında “maişet” kavgası her birimizi bir yana savurmuş, birbirimizden haber alamamıştık. Meğer aynı şehirdeymişiz. Farklı ve birbiriyle pek geçinmeyen örgülere mensuptuk, ancak öğrenciliğimiz aynı okuldaydı. Koşullar, direnişlerde, boykotlarda, işgallerde bizi “sol koalisyonun” kolektif hareket etmek zorunda bıraktığı bireyler yapmış, ancak bu koşullarda yan yana gelir olmuştuk ama zaten bütün günlere, aylara, yıllara damgasını vuran da bu koşullardı. Anlayacağın, devrimcilerin toplu olarak bulundukları mekanlardan tutun da, kitle örgütlerinde, caddede, sokakta, okula hareket noktasından çatışma alanına gelinceye kadar birbirine kırmızı görmüş boğalar gibi bakan rakiplerdik. Amma velakin çatışma esnasında, boykot ve direniş örgütlemelerinde farklı etin kemiğin özdeş ruhsal yapılarıydık sanki… Öylesine iç içe, öylesine hesapsız kitapsız bir dayanışma… Benim tavır ve davranışlarıma, hareketime, biraz da ukalalığıma burnundan solur, içerlerdi. Bense her fırsatta onu alaya almaktan, kızdırmaktan ayrı bir zevk alırdım. Değişik bir şiveyle konuşmasının taklidini yaparken yan gözle beni süzer, ses çıkarmadan yanımdan geçer giderdi. Onu ilk kez o gün sevdim, o sıcaklığını o gün hissettim. Ona karşı saygısızlığımdan duyduğum utanç yüzümü kızarttı ama ondan, yaptıklarım nedeniyle özür dilemem, dilediğim özrün kabahatimden daha büyük olacağını bildiğimden midir nedir özür dilemedim. İşte bilmem kaç yıl geçti, ne karşılaşma ne bir haber. Ta ki o ayaza kesen kış gününden tesadüfen karşılaştığımız güne kadar. Uzaktan gülerek ve kollarını açarak bana yaklaşan kadını ilk bakışta tanıdım, oydu… Kucaklaştık, sarıldık… “Ne arsız adamsın be dedi, hiç değişmemişsin, salak”… Salak lafı anlamlıydı, ikimiz de bu anlamın içeriğine ve onun söyleyiş tarzına güldük… Hoş beşten, hal hatır sormalardan sonra ister istemez o günlere gittik. O, o günlerden konuşuyor, bana bir şeyler anlatıyor, eliyle koluyla- o günlerdeki konuşma tarzı da buydu- anlatımlarına tiyatral canlılıklar kazandırıyor… Çoktandır unuttuğum bu arkadaşım hararetle, heyecanla o günleri anlatıyor ama ben, onu ilk kez sevdiğim o olayı bütün tazeliğiyle yeniden yaşıyorum, o güne ilişkin bütün detaylar akıp geçiyor önümden… Sana anlatma isteğim de, yıllar sonra onunla karşılaşmamla doğdu… Yeni kuşaklara o günlerin fedai ruhlu devrimcilerini anlatmalısın. Çocuk bedenlerine sığdırdıkları kocaman yüreklerini anlatmalısın. O kadar doğru içinde ne kadar az doğru ve ne kadar çok yanlış yaptığımız bilmeliler.
O gün…
Fakültede “sol koalisyonun” dernek yönetimindeyiz. Tarihsel mirasımıza sımsıkı sarılmış, “sol bir grubun” kendi dışındakileri yok sayma geleneğini tavizsiz sürdürüyoruz… Anlaşarak ortak eylem karları alırsak her birimiz kendimizde kuşkusuz eksiklikler arayacağız, karşı sol gruba taviz vermiş olacağız… Oysa biz ilkeli ve tavizsiz devrimcileriz… Mirasımızı sahipleniyoruz ve anlaşmamak için elimizden geleni yapıyoruz, bunlar bizim tartışılmaz, tartışmayacağımız kesin doğrularımız… Anlayacağın… Her neyse… Siyası iktidar aleni faşist yapılanma içinde ve tosuncuklar gemi azıya aldı. Devrimcilerin tek tek pusuya düşürülerek öldürülmeleri, ya da sokak çatışmalarında polis amcalarının himayelerinde katledilmeleri dönemi geride kalmış, kitlesel katliamlar başlamış… Devrimcilerin etkin olduğu üniversiteler birer birer faşistlerin eline geçiyor, sokaklar, caddeler filan. Hatta bazı mahallelere, semtlere bile gidilemiyor. Daracık alanda sıkıştık kaldık… Biz, fakültenin dernek yönetimindeyiz. Bizim öncülüğümüzde bütün ülkede boykota götürdüğümüz Eğitim Fakültelerinden gelen haberler iç açıcı değil… Onların kutup yıldızı biziz, bize bakarak yön tayini yapıyorlar ama bizim durumumuz da hiç parlak değil. İktidar ortağı olan tosuncukların partisinin liderinin bizim fakülteyi özel hedef gösterdiği ve ele geçirilmesi buyruğunu verdiği kulaktan kulağa dolaşıyor. Kamunun her alanında faşist kadrolaşma hızını alamıyor. Daha önce tanıdığımız fakülte müstahdemleri, hademeler bile fakültenin çeşitli bölümlerinde öğrenci olmuşlar… Saldırılarda hep ön plandalar, görüyoruz… Gerçi bizimkiler birbirine pek bir şey demiyorlar ama herkes bir şaşkınlık içinde. Moraller bozuk, kitle sayımız gün geçtikçe azalıyor. Fakülteye günlük gidiş gelişlerimiz haftada bire düştü… Kitleler halinde, okuduğumuz fakültelerden kayıtlarımız siliniyor, yurtlardan atılıyoruz, kredi ve burslarımız kesiliyor. Kısaca, bütün yaşam alanlarımız kuşatma altında… Birçok arkadaşımız cezaevinde… Kitlemiz dağıldı, kaldık mı bir avuç…“ Yasadışı filanca sol örgütün silahlı militanı olmak… Tağyir tebdil ve ilgaya cebren teşebbüs..” Ne ararsanız var… Bahane bol, gerekçe çok… Oysa ortada örgüt filan yok, yaşadığımız mahallelerin, okuduğumuz okulların, bulunduğumuz kentlerin, caddelerin, sokakların faşistlere terk edilmemesi için canını dişine takan fedailer mangasıyız… Kara bir bulut gibi faşist saldırılar her tarafı sardı… Boykot kırılma noktasında ve biz çaresiziz… Biz devrimciyiz ve çaresiziz… Devrimci ve çaresiz! Gel de bu iki sözcüğü yan yana getir… Kimse bu olağan üstü koşulun bizi içine hapsettiği çaresizliği dillendirmiyor, herkes içine atıyor, ama çözüm de üretemiyoruz… Yönetimdeki arkadaşlarla konuşuyoruz, “bu makûs talihi yeneceğiz”… Karar alındı. Şehir dışındaki tüm arkadaşlara mektup gönderilip, herkesin tespit edilen günde şehirde olması istenecek. Gerekçemiz can suyu gibi. “ Mahkeme kararıyla silinen kayıtlarımızı yaptıracağız”. O gün sabahtan toplantı yapacağız ama, nerede?. Demokratik kitle örgütleri bizden bıktı. Nasıl bıkmasınlar ki, bizden birkaç arkadaşın gidip geldiği dernekler apar topar basılıyor, arkadaşlarımızın gözaltına alınmaları, tutuklanmaları o kadar olağanlaştı ki, artık şaşırmıyoruz, normal bir hal… Lakin bu kitle örgütlerinin kapatılması tehlikesi kapıda ve polis bizi bahane ederek onların da başına bir yığın dert açıyor.. Kısaca bizim bu derneklere gidip gelmemize çok hoş bakmıyorlar… Bizim fakültenin öğrenci derneğine kiraladığımız dairenin kapatılması sabahtan akşamı bulmuyor, biz yer buluyoruz, polis basıyor, biz yer buluyoruz polis basıyor… Mübarek kitle örgütünün yeri değil, düşman ordusunun karargâhı sanki ha bire kapatılıyoruz… Sonunda bir öğrenci derneği bize yer verdi, toplantı burada yapılacak… Bu toplantının istediğimiz saate kadar sürmesi için bütün hazırlığımızı tamamlayıp gözden geçiriyoruz… Elimizde gerekçe çok, üç gün bile sürebilir bu toplantı. Oysa bize birkaç saat gerekli… Nihayet gün geldi. Taşradaki arkadaşlar gruplar halinde toplantıya gelmeye başladılar… Kalabalık bir kitle, yaklaşık ben deyim binbeşyüz, sen de iki bin kişi. Koca salon hınca hınç doldu, almıyor kalabalığı, sokağa taştı… Beklenen saat gelinceye kadar ben seminer vereceğim. Kimse hareket saatini bilmemeli… Yönetimin yüzü gülüyor… Durumu iyi olandan da, cebinde bir simit parası olandan da para topladık. Tosuncukların tanımadığı arkadaşlarımız iki üç taksiyle ha bire okula gidip geliyorlar, faşistlerin tavrı, sayısal güçleri, yığılma yerleri… Nihayet ikindiüstü kararı açıklıyoruz. “Kitlesel olarak okula gideceğiz”… “Hani kayıt yaptırılacaktı” şeklinde bir iki homurtu duyuyoruz ama duymuyoruz, duymazcılıktan geliyoruz… Şehir dışından tosuncuklar gelmişler ve “ülküdaşlarına” dayanışma mesajı vermek için bizim geldiğimiz saatlere yakın okula geleceklermiş… Al başına belayı… Tam da saatini seçmişiz… Biz var olanlarla nasıl başa çıkarız diye ahiret hesabı yaparken, yetmedi bir de şehir dışından gelenleri ağırlayacağız… Hareket tarzımızın bir tek ağızdan, benim ağzımdan çıkacağına dair kitleyi sıkı sıkı tembih ediyoruz, tez canlı arkadaşları defalarca uyarıyoruz…”Kimse benim dışımda kitleyi yönlendirmeye kalkmasın…” Güvenlik tedbiriyle görevli arkadaşları sık sık uyarıyorum… “Arkadaşlar faşistlere iyice yaklaşmadan”… Nihayet Okul girişine yaklaştık… İzliyorum kitleyi, tedirginlikler arttı, ama Allah için kız-erkek kimse erkekliğe bok sürmüyor… Şaşkınlığımız artıyor… Ceddin Dede, Neslin Baba… Ulan bu ne… Yaptığımız tek şey bozuntuya vermeden birbirimizin gözüne bakmak… Meğer bizim okulun faşistleri bizi kendilerine yardıma gelen diğer ülkücü grup sanmış, bizi marşla karşılıyorlar… Kalabalık içindeki yönetimdeki arkadaşları dolaşıyorum çaktırmadan, “ bu iyi diyorum, faşistler bizi kendilerinden sanıyor, bu fırsat çok iyi değerlendirilmeli”…
Bizim kitleyle tosuncuklar arasında otuz metre var yok… Uğultular yükseliyor. “ Neslin Baba, Ceddin Dede”… Danışmada tosuncuklar velinimetleri polis amcalarla birbirlerine silahlarını gösterip, racon kesiyorlar… Valla bunlar delikanlı adamlar, aslanlarım benim… Birazdan ananızın şeyini göreceksiniz… İlk işaret fişeğini çakıyorum, kaşla göz arası. Faşistlere hiçbir hareket imkânı bırakmıyoruz, neye uğradıklarını şaşırıyorlar. Çil yavrusu gibi her biri bir yana kaçışıyor… Bir anda okula dalıyoruz, ilerliyoruz, taş sopa, çanta ayakkabı… Ne varsa… İşgalci İsrail askerlerine karşı okulunu savunan intifada çocukları… Bahçenin ortasında kitlenin önüne geçiyorum, ileri gidersek buradan çıkamayabiliriz. “ Çabuk diyorum, çabuk, çabuk… Geri çekiliyoruz… Eylemde görevli arkadaşlar yıldırım hızıyla kitleyi geri çekmeye çalışıyor… Faşistler ilk şaşkınlığı attılar üzerlerinden, okulun ilerisinde toparlandılar… Ayan beyan Polislerle birlikte üstümüze kurşun yağdırıyorlar… Bir tek ses: Yaaattt… Sulu sepken bir kar yağıyor, yer karla karışık su ve çamur. Hava buz gibi soğuk. Bu ses yetiyor. Herkes boylu boyunca yere uzanmış… Ayakta dikilen bir tek baş yok… Faşistlerin ateşinin susturulduğu saniyelerle ölçülen zaman çok iyi değerlendiriliyor. Kalaallkkk… Geri çekiiliiinnn… Aynı kıvraklık, aynı beceri… Yaaattt… Kaallkkk… Geride kalan birkaç kişinin daha geri çekilmesi için eylemi düzenleyenler faşistlere karşılık veriyor… Ben bir çukurdayım… Gördüler beni… Aralıksız taranıyorum… Herkes çekildi, tek kaldım. Arkadaşların o kargaşada kimseyi arayıp soracak halleri yok… Polisler peşlerine düştü kovalıyor… Otomatik silah kullanıyorlar, atış sesinden belli oluyor… “Bu hesaba dâhil diyorum, vuruşarak ölmek”… “ Teslim olmayanlar ölmez, kimmiş beni teslim alacak haaa, kimmiş… Bir el daha… Mermim bitmek üzere… Son mermiyi harcamamalıyım… Belki”…”…
Ansızın bulunduğum çukura çuval gibi bir kütle düşüyor… Aynı çabuklukla “benim”diyor… Şaşkınlığım kısa sürüyor, boynuna sarılacağım… İtiyor eliyle… Salak diyor… Bir cayırtı kopuyor… Beni koru, kaç… Seni koruyorum… Kaç… Ateş çemberini yırttık, koşuyoruz. Nefes nefeseyiz… Bir adım daha koşacak halimiz kalmadı… Kalbimiz göğsümüzden dışarı fırlayacak… “Bir şeyin var mı”? Yok. Senin?. Benim de yok… Çatışma alanından epeyce uzaklaştık… Yoldan geçen bir araç çevireceğiz, o bölgeyi terk etmemiz lazım… Asfaltın kenarından sağımızı solumuzu kontrol ederek yürüyoruz… Silahı elinde, açıkta. Yoldan gelip geçenler göz ucuyla bize bakıyor, o farkında değil… Beni bir gülme tutuyor… Anlamıyor, yüzüme bakıyor. Gülmekten söyleyemiyorum, el-kol, kaş-göz işaretiyle elindeki silahı gösteriyorum. Farkında değil, “ salak” diyorum, önce bozuluyor. Sonra katıla katıla gülmeye başlıyor… “ Vay be diyorum, oportünizm gömleğini çıkarmışsın, galiba bizim örgüte katılacaksın”… “Salak, salak, salak”… Arka arkaya salaklığımı sıralıyor. Gülüyorum. “Nerden bildin” diyorum… Durgunlaşıyor, gözüme bakıyor. Salaksın tabi diyor, elimdeki silahı fark ediyorsun sadece”…Başımı yere çevirip önüme bakıyorum… Bir araç duruyor yanımızda, polis sanıp geri çekiliyoruz… “Atlayın diyor şoför, çabuk”… Bizimkiler… Yokluğumuzu nihayet fark etmişler. Bizimkiler dedimse aynı gruba mensup olduğumuz arkadaşlar. Atlıyoruz… Çatışmayı duymuşlar, gündüz gözüyle yürüttükleri arabayla yardıma ihtiyaç duyacağımızı düşünmüşler. Arkadaşım tanımıyor bizimkileri, ellerindeki otomatik silahları süzüyor göz ucuyla… “Geri dönün” diyorum, direksiyondaki arkadaş yolun ortasından bir U dönüşü çekiyor. Yanındaki arkadaş müdahale ediyor… Zamansız buluyor… Hızla o bölgeyi terk ediyoruz. Daha önceleri benim de bilmediğim bir eve geliyoruz… Üst baş berbat, bana erkek elbisesi, arkadaşıma bayan elbisesi uyduruluyor, giyiniyoruz…”
İşte böyle diyor, faşistlerin onca ateş gücüne karşılık bir tek kimsenin burnu bile kanamadı, bizim için çok başarılı bir eylemdi. Peki diyorum, konuşmanın başında yanlışlardan söz ettin, yanlışlar neydi?… Dudağını ısırıyor, birkaç kez diline gelen sözcüğü geri yutuyor… Biz diyor küçük burjuvalardık, olaylarda piştik, inandık ve savaştık. Sonrasını biliyorsun…12 Eylül Faşizmi… Faşizm bütün devrimci grupları, bütün devrimcileri yaylım ateşine tuttu… Peki ama diyor, benim o arkadaşı alaya almam yapılan yanlışların yanında esamisi okunmayacak kadar önemsiz… Devrimcilerin birbirlerine savaş ilan ettiklerini unutmadık. Gerek işçi hareketini, gerekse öğrenci hareketini kontrolünde yürüten bir sınıf partisine sahip olsaydık, öyle inanıyorum ki bu gün sonuç çok değişik olacaktı… Bunu anlamak için de otuz yıl geçmesi gerekmiyordu…
Sohbetin sonuna gelmiştik. Uzaktan klasik müzik sesi geliyor. “ Sol Majör” diyor…