Kapitalizm Nereye? “Gerçek ve Fantazi”

İki bin on bir yılının Şubat-Mart aylarında küresel krizin Avrupa’da yarattığı panik karşısında ABD zoraki “soğukkanlı” görünmeyi yeğlemesine karşın, ABD’nin de bu zoraki soğukkanlılığı ancak birkaç sürdü. Haziran ayında kredi kuruluşları ABD ekonomisinin girdiği darboğazı peş peşe açıklamaya başladılar. AB deki panik karşısında “bize bir şey olmaz” diyen AKP hükümeti ABD’nin de bir açmaz içinde olduğunu itiraf etmeye başlamasıyla “kriz geliyor” demeye başladı. Kapitalizmin yeniden örgütlenmesinin ve şişmesinin de, onun ölümünün de nedeni olacak olan “kapitalizmin Krizi”nin, sınıf mücadelesinin örgütlenme ve atağa geçmesinin, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinin işaret fişeği olması açısından izlerinin sürülmesi, bir başka ifadeyle mücadelenin strateji ve taktiğinin belirlenmesi, sınıfların mevzilenmesi ve mücadele araçların doğru zamanda ve doğru biçimde kullanılması açısından kaçınılmaz olduğunu düşünmekteyiz. Yazının amacı akademik bir inceleme konusu olan kapitalist ekonominin tedavi edilemez ve bünyesel hastalığı olan “kriz”in, kapitalist ekonomiyi etkileme derece ve biçimini irdelemek, ekonomik sonuçları üzerinde durmak olmayıp, krizin işçi sınıfının iktidar atağı için yarattığı olanaklar üzerinde durmaktır.

Ancak şu kadarı belirtilmeli ki, rekabetçi dönemde krizden yenilenerek çıkan kapitalizmin, emperyalist aşamaya ulaşmasıyla krizlerin devresel dönemleri de kısalmış, artık krizle tedavi üretim süreçlerinin yeniden örgütlenmesinin bir aracı olmaktan çıktığı gibi, yıkıcı etkisini de göstermeye başlamıştır. Kapitalizmin bunalım dönemleri krizlerle sistemi tehdit eder hale gelmiştir. Bu gün için söylenecek en kestirme tanımlama ise, krizle tedavide dönemsel süreçler artık arka arkaya gelmeye başlamış, kapitalizme suni solunum sağlayan krizler, arkasından daha ağır krizlerin davetçisi olmuştur. Son yirmi yıldır köpük baloncuğu uçuran kapitalizmin köpükleri patlamaya başlamıştır. Küresel kapitalizm ile yaşayabileceği ömrünü, kullanabileceği enerjiyi tüketmiştir. Kapitalizmin gidecek başkaca yeri kalmamıştır.

Kapitalizmin iki yüz yıl önceki tarihinde, serbest rekabetçi döneme denk gelen evresinde yaşadığı kriz, kapitalizmin gelişmesinin ve sıçramasının olumlu bir aracı olmasına karşın, Kapitalizmin emperyalist aşamaya sıçramasıyla birlikte “ileriye taşıyıcı” fonksiyonunu yitirecek ve sistemin kan dolaşımını tehdit eder bir hastalık halini alacaktır. Sistem, varlığının devamı için artık sık sık aracın tamiriyle uğraşmak zorunda kalacaktır. Serbest rekabetçi dönemin ürünü olan liberalizmin “bırakınız yapsınlar” dönemi geride kalacak, “ piyasanın müdahale edilmeksizin işleyen bir makine olduğu” tezi, tezi ileri sürenlerce de tartışılmaya başlanacaktır. Üretim ilişkileri geliştikçe ve toplumsallaştıkça, üretici güçlerin gelişiminin önünü doğru orantılı olarak açılması gerekirken, gelişimin üretim araçlarının tekelleşmesine yol açması ters orantılı bir durum ortaya çıkarmış ve üretimin toplusallaşması artıkça, üretici güçlerin gelişiminin önü tıkanmaya başlamıştır. Üretimin tüketimden koparılarak, doğası gereği kar marjının yükseltilmesine bağlanması, yani arz-talep ilişkisinde ihtiyaçtan kopuk ve kar amaçlı üretimin mevcut pazarın hacmini aşması, stokların büyümesine ve üretimin tıkanmasına neden olmaktadır. Kriz bu noktada ortaya çıkmaktadır. Sistemi müdahalesiz işleyeceği savı gerçeğin karşısında havada kalmakta, devlet işletmelerin içine düştükleri krizden çıkması için kamu kaynaklarını seferber etmektedir. Vergiler artmakta, ücretler düşürülmekte ve emeğin serbestçe pazarlanacağı ilkesi artık sadece sözde kalmaktadır. Bu, sadece işçi sınıfı açısından artık değer sömürüsünün katmerleşmesi değil, aynı zamanda halkın geri kalan kısmının da sömürü çemberinin içine alınarak, geniş kesimlerden işletmelerin kasasına değer transferinin girmesi anlamına gelecektir. Yani mülksüzler (işçi sınıfı) gibi küçük mülk sahipleri, memurlar, bağımsız çalışanlar, kamu görevlileri de dolaylı olarak kapitalizmin sömürdüğü kesim haline gelecektir. Geniş kitlelerde sömürüye karşı baş gösteren hoşnutsuzluğun bastırılması, önüne geçilmesi ise devlet mekanizmasının da, sömürünün ve sömürüye karşı ortaya çıkan tepkinin niteliğine göre yeniden örgütlenmesi anlamına gelecektir. Bu noktada bir ayrımın vurgulanması gerekir. Marks ve Engelsin, doğal olarak kapitalizmin tekelci aşamaya-emperyalist aşamaya- ulaştığını görmeye, bu aşamanın özgün çelişkilerini irdelemeye ve sonuçlar çıkarmaya ömürleri yetmemiştir. Klasik-serbest rekabetçi dönem kapitalizmi- kapitalizmin işleyişinde sömürü doğrudan artı değer sömürüsüdür ve çelişki Kapitalist ülke burjuvalarıyla işçi sınıfı arasındadır. Marks-engelsin neden proletarya devriminin gelişmiş kapitalist ülkelerde başlayacağı beklentisinin ipuçlarını burada aramak gerekir. Yoksa sıkça rastlanan Marksizm’in hafızlarının ayet eyledikleri gibi Marks-Engelsin gelişmiş kapitalist ülkeler dışında- Avrupa’nın başka yerinde- başkaca bir ülkede devrimin olamayacağını, giderek bu ülkelerde ezkaza işçi sınıfı iktidarı alsa bile sosyalizmi kuramayacağına ilişkin vaazları sosyalizmin gizli düşmanlığından başka bir şey değildir. Marks-Engels rekabetçi kapitalizm döneminin çelişkilerinin gözlemini yaparken özellikle Fransa’da yoğunlaşmasının nedeni Fransız kapitalizminin İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerine nazaran, krizlerle daha sık yüz yüze gelmesidir. Bu dönemde Marks ve Engels de işçi sınıfının iktidar atağı için kapitalizmin krizinin yoğunlaştırdığı tepkilerin iyi izlenmesi gerektiğine işaret eder ve “Fransa’da sınıf Mücadeleleri”nde krizin devrimci kalkışma için en uygun zaman olduğuna vurgu yaparlar. Kriz dönemleri dışında gelişen devrimci pratiğin-grevler, direnişler- kriz anında iktidar atağına dönüşeceğini düşünürler. Yoksa Marksizm düşmanlarının iddia ettiği gibi, gelişmiş ülkeler dışında başarıya ulaştırılan işçi iktidarlarına Marks ve Engelsin “prim vermediği” iddiası, aslında Leninizm’e ve Sovyet devrimine saldırı için kurnazca kotarılmış karşı devrimci bir ön hazırlıktır.

Marks ve Engels’in yaşadığı çağda kapitalizm devresel bunalımlarını ve bunalımların özel ve derinleşmiş hali olan krizleri üretim süreçlerinin daha karmaşık ve ileriye dönük olarak örgütlemesinin bir aracı olarak kullanmıştır. Bu araç ekonomik altyapıda kapitalizm öncesi üretim biçimini ve ilişkilerini tasfiyede, politik arenada ise burjuva iktidarların sağlamlaştırılmasında, devlet mekanizmasının merkezileştirilmesinde, burjuvazinin eğitim, kültür, ahlak ve sanat gibi üst yapısal kurumlarının oluşmasında meşru bir araç olarak kullanıla gelmiştir. Genç kapitalizm, bünyesel hastalığı krizi, bünyesinin gelişmesini sağlayan bir panzehir olarak kullanmayı başarabilmiştir. Bu dönem kapitalizminin, Burjuva ulus devletlerin vurucu gücüyle genişlediği, yeni pazarlar ve sömürgeler elde ettiği unutulmamalıdır. İngiltere kapitalizminin iç dinamiğinin güçlü olması krizlerle daha az yüz yüze gelmesinin, İngiliz işçi sınıfı mücadelesinin ekonomizm sınırını geçememesinin nedenleri burada aranmalıdır. Dönem itibariyle İngiliz işçi sınıfının değme örgütü Fabianların mücadele çizgisinin ekonomik demokratik mücadelenin ötesine geçmemesi, işçi sınıfının iktidarı talep edebilecek yetenekte bir örgütlenmeye sahip olamayışının nedeni, İngiliz kapitalizminin görece rahat gelişmesi, sınıf çelişkilerini nitelik sıçramasına uğratacak sınıf örgütlerinden yoksun oluşudur. Fransız Kapitalizminin gelişimi bu yönüyle İngiliz kapitalizmi kadar rahat değildir. Fransız burjuvazisi İngiliz burjuvazisi gibi geniş sömürgelere, pazarlara sahip değildir ve yayılma-sömürü ağının darlığı üretimle Pazar arasındaki çelişkiyi sık sık gün yüzüne çıkarmakta ve daha geniş pazarlara sahip olmak için içeride artık değer sömürüsünü yoğunlaştırırken, dışarıda diğer burjuva uluslarla Pazar savaşlarına girişmektedir. Artık değer sömürüsünün yoğunlaşmasının görünür şekli olan ücretlerin düşüklüğü, günlük çalışma sürelerinin uzunluğu, emeğin serbestçe pazarlanmasının engellenmesi gibi sömürüyü artırıcı faktörler içerde işçi sınıfının tepkisine neden olurken, dışarıda diğer ulus devletlerle savaşın maliyeti de işçi sınıfının ve diğer emekçi kesimlerin üstüne yıkılmaktadır. Bu olgu Fransız burjuvazisi ile Fransız işçi sınıfını sınıf mücadelesinin çeşitli bileşenleri ile yüz yüze getirmektedir. Grevler “ekonomik” boyutu aşmakta, fabrika işgalleri yaygınlaşmakta, iç savaş görüntülü çatışmalar işçi sınıfının yoğun olduğu kentlerde alışılmış görüntüler oluşturmaktadır. 1848 Bahar ayaklanmaları kanla bastırılan Fransız işçi sınıfı, ayaklanmadan edindiği dersleri mücadele pratiği içinde örgütsel dirence dönüştürmüş ve Paris Komününe taşımıştır. Komün ayaklanmasının başlatılmasına bilindiği gibi Marks-Engels uyarıcı tavsiyelerde bulunmuş, ayaklanmanın zamansızlığına işaret etmişler, ancak ayaklanma başlayınca da Komün barikatlarında militanca savaşmışlardır. Burada Marks ve engelsin uyarısı ile Leninin devrimci kalkışma için beklenmesi gereken koşulların tahlilinin çakışması bir tesadüf de değildir. Marks-engelsin komün ayaklanmasını zamansız bulmalarının nedeni Fransız burjuvasının nispeten rahat bir dönem yaşadığıdır. Oysa kriz döneminin toplumsal tepkileri yoğunlaştırıcı etkileri iyi gözlemlenmeli ve bu dönemin kitlelerde yarattığı hoşnutsuzluk sınıfın gücüyle birleştirilmelidir. Krizin kapitalist ekonomideki sarsıcı etkisinin, aynı zamanda siyasal politik egemenliğinde de bir zayıflama yaratacağı, salt işçi sınıfının değil yönetilen diğer kesimlerinde hoşnutsuzluklarının iktidara karşı kullanılabilir olması gerektiğidir. “Devrimci durum”un çözümlenmesi konusunda Marks-Engels ile Lenin’i karşı karşıya getirme heveslisi ayetçi Marksistlerin bu durumu bilmediği düşünülemez. Ancak onların görevi, yüzlerini gizleyen “devrimci maske”nin arkasındaki ne yaptığını ve kime hizmet ettiğini bilen sinsilikle birbirini tamamlayan devrimci teorinin devrimcileri arasında güya çatlak yaratmak, çelişki aramak ve kitlelerin bilinç bulanıklığına davetiye çıkarmaktır. Hatırlanmalıdır ki, Lenin “devrimci durum tahlilinde” de bu krizin politik etkisinin beklenmesi gerektiğine işaret ederek “ devrimci durum uçun, devrimci kalkışma için yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemez olmaları yetmez, aynı zamanda yönetilenlerin de aynı zamanda eskisi gibi yönetilmek istememeleri gerekir”. Yönetenlerin eskisi gibi yönetemez olmaları kapitalizmin krizinin baş göstermesi, yani objektif bir duruma işaret ederken, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istememeleri de sübjektif bir duruma işaret etmektedir. Yönetilenlerin, kendiliğinden eskisi gibi yönetilmek istememelerini beklemek, devrimi geleceğin belirsiz bir tarihine ertelemek demektir. Yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememelerini sağlamak için kendiliğinden hoşnutsuzlukları örgütlü tepkilere dönüştürmek, kullanılabilir her türlü araç ve gereçlerle kitlerin potansiyel memnuniyetsizliklerini açığa çıkarmak, tarafsızlaştırılacak bütün güçleri tarafsızlaştırarak burjuvazinin kitlesel desteğini kırmak, siyasal üstünlüğünü bertaraf etmek için ihtiyaç duyulan zorunlu araç işçi sınıfının fiili ve ideolojik öncülüğünü üstlenecek yetkinlikte sınıf partisinin kaçınılmazlığıdır. Bu görevi yerine getirecek yegâne araç sınıf partisidir. Lenin’in işaret ettiği de budur.

Kapitalizmin son yirmi yılda sosyalist sistemin yıkılışıyla kapalı olan bu alanları pazar haline getirmesiyle yaptığı sıçrayışın ömrü buraya kadardı. Kapitalizmden medet umanlar, demokrasi ve insan haklarının, özgürlüklerin bir vahiy gibi AB den gelmesini bekleyenler şaşkınlıklarına gerekçeler aramaktadırlar. Doğrusu, kapitalizmin sosyalist sistemin uçsuz bucaksız coğrafyasında bunca pazar elde etmesine, silah stoklarını Afganistan ve Irakta eritmesine rağmen nasıl oluyordu da bütün bu sınırsız sanılan olanaklara kavuşan kapitalizm yirmi yıl demeden havlu atıyordu?. Oysa bu kadar geniş bir pazarı eline geçiren, böylesine kışkırtılan bölgesel savaşlarla bunalımını bir yüz yıl öteleyebilmesi mümkün olan kapitalizm bu kadar kısa bir süre içinde sistem ölçeğinde çöküşe geçebiliyordu… Sorunun yanıtı Marksistler için elbette açık ve nettir, cevap araması gereken kapitalizmin unvanı bol profesörleri ile, kapitalizmden demokrasi ve insan hakları, özgürlük beklentisi içine giren post-modern sözüm ona liberaller ve solculukları da beyinleri gibi travma geçiren tabansız, kılıç artığı sözde solculardır. Kapitalizmin artık “evrensel egemen” sistem olduğuna ilişkin bahse girenler kumarda kaybettiler, fantezi bitti. Artık egemenlik gerçeğin… Kapitalizm, tarihinde tanık olmadığı kronik, ölümcül bir hastalığın pençesindedir ve bu hastalıktan kurtulması da mümkün olmayacaktır. Hani bir taraftan Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesi ile Ortadoğu’yu ve Avrasya’yı yeniden şekillendirerek gücüne güç katacak, Latin Amerika’yı hizaya getirecek, Asya’ya korku salacak ve susturacak, diğer taraftan AB projesi ile Avrupa”da yıkılmaz kale, ABD tartışmasız üstün güç olacaktı? Peki, ama bunalımın sistem ölçeğinde girdiği krizin böylesine yoğun gündem yaratmasının, “imdat” çığlıkları atmasının anlamı nedir?

Son bir ayiçinde kapitalizmin sözcülerinin yaşanan krizin etkilerinin şimdiye dek görülen krizlerden –örneğin 1929 krizinden- daha derin ve sarsıcı olacağına ilişkin resmi ve gayri resmi sözcülerinin açıklamalarına “soldan gelen bir eleştiri”, “kapitalizmin sözcülerinin halkı yanılttığına, Merkez Avrupa ülkelerinde kısıtlayıcı tedbirlere başvurmanın, ırak savaşını meşrulaştırma, İran’a gözdağı, Suriye’yi işgal etmenin gerekçesini yarattığı ve aslında böyle bir durumun olmadığı” iddiasıyla yanıt verdi. Yazıyı kaleme alanların kaygıları anlaşılır kaygılar olmasına karşın, görüşlerine dayanak yaptıkları veriler temel ve belirleyici bir gerçeği tartışma dışında tutmaları nedeniyle yaşanan süreci anlamaktan yoksundur. Yazıyı kaleme alanlar kapitalizmin yaşanan krizinin nedenini, yine kapitalizmin yapısal özelliğinde aramak yerine, kapitalist sistemi yöneten kişi ve ya şirketlerin sübjektif öznelliğine, “beceriksizliğine” ve kastına dayalı olarak açıklama çabası içine girmişlerdir. Sanırım soruna böylesi bir yaklaşım kapitalizmin yangınına bir kova suyla koşmaktan ve kapitalistleri serinletmekten öte bir anlam taşımayacaktır. Sorun, sübjektif yaklaşımlarla açıklama çabalarının ötesindedir ve kapitalistlerin beceri veya beceriksizliği ile ilişkilendirilemez. Yazının tamamından çıkan sonuç da şudur: “ Ortadoğu’da halk hareketleri diktatörlükleri sarsıyor ve Ortadoğu halkları demokrasi istiyor. Mısırda olduğu gibi Esat da iktidardan çekilmeli… Ortadoğu’ya demokrasi gelmeli… Biz tam da Avrupa Birliğine giriyoruz, demokrasi ve özgürlüklerden payımızı alacağız derken, beceriksiz kapitalistler bizi AB ye sokmamak için numara çekiyorlar”… aslında özetle söylemek istedikleri şudur: Kapitalizm iyidir de yöneticileri beceriksiz çıktı!…Yazıyı kaleme alanların kendilerini niçin “solcu” olarak tanımlama gereği duyduklarını anlayamadık. Ancak niyet açıktır… Kapitalizmin yalnızca sağda yalamaları olacak değil ya, “ soldan yalamalar” da daha bir “entel” lakırdı etme gayretiyle ve “sol maskenin inandırıcılığı” ile göze girip hak ettikleri payı almalıdırlar… Tanrı devrimcileri, emekçi halkı bu tür solculardan korur mu bilinmez ama devrimciler bu tür “gizli hançerlerden” kendilerini, gelenek ve miraslarını korumak zorundadır. Konuya yeniden dönelim: Son bir ayda kapitalizmin sözcüleri hiç bu kadar açık konuşmadı: FED ( Amerikan Merkez Bankası), IMF ve Dünya Bankası başkanlarına Avrupa Merkez Bankası başkanı da katılarak, krizin Avrupa ve ABD gibi merkez ekonomileri ile, bağımlı ülkeler ekonomisini vuracağını ilk kez bu kadar açıkça itiraf etme gereği duydular. Artık mızrak çuvala sığmadı. Zaten iki yıl önce Yunanistan iflasını açıklamıştı. Arkasından İspanya ve Portekiz de sıraya girerek iflasın eşiğinde olduklarını, yıllık dış borç ödemelerinin GSMH yı geçtiğini ve kısaca borçlarını ödeyemez duruma geldiklerini açıkladılar. ABD Merkez bankası Başkanı dış borcun on dört trilyon dolar olduğunu ve açığı kapatacak kaynak bulunmadığını itiraf etti. Merkel-Sarkozy gibi AB’ nin itici gücü ülke temsilcileri alel acele bir araya gelerek “Diğer AB ülkelerinden den daha fazla fedakârlık” istediklerini deklare ettiler… Yunanistan, iflasın önüne geçmeyi diğer AB ülkelerinden gelecek krediye bağlarken, AB, Dünya Bankası ve Avrupa Merkez Bankası Yunanistan’a verilecek kredinin koşullarında diretiyorlar: ilk koşul Yunanistan elindeki tüm kamu mallarını özelleştirecek… Aslında AB egemenlerinin bu önerisini Almanya Başbakanı Merkel açık sözlülükle dile getirdi: Yunanistan topraklarını satsın… Aynı koşullar krizin iflas noktasına getirdiği ispanya ve Portekiz için de geçerlidir. Krizin atlatılabilmesi için- acaba ülke sattıran kriz bu önlemlerle geçiştirilebilecek mi- Örneğin Yunanistan Mora yarım adasını, İspanya Bask bölgesini, Portekiz Asor adalarını satmalıdır. Yani açıkça ülkelerini satmalıdırlar… Merkel, utançlarından kem küm eden liberallerin ve AB ci solcuların söyleyemediğini açıklıkla söyleyiverdi: “Kapitalizm ayısıyla çuvala girmek ülke sattırır”… 1940 lı yıllara kadar emperyalist Batıya kapılarını kapayan Türkiyenin bu tarihten itibaren emperyalizme ikili anlaşmalarla açtığı kapı, 1950 lerde DP nin iktidar olmasıyla kırılmış ve emperyalizm bütün kurum ve kuruluşlarıyla, sözüm ona “ekonomik yardımlarıyla”, siyasal ve kültürel yıkıcılığı ile uyuşturucu ve fuhuş’uyla açılan kapıdan içeri girmiş, bu tarihten itibaren ülkenin ekonomisi, politikası, kültürü emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yeni baştan oluşturulup biçimlendirilmiştir. “Bağımsızlık” yerini yeni sömürgecilik ilişkilerine terk etmiş, adım adım her şey “Amerikanlaştırılmıştır”… Kitlesel dezenformasyon bizzat devlet eliyle yürütülmüş, pasifikasyon ve yıldırma politikası devlet politikası olarak uygulana gelmiştir. İlerici hareketlere karşı kullanılmak üzere irticacı ve faşist sivil örgütlenmeler devrimci harekete karşı kullanılmak üzere yine devlet desteği ile geniş olanaklar içinde örgütlenmiştir. 1968 li yıllarda devrimcilerin 6. Filoya karşı gösterilerinde irticacıların – Milli Türk Talebi Birliğinin- sivil vurucu güç olarak kullanıldığı yakın tarihimizin unutulmazıdır. 12 Mart karşı devrimi toplumu “lokal düzenlemesi” olarak gerçekleştirilirken, 12 Eylül toplumun ve ülkenin uzun vadeli yeniden yapılandırılmasıdır. 12 Eylül anayasa oylamasında 12 Eylülcülerin cemaatlerle tarikatlarla özel anlaşmalar yapmaları karşılığında 12 Eylül anayasasına “Evet” dedikleri de artık sıradan insanın bilgisi dâhilindedir. 12 Eylül sonrası “sivil görünümlü” iktidarların sadece görünümlerinin sivil olduğu, gerçekte 12 Eylül programının uygulayıcıları oldukları da her türlü tartışmanın dışındadır. Amacımız ülkemizin yakın tarihinin profilini çıkarmak değildir. Gelmeye çalıştığımız nokta şudur: Bu gün Emperyalist/Kapitalizmin iflasın eşiğine getirdiği Yunanistan, İspanya ve Portekiz’e verilecek kredi karşılığı özelleştirmeyi şart koşmalarını, ülkemizde emperyalizm Özal ve devam eden hükümetler eliyle gerçekleştirilmiş, kamu mal ve kaynaklarını yağmalattırmış, uygulama AKP hükümeti eliyle doruğa çıkmıştır. Bir paradoks gibi görünse de özelleştirmeler sonucu ortaya çıkan gerçek de şudur: ülkede özelleştirmelerle bütün kamu mal varlıkları elden çıkarılırken, özelleştirmelerden elde edilen gelirler dış borçların kapatılmasında kullanılması gerekirken, sekiz yılda dış borçlar seksen milyar dolardan Dörtyüz Elli Milyar Dolara çıkmıştır. Bunun açık anlamı şudur: Halkın cebinden Emperyalist/Kapitalist tekellere sekiz yılda Dörtyüz elli Milyar dolar transfer edilmiştir. Ülke bu oranda borçlanmış, halk yoksullaşmıştır. AKP ye “Demokrasi, insan hakları ve özgürlük” misyonu biçenlerin “yanılgı içinde” olduklarını düşünmek, bizce safdilliktir. Tersine AKP nin misyonu bölgede emperyalizmin ileri karakolu olmasıdır ve destekçilerinin beslendiği kaynak da AKP nin beslendiği kaynaktır. Şimdi sorulması gereken soru şudur: Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in krizi aşmak için özelleştireceği kamu malları vardır. Diyelim ki, bu ülkeler kamu mallarını özelleştirerek, emperyalist/Kapitalizme peşkeş çekerek hastanın komardan çıkmasını sağladılar, Peki ama ülkemizde özelleştirilecek kamu malı da kalmadı. Üstelik dış borç tavan yaptı. İspanyaya, Yunanistan’a, Portekiz’e borçlarını ödemek için ülkelerini satmalarını tavsiye eden AB/ABD emperyalistlerinin, Türkiye’ye borçlarını ödemsi için tavsiyeleri ne olacaktır. Örneğin ABD adına Suriye’yi işgal mi, İran’a savaş açmak mı? Bedel nasıl ödenecektir. Görünen odur ki, yolun sonu görünmüştür. Devrimciler, yaşanan süreci onu değiştirmek amacıyla irdeler, yorumlarlar. Kapitalizmin bunalımının günümüzdeki görünümünü özetlemeye çalıştık. Sürecin devrimcilerin önüne koyduğu politik, siyasi görevleri bu irdelemenin zorunlu sonucu olacaktır.

İşçi sınıfı iktidar programını, mücadele ve örgütlenme tarzını kapitalist üretim ilişkilerinin açmazlarını irdeleyerek, kapitalizmin bunalım ve krizlerinin farklı dönemlerdeki biçimlerini saptayarak, bu dönemin sınıf ilişki ve çelişkilerinin objektif verileri üzerine kurar. Objektif veriler, iradi müdahalenin söz konusu olmadığı, toplumun belli kesitindeki tarihsel dönemleri işaret eder. Objektif koşulların oluşması, toplumun kendiliğinden evirilmesi anlamını taşımaz. Tarihsel değişim süreci, bu olgunlaşma evresinde değişimi gerçekleştirecek sınıfın örgütlenme ve iktidarı almaya hazırlık dönemidir. Gerek dünya gerekse ülkemiz devrimci hareketinde sıkça tartışılan “evrim ve devrim” aşamaları bir anlamda kapitalizmin içinde bulunulan dönemdeki ilişki ve çelişkilerine farklı açılardan bakışın bir diğer adıdır. Kapitalizmin klasik işleyiş dönemlerine denk gelen tarihsel dönemde Marksist değerlendirme: Kapitalizmin normal işleyiş dönemlerinde burjuvazinin yönetme kabiliyetine sahip olduğu, kitlesel destek sağladığı dönemlerde, işçi sınıfı örgütlenmesinin gerek işçi sınıfı içinde gerekse devrimci hareketin kitlesel tabanını oluşturacak işçi sınıfının ittifak güçlerinden yeterli desteği bulamayacağı, böylesi dönemlerdeki bir kalkışmanın burjuvazi tarafından yenilgiye uğratılacağıdır. Marks ve Engels yaşadıkları döneme denk gelen serbest rekabetçi dönemde işçi sınıfının iktidar atağı için uzunca bir hazırlık döneminin gerekliliğinden ısrarla söz ederken, altını çizdikleri nokta kapitalizmin normal gelişim seyrini takip ettiği, ölümcül bunalım ve kriz yaşamadığı bir dönemde burjuva iktidarların kitleler nezdinde de meşruluğunu yitirmediği dönemlerde, işçi sınıfı iktidara hazırlık dönemi olan uzunca bir “evrim” aşamasını yaşamalıdır.

Devrimci kalkışma için kapitalizmin bunalım ve krizi gözlemlenmeli, geniş kitlelerin gözünde burjuva iktidar meşruluğunu yitirmeli ve bu dönemde devrimci sınıf partisi kitlelerin burjuva iktidara olan kitle desteğini çekmesi için ajitasyon ve propaganda çalışmalarına aralıksız devam etmeli ve burjuvazinin siyasal tecridini sağlamalıdır. “O an” geldiğinde de tereddüt etmeksizin” iktidarı alma araçlarını eksiksiz, tereddütsüz ve vakit geçirmeksizin kullanmalıdır. Marks ve Engels’in neden işçi sınıfının Avrupa’da iktidar olacağı beklentisinin altında yatan gerçek de budur. Kapitalizm Avrupa’da gelişmektedir kendisini yok edecek bunalım ve krizlerini de geliştiği bu alanda-Avrupa’da-yaşayacaktır. Bu ölümcül bunalım ve krizi iyi değerlendiren işçi sınıfı öncelikle burada iktidar olacaktır. Lenin’in deyişiyle o an “onlarca yılın birikiminin sonucunun birkaç ay veya günde alınacağı andır” Özellikle 1905 yenilgisi sonucunda Lenin’in üzerinde ısrarla durduğu konu da budur. Bir ayrımın altını çizmekte fayda var: Mark ve Engels yaşadığı dönem olan rekabetçi kapitalizm döneminde yaşamları boyunca Avrupa sınıf hareketini öğretileriyle donatmalarına, ideolojik ve politik yol göstericilik yapmalarına karşın, hiçbir Avrupa ülkesi işçi sınıfına ülkedeki devrimci durumun mevcut olduğuna ve bu ülkedeki işçi sınıfı partisinin iktidarı almaya kalkışması öneri ve tavsiyesinde bulunmamışlardır. Buradan Marks ve Engels’in “devrim istemediklerine” dair kehanette bulunanlar olabilir. Ancak sorun bu dönemde kapitalizmin değil bunalım ve kriz yaşaması, burjuva iktidarların kitlelerin gözünde meşruiyetlerini yitirmesi, dönem kapitalizmin gelişme ve burjuvazinin iktidarını sağlamlaştırdığı dönemdir. Mevcut üretim ilişkileri üretici güçlerin önünü açmakta ve kapitalizm ataklar yaparak, bilim ve teknolojiyi üretici güçlerin gelişiminde kullanmakta, arka arkaya toplumsal yaşamı değiştiren burjuva devrimler patlak vermektedir. Dünya değişmekte ve daha ileri bir yaşamın koşulları oluşmaktadır. Toplumsal yapıyı değiştirmek için iradi müdahale ancak onu değiştirecek nesnel koşulların varlığı halinde anlamlı ve sonuç alıcı olacaktır. Marks ve Engels yaşadıkları dönem itibariyle bu dönemin kapitalizminin gürbüzleşip geliştiği dönem olduğunun ve yaşamları boyunca nesnel koşulların oluşmadığı gerçeğiyle sınıf partilerine devrimci kalkışma için öneri ve tavsiyelerde bulunmamışlardır. Paris Komünü hareketine “zamansız” olduğu uyarılarının nedeni de budur. Marks ve Engels’in bu uyarısını, uzun bir evrim-hazırlık ve kısa bir kalkışma-devrim- Lenin daha kapsayıcı ve zengin deneyimlerle sürdürür. Marks ve Engels’in Paris Komünü karşısındaki tavrı ile Lenin’in 1905 ayaklanmasındaki tavrının neren bu kadar benzer olduğuna dikkat edilmelidir. Her ikisi de kalkışmanın zamansızlığına işaret etmişler, ancak kalkışma başlayınca da hareket içinde yerlerini almışlardır. Bu öngörü bir tesadüfe bağlanamaz, ancak tarihsel dönemin ve olayların doğru analizidir ve Marksist bilimin pratiğinin doğru kavranmasıdır. Lenin yaşadığı dönemde kapitalizm, üretici güçlerin önünü açan, atılım yapan geliştirici ve ileriye taşıyıcı özelliğini kaybetmiş, gericileşmeye başlamıştır. Bunun açık anlamı şu: Kapitalizmin üretici güçleri geliştirmesi ve burjuvazinin ilericiliği buraya kadardı. Artık tekelleşen kapitalizm –Rekabetçi dönem kapitalizmine göre- daha ağır bunalımlar yaşamakta ve krizlerle daha sık karşılaşmaktadır. Bunalım ve kriz kapitalizmi geliştirici ve atılımcı özelliğini yitirecek ve kronik bünyesel hastalığın tetikleyicisi olacaktır. 1905 ayaklanmasını zamansız bulan Lenin’in 1917 ayaklanması için koşulların hazır olduğunu ve iktidara yürümenin zamanının geldiğini tespitini, Marks ve Engels’in yaşadığı dönemin “sorunsuz kapitalizm döneminin” koşullarındaki tespitine uygun olmadığını söyleyen ve ayaklanmanın zamansız olduğuna ilişkin Menşeviklerin “şablonu” karşısında Lenin’in yaratıcılığı Rus devriminin gerçekliğini sağlayacaktır. Lenin ile Menşevikler arasındaki bakış farkı kapitalizmin işleyişinin tespitindeki farktır. Lenin Kapitalizmin Emperyalist aşamaya ulaştığını, toplumsal gelişimin ve üretici güçlerin geliştiricisi değil ve engelleyicisi olduğunu, toplumsal yaşam biçiminin devrimcisi değil tutucusu, muhafazakârı olduğunu söylerken tespitleri kapitalizmin işleyişindeki gelişmeleri doğru algılamasının ve pratik için uygun sonuçlar çıkarmasının ürünüdür. Lenin’e göre emperyalizmin bunalım ve krizi, kapitalizmin daha zayıf olduğu ülkelerde daha şiddetle yaşanacaktır. Bu olgu yönetenlerin eskisi gibi yönetemez, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemedikleri duruma düşürmekte öncelikli ancak yeterli olmayan bir faktördür. Bu nesnel koşulların hazır olduğu bir dönemdir. Toplumsal değişimin gerçekleşmesi için nesnel koşulların hazır olması toplumsal değişimin de kendiliğinden gerçekleşeceği anlamına gelmeyecektir. İşçi sınıfının, değişimin öncüsü olarak iradi müdahalesi bu aşamada çözücü unsurdur. Yine hemen belirtelim ki Marks ve Engels, işçi sınıfı iktidarının kapitalizmin geliştiği Avrupa ülkelerinde gerçekleşeceği beklentisine karşın, Rus devriminin kapitalizmin daha az geliştiği ve “zayıf halka” olan Rusya’da gerçekleşmesi, sözde Marksistlerin Lenin ile Marks-Engels arasında çelişki aramalarına gerekçe oluşturmuştur. Oysa kapitalizm artık bir sistemdir ve Rusya’nın kapitalizmin zayıf halka olması kapitalizmin eşitsiz gelişiminin bir sonucudur. Rusya’nın zayıf halka olması Marks ve Engels’in devrimci kalkışma için “olmazsa olmaz” saydıkları kapitalizmin bunalım ve krizinin siyasi-politik sonucu olan toplumsal-kitlesel tepkiyi, burjuvazinin yönetmedeki aczinin Rusya’da ortaya çıkmış olmasıdır. Marks ve Engels ile Lenin arasında çelişki arayan bitpazarı tüccarları bu gerçeği enine boyuna bilmelerine rağmen zihinsel bulanıklık yaratmayı görevleri saymaktadırlar ve görevlerini yapmaktadırlar.

Marks-Engels döneminde gençlik çağını, Lenin döneminde bunama/ bunalım çağını yaşayan kapitalizmin günümüzdeki işleyiş biçimi irdelenmeden sınıf hareketinin teori ve pratiğine ilişkin çözümler üretilemez.

Kapitalizmin bu gün bulunduğu/gelmiş olduğu aşamaya ilişkin birinci tespit şudur: Kapitalizmin sözcüleri-IMF, Dünya Bankası, Avrupa Bankası v.d- eveleyip gevelemeden ilk kez, açıkça “bu krizin şimdiye dek yaşananlardan çok farklı ve korkutucu” olduğuna ilişkin tespitlerine ek olarak, krizin sistem ölçeğinde derinleştiğini ve bundan böyle sistemin krizlerle yaşamaya alışması konusunda hem fikir olmaları, kapitalizmin tarihi birikimini tükettiğinin ve artık gidebileceği bir yerinin de kalmadığının itirafıdır. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde devresel bunalımlarını sürekli bunalıma terk eden sistem, yirmi yıl öncesine kadar daha geniş aralıklarla tekrarlanan, emperyalist/kapitalist sömürü sisteminin manevralarıyla eskisinden daha ağırı dayatıncaya kadar sistemin bertaraf etmeyi başardığı kapitalizmin baş ağrısı krizler, son yirmi yıldır süreklilik kazanmıştır ve artık ölümcül “kalp ağrılarına” dönüşmüştür. Ekonomik endeksler gerek finans sektöründe gerekse reel sektörde eksileri göstermektedir. Gıdadan makineye, elektronikten dayanıklı tüketim mallarına varıncaya kadar ekonomik büyüme resesyon sınırı aşıp krize dayanmıştır. Liberalizmin, kapitalizmin sorunlarını çözeceğine ilişkin öngörüler iflas etmiştir.

Gerek ABD de gerekse AB, Japonya ve Hindistan’da batık bankalar “kurtarılma” sırasına girerek, liberal ekonomiye atfettikleri “her derde deva” iksirini inkâr noktasına gelmişlerdir. Ekonomik olarak kapitalist sistem çökme noktasındadır. “Dibe vurmaya” önlem olarak kamu harcamaları kısıtlanmakta, ücretler düşürülmekte, işten çıkarılmalarla işsizlik tavan yapmaktadır. Yirmi yıldır yürütülen sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, işçi haklarının budanması da kapitalizmin çöküş noktasına gelmesine engel olamamıştır. Bir başka deyişle kapitalistlerin kolay gerekçesi olan işçi hakları, sendikal mücadele, ücretlerdeki iyileştirme budanarak son yirmi yıldır yerini açlıkla tokluk arasında bir ücrete bırakmasına, toplu ücret pazarlıkları tarihe karışmasına, Amerikanvari mafya sendikacılığının sınıf sendikacılığı yerine ikame edilmesine karşın sistem, kendisinin doğurduğu ve iç çelişkilerinden kaynaklanan, hızla “infilak etmeye doğru” aldığı yolun önüne geçememektedir. Kapitalizmin sözcüleri sistemin iflasını ilan etmiş durumdalar ve panik içindedirler. Yukarıdaki başlık altında-Kapitalizm: Nereye? Fantezi ve gerçek- buraya kadar irdelemeye çalıştığımız gözlem, kapitalizmin ekonomik ve mali/finansal yapısının gelmiş olduğu aşama itibariyle anlaşılmasına yönelik bir özet olup, iç çelişkilerinin kavranmasına ışık tutmaktır. Amacımız, kapitalizmin ekonomik analizi olmayıp, ancak bu iç çelişkilerin doğru kavranmaması durumunda da sınıf mücadelesinde doğru adımların atılamayacağına ilişkin inancımızdır. Aksi durumda sınıf mücadelesinin sağlam zemini, mücadele araçlar ve örgütlenme biçimi popülizmin kaypak zeminine teslim edilecektir. Amaç, bu çelişkilerin toplumsal görüntülerinin tespiti ve bu zeminde devrimcilerin sınıf mücadelesine örgütlü müdahalesinin tartışılmasıdır. Özetle, Devrimci eylem için olgunlaşması beklenen “objektif durum” kapitalizmin tarihinde hiç görülmemiş biçimde yaşanmaktadır. Üstelik bir mucize gerçekleşmezse kapitalizmin artık kendini düze çıkarma gücü de bitmiştir. Bundan ötesinde kapitalizmin işleyişinde bir normalleşmenin olmayacağı yine sistemin sözcüleri tarafından itiraf edilmektedir. Yönetenler artık eskisi gibi yönetemediklerini en yetkili ağızlardan ilan etmişlerdir. AB nin “hatırı sayılır” ülkeleri Yunanistan, Portekiz, İrlanda resmen iflasını açıklamış, İspanya, İtalya, Fransa topun ağzındadır. İngiltere’de işlerin eskisi gibi gitmediği, ABD nin şaşkınlık ve panik içinde olduğu artık gizlenemiyor. Rusya, Japonya, Hindistan Güney Kore, Malezya v.d ekonomik olarak gelişmiş ülkeler resesyona-ekonomik durgunluğa- çare bulamıyorlar. İki binli yıllarda başlayan merkez kapitalist ülkelerdeki kitlesel eylemler yoğunlaşarak devam ediyor. Yunanistan, İrlanda, İngiltere Fransa ayakta… Dikkat edilirse irdelenen ülkeler kapitalist ülkelerdir ve kapitalizmin geliştiği ağırlıklı olarak Avrupa’dır. Bugüne değin devrimciler arasında tartışma konusu olan evrim döneminin hazırlığı ve devrimci eylemin ön hazırlıklarının yapılması, yani yönetenlerin eskisi gibi yönetemez durumda olmalarına ilişkin tartışmalar geride kalmıştır. Sistemin iç çelişkilerinin süreklilik kazanması ve giderek derinleşmesi bu tür tartışmaların “kıymeti harbiyesini” ortadan kaldırmıştır. Marksın öngörüsü Marks’tan yüz elli yol sonra gerçekleşme noktasına gelmiştir. Avrupa, işçi sınıfı iktidarına, devrimci duruma hazırdır. Kapitalizm kendisini kendi merkezinde vurmuştur. Bu çelişkilerin bağımlı/sömürge/yarı sömürge ülkelere yansıma şiddet ve derecesinin daha yoğun olduğu aşikârdır.   Burada “amacı aşan” bir anlama yanlışlığına düşülmemelidir. Kastettiğimiz şey, alışılagelen deyimle “evrim-devrim” aşamaları tartışmalarının anlamını yitirdiğidir. Yani objektif koşulların bütün Avrupa’da olgunlaşmış olduğudur. Şimdi üzerinde durulması, düşünülmesi ve çözüm üretilmesi gereken şey işçi sınıfını iktidara taşıyacak olan devrimci örgütlenmenin yaratılmasıdır. Objektif koşulların hazır olması işçi sınıfının iktidara talip olmasının gerekli şartıdır ancak yeterli şartı değildir. Yeterli şart, kitleselleşmiş sınıf örgütünün, sınıfı iktidara taşıyacak nitelikte yaratılmasıdır. Oysa salt objektif koşulların hazır olması, işçi sınıfına kendiliğinden iktidarı hediye etmeyecektir. Öyleyse burada ikinci tespite geçilmelidir. Kapitalizmin henüz bugünkü aşamasına gelinmediği yirminci yüz yılbaşlarında dönemin devrimcilerince tek ülkede devrimin mümkün olup olmadığı sorunu tartışıla gelmiştir. Tek ülkede devrimin mümkün olmadığını ileri sürenler Marks-Engelsi referans olarak göstererek, tek ülkede devrimin mümkün olduğunu ileri süren Bolşeviklere karşı Marks-Engelsi “saptırarak” karşı koymuşlardır. Oysa Marks ve Engels yaşamları boyunca Avrupa merkezli hiçbir Sosyalist/Komünist partiye Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde devrimci koşulların hazır olduğuna ilişkin bir öneri ve tavsiyede bulunmamışlardır. Marks ve Engelsin Israrla üzerinde durdukları şey, kapitalizmin iç çelişkilerinin sarmalında boğulmalarıyla yöneten burjuvaların yönetemez duruma düşmelerinin beklenmesi ve ikinci olarak da iktidarı almaya hazırlıklı işçi sınıfı partisinin bu dönemde örgütlenmesi ve hazırlanmasıdır. Kapitalizmin iç çelişkilerinin artacağının elbette bilincindeydiler ancak yaşadıkları dönem kapitalizmin gürbüz ve gelişme çağıdır. Bu dönemin sayısal olarak ne zaman geleceğinin bilinmesi Marksistlerin değil müneccimlerin işidir. Bu nedenle bu öngörü elbette yaşanılan dönemin özelliği nedeniyle gerçekleşmemiştir. Bundan dolayıdır ki yaşadıkları dönem boyunca da devrimci kalkışma için koşulların uygun olduğuna ilişkin haklı olarak bir tek öneri ve tavsiyelerine rastlanmayacaktır. Leninin yaşadığı dönem artık kapitalizmin geliştiği, boy attığı gürbüzleşip serpildiği dönem değildir. Tersine gericileştiği, üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin uzlaşmazlık kazandığı, içerde sömürünün katmerleştiği, kapitalist merkezler dışında kapitalist sömürgeciliğin başladığı çağdır. Kapitalistler arasındaki rekabet ve çelişkinin nitelik ve derinliğinin kapitalistleri savaş ve çatışmalara sürüklediği çağdır. Yani birlikte hareket eden, bütünleşen bir sistemin değil, her biri ayrı ayrı ve aralarında kıyasıya rekabet eden farklı kapitalist ülkeler söz konusudur. Leninin Rusyası bu anlamda kapitalist zincirin en zayıf olduğu noktadır ve zincirin bu noktadan kopması, Rusya’da işçi sınıfının iktidarı alması içinde bulunulan koşullar dikkate alındığında herhangi bir Avrupa ülkesinden daha yakın ve olanaklıdır. Bu koşullar diğer herhangi bir Avrupa ülkesinde yoktur. Kapitalizm, emperyalizm çağına gelmiştir ancak henüz iç çelişkileri Avrupa’da burjuvazinin egemenliğine son verecek kadar güçlü ve keskin değildir. Burjuvazi kendi sınıf iktidarını devam ettirme olanaklarına halen sahiptir. Buradan çıkarak Marks-Engels ile Lenini karşı karşıya getirme gayreti bir teorik noksanlık ve iyi niyet belirtisi olarak görülemez. Marksın Avrupa’da devrim beklentisi, aşağı yukarı aynı zaman diliminde kapitalist üretim ilişkilerini inşa eden Avrupa’nın kapitalizmin bunalımını da aynı zaman dilimi içinde yaşayacağı öngörüsüdür. Yoksa Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde işçi sınıfının iktidarı almak için koşullar hazır olduğu halde Marks ve Engelsin bu ülkede devrimi engellediği gibi gülünç bir durum çıkacaktır ortaya. Bu tür ipe sapa gelmez gerekçeleri ileri sürenlerin komün hareketi öncesi, koşulların uygun olmadığına ilişkin ısrarlı uyarılarına karşın, komün hareketi başlayınca komün siperlerinde bir militan gibi savaşmalarını açıklayamazlar. Ayrıca Marksizm bir ayet de sunmamıştır ki şimdiye kadar, ayet de “ devrim için şu Avrupa ülkesinde koşullar hazır ama siz sütün Avrupa’da devrimci koşullar oluşuncaya ve bütün işçi sınıfı iktidar için hazır oluncaya kadar bekleyin”… Marks-Engelsin söylemediğini Marks-Engelse söyletme gibi bir yeteneğin sahibi olanlar, elbette Marks-Engels ile Lenini de karşı karşıya getirme becerisinin “üstesinden gelmeyi” kendilerine “iş” edineceklerdir. Hayat, bu türleri, tarihin “kıymetleri bilinmeyen” kader kurbanı ibretlik antikalar gibi müzelerde sergiliyor bol ödenekli Soros namlı velinimetleri için…

Şimdi denilecektir ki, madem kapitalizm gelmiş olduğu aşama itibariyle bu kadar vahim durumdadır, bundan böyle artık iflah olması da olası değildir ve süreklilik kazanan kriz de kapitalizmin kalp krizidir, o halde bu “kalp krizi” nin kapitalizmi ansızın yere sermesi ve insanlığın bu baş belasından böylelikle kurtulması olası değil midir? Şayet insanlık kendini yok eden bu baş belasına birkaç yüz yıl daha-kaç yüzyıl?- katlanmak istiyorsa elbette hiçbir ekonomik, sosyal ve kültürel oluşum ilelebet değildir ve yerini kendisinden sonra gelecek olana bırakacaktır. Tabi, kapitalizmin yeryüzünü cehenneme çevirecek ölümcül silahları hala depolarından çıkmayacaksa, kıtasal çapta açlıklara insanlık hala dayanabilme gücü gösterecekse ve doğa kendisini her geçen gün yok eden bu canavara hala tahammül etme gücünü gösterecekse… Evet, kapitalizm işçi sınıfının ve diğer emekçi kesimin iradi müdahalesi olmadan tarihin bir evresinde yok olup gidecektir. Muhtemel değil daha yakın bir olasılık ise kapitalizmin kendisiyle birlikte insanı ve doğayı da ölümcül sona sürükleyeceğidir. Kapitalizmin evrim geçirerek kendini ortadan kaldırmasını beklemek devrimcilerin değil, aymazların işidir. Devrimciler bu gidişe ancak işçi sınıfının ve diğer emekçi kesimlerin iradi müdahalesi ile bu müdahalenin maddesini, sınıf parti ve örgütünü yaratarak son verme yükümlülüğü altındadır.

Kapitalizmin tarihinde yaşanılan süreç, gerek sınıfsal saflaşmalar açısından gerekse kapitalizme -kendi merkezlerinde ve geri bıraktırılmış ülkelerde- sistem olarak kapitalizmi hedefleyen doğrudan/cephesel ve kitlesel tavır alışlara tarihin hiçbir döneminde böylesine net ve açık olarak tanık olunmadı. Deprem, yüzeye çok yakın… Bugün yaşanan artçı dalgalar kapitalizmi alt üst edecek büyük depremin habercileridir. “Fantezi ve gerçeğin” bundan önceki bölümlerinde kapitalizmi alt üst edecek depremin kapitalizmin içindeki çelişkilerden çıktığını, şimdiye dek kapitalizmin yaşadığı kriz ve bunalımların kapitalizmin “ baş ağrısı” olduğunu, ancak bu defa olayın çok farklı geliştiğini ve artık yaşanan bunalım ve krizin kapitalizmin“baş ağrısı” değil, “ kalp ağrısı” olduğunu ve kanserli yapının tedavisinin de mümkün olmayacağını belirtmiştik. Sistem, çözülme ve dağılma sürecine girmiştir. İkibinli yılların başında Kapitalist merkezlerde yaşanan –Seatle, Roma, Cenova v.b- kitlesel protesto eylemleri, eylemler dışında kalan kitleleri “ne oluyor” sorusuyla karşı karşıya getirmiştir. Eylemciler de bir yandan kitleselleşirken diğer yandan eylemin eğiticiliği ile taleplerini daha belirgin ve net olarak ortaya koymaya başlamışlardır.

İki binli yılların başında kitleler vatandaşlık ilişkilerindeki yalan ve istismarı, vergilerin kaynaklarını ve kullanıldıkları yerleri, devletin sömürü mekanizmasının bir parçası ve mali sermayenin zor gücü ve baskı aracı, dev tekellerin tahsilatçısı olduğunu, parlamentoların sistemin sekreterleri olduğunu ve görünürde ülkede yaşayan halkın iradesini temsil ettiği yalanını sorgulamaya, kapitalizmin değerlerini ve yargılarını tartışmaya başlamıştır. Haklar ve özgürlükler, eşitlik ve adalet, yaşam hakkı sorgulanmış ve tartışılmıştır. Avrupada iki binli yılların başlarında boy veren kitlesel eylemler bu sorgulama ve tartışmanın ilk görünür biçimidir. Bugünkü eylemlerin farkı ise küresel kapitalizme, serbest piyasa ekonomisine ilişkin sosyalizm seçeneğinin kaçınılmazlığını ve zorunluluğunu açıkça olarak ortaya koymakla, ilk eylemlerden ayrılmaktadır. Burada sözünü ettiğimiz toplumsal hareketlilik, merkez kapitalist ülkeleri saran ve sarsan, gün geçtikçe kitleselleşen, büyüyen ve bütün kitlesel mücadele biçimlerini kullanan/ hayata geçiren antikapitalist nitelikli eylemlerdir. Hatta öyle ki, bu eylemlerin içeriğini magazinleştirmeyi pek seven burjuva medyası, eylem alanlarını da AB ülkeleri ve ABD ile sınırlı tutmaya, eylemin etkisini de küçümsemeye pek hevesliler. Oysa görünen bu değildir ve eylem yalnızca merkez kapitalist ülkelerle sınırlı da değildir. Şilideki öğrenci-işçi eylemleri, eski Sovyetlerdeki komünistlerin yeniden alanlara dönmesi, Brezilyadaki işçi işgalleri, İrlandadaki sokak gösterileri, Güney Koredeki öğrenci-işçi eylemleri, kaynayan Filipinler ve Malezya, homurdanan Japonya emekçilerinin sistem karşıtı eylemleri bilinçli olarak gözden kaçırılmaya çalışılmaktadır. Ortalama bilinçli bir insanın olayların gelişiminden gözlediği şudur: Burjuvazi bilinç karatmaktadır. Küresel kapitalizmin/Mali sermayenin düzenlediği, kışkırttığı ve bütün olanaklarını seferber ederek organize ettiği, Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesinin bir parçası olan“Arap Baharı” denilen ucube ile antikapitalist nitelikli eylemleri yan yana koyarak sisteme dahil etmek için örgütlediği Arap dünyasındaki eylemlerle, sisteme karşı sokaklara dökülen ve açıkça sosyalizmi talep eden anti kapitalist eylemleri aynı potada göstermeye çalışmaktadır. “Arap Baharı” denilen gösterilere sempatiyle yaklaşan burjuva medyası, antikapitalist eylemleri ve eylemcileri adeta burun kıvırarak küçümsemektedir ve değişmez alışkanlığı ile eylemcileri “anarşist ve teröristlikle” itham etmektedir. Kısacası, burjuvazi eylemlerin içeriğini sabote etmek ve küçümsemek için harekete geçmiştir. Birbiriyle zamandaş olan iki ayrı coğrafyada meydana gelen eylemlerin arasındaki kalın çizgiyi doğru kavramak gerekir. Emperyalist/Kapitalizmin orta doğuya müdahalesi sömürü alanlarının ve sömürü biçiminin yeniden düzenlenmesidir. Bu ülkelerin işgalinin adı da, kendi dillerinde bu ülkelere insan hakları ve demokrasi götürmektir. Orta Doğunun “teneke diktatörlerle” yönetildiğini elbette yadsıyacak değiliz. Arap ülkeleri yönetimlerinin ortak yanı yönetimlerin dinsel referanslı olmalarıdır. Emperyalist kapitalizm bu ülkelerdeki yönetimlerin tasfiyesini ve bu ülke halklarını demokrasiyle tanıştıracağını” vaat etmektedir. Ancak, görülen o ki, Sudu Arabistan, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap emirlikleri gibi katı şer’i kurallarla yönetilen ülke yönetimleriyle hiçbir sorunu olmadığı gibi, bu ülke diktatörlerinin yönetimlerine olanca desteği sağlayan emperyalistler, yeraltı zenginliklerini kamulaştıran, emperyalist tekellerin söz ve sömürüsünü kısıtlayan ve yine şer’i-dinsel yönetimlerle yönetilen İran’a diş bilemekte, Irakta Saddamı idam etmekte ve Libyada Kaddafiyi linç ettirerek öldürmektedir. Tahrir meydanını eylem alanına çeviren Mısırda “Müslüman kardeşler” yeni yönetimde dizginleri eline alırken ordu yönetime oturmuş, Tunusta yapılan seçimlerde seçimlerin galibi şeriatçı-dinci Enhud partisi seçimin galibi olmuş, Libyada daha belirsizlik bile giderilmeden ayaklanmayı organize eden “Ulusal geçiş konseyi” yönetimin şeriat düzeni olacağını açıklamıştır. Emperyalist/Kapitalistlerin bundan asla rahatsız olacakları düşünülmelidir. Orta Doğunun diktatörlerinin bir kısmının alaşağı edilirken bir kısmının yönetimde sefa sürmelerinin destekçisi emperyalizm için demokrasinin de insan haklarının da ölçüsü “emperyalizme koşulsuz” teslimiyettir, emperyalizmin orta doğudaki çıkarları açısından nasıl bakıldığı, nasıl yaklaşıldığıdır. Bu olgu çerçevesinde Arap ülkeleri ayaklanmalarında esas faktör emperyalist ajanların organizatörlüğü, emperyalistlerin askeri ve mali sınırsız desteğidir. Elbette bu ülkelerde ayaklanmaya, gösterilere katılan insanların beklentileri itin birinin gidip diğerinin gelmesi değildir. Daha insanca bir yaşam, eşit yurttaşlık hakları, iş, sağlık güvencesi gibi taleplerle meydanları doldurdular. Bu doğrudur, ancak bir doğru daha vardır ki, neyi istemediğini bilmen kadar neyi istediğini ve nasıl yapacağını bilmen de bir o kadar önem taşımaktadır. Yoksa birileri sizin tepkilerinizi kendi çıkarları adına kendi kanallarına akıtır. Mısırda özgürlük istersiniz, tepenize ordu biner, Tunusta özgürlük istersiniz karşınızda dinci bir partinin iktidarını bulursunuz. Libyada, daha ilk gün ülkenin şeriatla yönetileceğinin ilanını duyarsınız… Sonuç olarak “Arap Baharı” denilen olgu emperyalizmin Büyük orta Doğu projesinin hayata geçirilmesidir ve ayaklanmanın bedelini ödeyen kitlelere yalnızca isyanda ölmek ve yaralanmak kalmıştır. Emperyalizm adına ölünmüştür, emperyalizm adına yaralanılmıştır. Oysa Kapitalist merkezlerde ve çevre/bağımlı kapitalist ülkelerdeki gösterilerin amacı nettir: “ Kapitalizm Defol”… Denilebilir ki, emperyalist merkezler ilk kez küresel boyutta sisteme karşı alternatifini yaratarak gelişen bir eylemle karşılaşıyorlar. Mali sermayenin beyni Wall Street ilk kez bir eylem alanına dönüşüyor… ABD li emperyalistler şaşkın… Bütün önlemleri polisin zorbalığından ibaret… Kararlı ve ısrarcı… Saygın Üniversitelerin profesörleri arka arkaya destek mesajları yayımlıyorlar… Yunanistan’da bütün emekçi halk aylardır sokakta… İrlanda kaynıyor… İtalya barut fıçısı… İngiltere, Fransa, Kuzey Avrupa, Asyanın Kapitalist ülkelerinde antikapitalist gösteriler ilk kez sınıfsal taleplerle örgütleniyor ve dayatıyorlar… Görünen o ki bu eylemler zengin ve karmaşık örgütlenme biçimleriyle daha da yaygılaşacak ve kitleselleşecektir… Kimileri “68 ruhunun” dirildiğinden bahsetse de kanımızca 68 Avrupa eylemleri gençlik eylemleridir ve talepleri bu kadar net ve sınıfsal değildir. Eylemin sınıfsal bileşenleri açısından bakıldığında da, 68 eylemleri gibi eyleme damgasını vuran salt gençlik olmayıp, bütün emekçi kesimler eylem alanının içindedirler. Eylemler göz kamaştırıyor ve umut aşılıyor… Ya Sonrası? Bizce devimciler bu soruyu açıklıkla sormalı ve yanıtı aramalıdırlar… Bu ülkedeki eylemlerin hiç biri bir sınıf partisinin öncülüğünde örgütlenen eylemler değildir. Hemen hemen tümü kendiliğinden gelişen ve ansızın ateş topu gibi büyüyen, tehdit eden, cesaret aşılayan eylemlerdir. Eylemciler ne istediklerini biliyorlar… Sosyalizm… Peki, nasıl yapacaklarını da biliyorlar mı? Hayır. Görünen odur ki kapitalist ülke sosyalist/komünist partileri durağanlık çemberini kıramamıştır, değil kitlesel eylemleri örgütleme beceri ve yeteneğine sahip olmak, kendiliğinden gelişen eylemlere öncülük etme, hedef gösterme yeteneğinden de mahrumdurlar. Süreci kavrayamamışlardır ve kitle eylemlerinin gerisinde kalmışlardır. Öncülük etmek yerine artçı duruma düşmüşlerdir. Elbette izlenimlerimiz sonuçlara ilişkindir. Sebepleri mutlaka tartışılmalı ve artık kronikleşmiş sistemle parlamentolarda hesaplaşacağını sanan bu durağan sosyalist ve komünist sıfatlı partilerin sınıf mücadelesini yürütme/yönlendirme kudret ve iktidarında olmadığı görülmelidir. Sokağın militanlaşması karşısında üzerinden ölü toprağını atamayan bu partilerin ayrıca sistemle ne gibi bir sorunlarının olduğu da, daha doğrusu kapitalizmle bir sorunlarının olmadığı da artık anlaşılmalıdır. Oysa bu eylemlerin sosyalistlere komünistlere açıkça mesaja şudur: “Biz sokaktayız. Alanlarda Sınıf partisi olduğunu iddia edenleri göremiyoruz”. Yeniden düşünmeliyiz. Kitleleri örgütleyecek, öncülük edecek, hedef gösterecek bir sınıf partisi bu eylemlere öncülük etmediği sürece, korkarız bu eylemlerde saman alevi gibi sönüp gidecektir. Kapitalizmin “ebedilik” fantezisi can çekişiyor, emekçi sınıflar kendi gerçeklerini arıyor. Gerçeği gösterecek, kavrayacak ve kavratacak bir sınıf partisi…

           Kitle dergisinin bundan önceki sayılarında tartıştığımız, küresel kapitalizmin bunalım ve krizinin “tedavisinin artık mümkün olmadığına” ilişkin tespitleri doğrulayan gerek ekonomik ve politik, gerekse siyasal ve kültürel yeni gelişmeler birbirini izlerken, mevcut durumu sınıfsal dinamiklerinden kopararak, sınıflar üstü gevezeliklerle açıklamaya çalışan küçük burjuva aydınların olaylar karşısındaki şaşkınlığının da belirgin biçimde artmış olduğu gözlenmektedir. 20. yüzyılın son çeyreğine kadar kırk-elli yılda bir gözlenen krizlerin devresel aralıkları, değil yıllara neredeyse birkaç ayda bir tekrarlanır olmuştur. Bir sonraki kriz bir öncekini daha da derinleştirmektedir. Kapitalizm, kaçınılmaz sonuna doğru eğik düzlemde kaymaya başlamıştır. Kapitalizmin ölümcül hastalığı bir sonraki gün bir önceki güne göre daha da ağırlaşmaktadır ve bu olgu toplumsal yaşamın bütün alanlarında alenen gözlenmektedir. İşte tam da bu noktada sınıf mücadelesinin örgütlenmesine ilişkin tespitler işçi sınıfı devrimcileri ile küçük burjuva devrimcilerinin sorunlara yaklaşımının arasındaki temel farkı da ortaya koyacaktır. İçinde bulunduğumuz mevcut durumun doğru kavranması açısından Türkiye devrimci hareketinin “kitlesellik” kazandığı 12 Eylül öncesindeki devrimci hareket içindeki tartışmaların “farklılığı”nın emperyalizmin tahlilindeki farklılık olduğu açıktır.

 Kapitalizmin içinde bulunduğu durumun tahlili öyle ki sınıf mücadelesinin bütün normlarını belirleyecektir. Örgütlenme anlayışı, mücadelenin araçları, ittifaklar sorunu bu tahlile göre belirlenecektir. Şu noktanın altı çizilmelidir. O dönemde emperyalizmin tahlilinde, giderek mücadele ve örgüt anlayışında ortaya çıkan farklılık, kapitalizmin klasik işleyişini geride bırakıp daha küresel çapta daha bir bütünleşmeye yönelişinin, bu “bütünleşme ve küresel yönelimin” krizleri de ağırlaştırdığının ve bununun sonuçlarının çalışma biçimini belirlediğinin doğru kavranamayışıdır. Tartışmalarda fırtınada bu noktada kopmuştur zaten. Kapitalizmin klasik işleyişini geride bırakıp küreselleşmeye yönelmesine ilişkin tespitler öyle ki, bu tespiti yapanlar sanki emperyalizmin çelişkilerinin ortadan kalktığını söylüyorlarmışçasına “anlamaktan uzak adeta” suçlanmışlardır. Şimdi bir başka başlık daha açılmalıdır. Örneğin AB o dönemde birliği oluşturan ülkelerin bazı alanlarda, özellikle ekonomik alanlarda- işbirliği yapmalarından öteye bir anlam kazanmamıştı. Ulusal kurtuluş savaşlarıyla siyasi bağımsızlıklarını elde eden ülkeler yeni sömürgecilik çemberine alınmış, ülkedeki iktidar emperyalistler ve işbirlikçi hakim sınıflar eliyle ve genellikle ya askeri diktatörlükler ya da faşizm ile yönetilmektedir. Bunların hepsi doğru ancak, kapitalizmin küreselleşmesi olgusu bugünden yarına hemen biçimlenerek gerçekliğe dönüşen bir olgu değildir ve gerekli süreç başlamıştır. Bu tahlillerin yapıldığı dönemde kapitalizmin küreselleşmesinin hemencecik gerçekliğe dönüşmemesi, emperyalizmin işleyişindeki değişikliğe ve bu değişikliğin mücadele biçimlerini belirleyeceği gerçeğine göz yummak değildir. Tersine, bu gelişmeler doğru izlendiği sürece, gelişmelere uygun mücadele ve örgütlenme biçimleri de doğru biçimde kavranacaktır. Kapitalizmin kendi içinde klasik dönem çelişkilerini arayan ve hatta devrim umudunu emperyalistler arası bir savaşa bağlayan devrimci grupların yanılgılarını temeli de budur. Yirminci yüzyılın son çeyreği bu gelişmelerin adeta biçimlendiği, gidişatın gözle görülür duruma geldiği ve topluma dayatıldığı dönemdir. Küreselleşme, ilk dönemler itibariyle izafi başarılar elde etmiştir. Gerek sistem olarak/Sovyetler ve sosyalist sistem/ gerekse kapalı ekonomileri yıkarak / geri bıraktırılmış ülkeler/ kapitalizmin ihtiyacı olan daha geniş ve evrensel pazarların elde edilmesini sağlamıştır. Avrupa kapitalizmi AB eliyle dar alanda ekonomik ilişkiler ağı olmaktan çıkmış, siyasi, ekonomik ve kültürel bütünleşmeye adım atmıştır. Sistemin merkez ülkeleri dışında kalan ülkeler küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden organize edilmeye, açık pazar haline getirilmeye başlanmıştır. Kısaca, 20.yüzyılın son çeyreğinde uç vermeye başlayan kapitalizmin işleyişinde meydana gelen değişiklikler, bu gün küresel kapitalizm olarak adlandırılan olgudur. Buradan gelmeye çalıştığımız nokta şudur: 12 eylül öncesi devrimci hareketlerin tartıştığı kavramlardan biri de- ki bizce en önemlisidir- “Suni denge” olgusudur. Kısaca, kapitalizm tarihsel ömrünü tamamladığı ve yaşanılan yüzyılın proletarya devrimleri çağı olmasına karşın sistemin hala ayakta durması, kitleleri siyasi ve ideolojik olarak yedekleyebilmesinin sebebi nedir?. Bu dönemin devrimcileri bu sorunun yanıtını aramışlardır. Evet, sistem tarihsel olarak ömrünü tamamlamıştır, ancak sınıfsal örgütlenmenin düzeyine paralel olarak kitlelerin siyasal bilinçlerinin sınıf bilincine erişmemesi nedeniyle burjuvazi bu boşluğu kitlelere kendi ideolojik ve siyasi iradesini dayatarak doldurmuştur. Sistemin iç çelişkilerinin bunca artmasına, açlık ve yoksulluğun kol gezmesine karşın kitlelerin siyasal tercihleri nasıl oluyordu da yine sistemin kendisi oluyordu?.. Hatta öyle ki, bunca yoksulluğun üstüne üstlük, özellikle yeni sömürge ülkelerde gerek askeri diktatörlükler gerekse açık faşizm gibi yönetimler emperyalist/kapitalistler eliyle ikame edilmesine, toplu katliamlar, işkenceler, tutuklamalar ayyuka çıkmasına rağmen, açık karşı devrimci zor yüzünü nasıl gizleyebiliyor? Acaba, kitlelerin daha bir yoksullaşması, burjuvazinin daha bir saldırganlaşması kitlelerin gözünü açar da burjuvaziye karşı cepheden bir sınıf savaşının gerekçesini de oluşturabilir miydi?… “Suni denge” analizinin vardığı sonuç ve bu soruya verdiği cevap “evet” olmaktan uzaktı ve kitleler üzerindeki burjuva ideolojisi sökülüp atılmadan ve kitleselleşmiş bir sınıf partisi öncülüğünde işçi sınıfının iktidara alternatif olabileceği anlatılmadan, pratik mücadele içinde bizzat sınıf örgütünün örgütlü mücadelesi ile bu olgu kitlelerce anlaşılmadan bu olanaksızdır. Ancak, sözü geçen dönem, kapitalizmin adı geçen ilişkilerinin uç vermeye başladı ve henüz çıplak gözle görülemeyen bir dönemdir ve kapitalizmin işleyişindeki aşamaların kavranamaması nedeniyle bu kavram adeta “bu da nereden çıktı” aymazlığı ile karşılanacaktır. Düşünmek ve tartışmak yerine, kolaycalığı seçip reddetmek… Yani, tam da bize özgü bir aymazlık…

          Şimdi sorun şu: Burjuva istatistikler bile bu gün yerkürenin beşte ikisin resmen aç, üçte birinin yoksulluk sınırı altında yaşadığını açıkça ortaya koyarken, dizginlenemeyen kapitalist üretim biçiminin insanı ve doğayı yok sayan pervasızlığı alıp başını giderken, solunan hava, içilen su zehirlenirken, merkez kapitalist ülkelerde bile çalışan kesimlerin ve sistemin dışında kalan yığınların yaşam standartları durmaksızın düşerken, baskı yasaları sadece çevre/bağımlı ülkelerde değil, Kapitalizmin egemenliğinin sürdüğü bütün ülkelerde hayatı kasıp kavururken, burjuva iktidarların hala ayakta kalması, sistemin aynı saldırganlıkla yoluna devam etmesi nasıl açıklanacaktır.? Satır başlarıyla sayılan olgular burjuvazinin kitlelerden siyasal tecridini sağlamsı gerekirken, sürece kapitalizme siyasal entegre oluş damgasını vurmuştur. Avrupa’da, burjuvazinin baskı ve sosyal-siyasal kısıtlamalarının, işsizliğin artmasının, çevre kirliliğinin devasa boyutlara ulaşmasının kitlesel tepkiyle karşılanması gerekirken, faşizmin yükselişe geçmesi bir tesadüf olmayıp, ancak burjuvazinin kendi dünya görüşü, yaşam biçimi, kültürü, politikası, sanatı v.b ile “sisteme uygun insan tipini” yaratmasıyla mümkün olabilmiştir. Oysa burjuvazinin içinde bulunduğu bu açmazların kitlelerde “sollaşma sürecini” hızlandırması beklenirken, tersine bu faktörler ırkçılığı, yabancı düşmanlığını kitleselleştirmektedir. Bunun bir açıklaması olmalıdır. Tarihsel gelişime biraz daha geniş açıdan bakıldığında 1. paylaşım savaşının kapitalistler arasındaki çelişkiyi artırmasının, Avrupa’da faşizmin iktidar oluşunun ardından, 2. paylaşım savaşı sonrası kapitalist dünyanın kendi aralarındaki sorunları savaşa yol açmadan ve sistemin bir bütün olarak hareket etmesini sağlayıcı uluslar arası örgütlenmeler, (İMF;Dünya Bankası, Dünya Ticaret örgütü v.b) ortak ekonomik politik ve askeri paktlar ( Nato v.b) oluşturularak sistemin sömürü mekanizmasını yer küre ölçeğinde sürdürmeye yönelmesi yeni bir işleyişin de ipuçlarını vermektedir. 2. Paylaşım savaşının sona ermesiyle birlikte Avrupada Sosyal demokrat iktidarlar egemenliği başlayacaktır. Kapitalizm iç tüketime yönelik üretime yönelecek, kitlelerin yaşam seviyeleri nispeten yükselecektir. Bununla birlikte burjuvazinin bu yönelimi katı bir anti-komünizmi beraberinde getirecek, ABD doğrudan Mc Carty soruşturma komisyonlarıyla komünistleri, sosyalistleri hedef alırken Avrupa işçi sınıfı iktidarını hedefleyen Marksist-Leninist partileri ideolojik deformasyona uğratacak, bu partilerin adları yine Sosyalist-Komünist partiler olarak kalacak ama ideolojik olarak içini boşaltacak ve kendi iktidarının payandası yapacaktır. Avrupa Komünist partileri utana sıkıla Marksizmin şurasından, Leninizmin burasından çekiştirerek partiyi sınıf partisi olmaktan uzaklaştıracak, Stalini cellat ilan edecek, Castroya tepeden bakacak, Che’yi hayalperest bulacak ve gönül rahatlığı ile burjuvazinin huzuruna “kabul görmeye” görücüye çıkacaktır. Bütün bu tespitlerin amacı artık küreselleşen kapitalizm koşullarında suni dengeye yeniden dönmek-burjuvazinin yönetme silahı- ve bu silahı burjuvazinin elinde patlatacak olan sınıf mücadelesinin “olmazsa olmaz”ı sınıf partisinin inşasına yönelik tartışmalara devam etmektir.

Devrimci bir yayın organının/Kitle Dergisinin/  olanakları çerçevesinde tartışmaya çalıştığımız kapitalizmin bulunduğu aşama itibariyle işleyiş biçimlerine ilişkin tespitler yalnızca Marksist devrimcilerin tespitleri olmayıp sistemin uzmanlarının da kapitalizmin kaçınılmazı kaçınılmaz sonunu yaşadığına ilişkin artık gizleyemedikleri tespitlerdir. Elbette devrimciler, salt sistemin işleyişindeki değişiklikleri tespit etmekle yetinemezler ve başlıca görevleri de bu değildir. Devrimciler, ancak kapitalizmin işleyişindeki değişiklikleri ve gerçekleri irdeleyerek doğru bir mücadele hattı kurabilirler ve mücadele etme yeteneği kazanabilirler. Bu kaçınılmazlık işçi sınıfının mücadele pratiğinin de doğru bir başlangıç noktasıdır. Kapitalizmin işleyişindeki değişikliklere paralel olarak örgüt ve mücadele anlayışları da yeniden yapılandırılmak, toplumsal değişimin sonucu olarak ortaya çıkan sınıfsal farklılıkları gerçeğe uygun biçimde tespit etmek kısaca sistemin işleyişinde ön plana çıkan olguları ve dinamik süreçleri doğru şekilde kavrayarak sınıf mücadelesini bu olgu ve süreçlere müdahale edebilecek etkinlikte yeniden düzenlemek zorundadırlar.   Kapitalizmin bugününün dününe  göre daha karmaşık ve girift olması sınıf mücadelesinin de daha karmaşık ve girift olmasını zorunlu kılmaktadır. Üstelik Burjuvazi, kapitalizmin tarihinde almış olduğu yenilgilerden Marksistlerden daha çok dersler çıkarmış ve edindiği deney ve tecrübeleri sınıf mücadelesinin mücadele araçlarının dejenere edilip yozlaştırılması, atıl kalması, etkisizleştirilmesi açısından oldukça etkili ve sonuç alıcı biçimde kullanmış, kullanmaya devam etmektedir. Açıkça kabul edilmelidir ki burjuvazinin bu başarısı sadece kendi sınıfsal ve örgütsel yeteneği ile açıklanamaz. Aynı zamanda burjuvazinin değişik biçim ve görünüm altındaki saldırılarına aynı yöntemle cevap verme yetenek ve iradesine sınıf partisini inşa edemeyen sözüm ona sosyalistlerin/komünistlerin aymazlıklarını da eklemek gerekecektir. Nereden başlamalı?. Tartışmaya iki tespitle devam edelim.

Birinci tespit: Sınıf mücadelesinin mücadele hattının belirlenmesinde, Uluslar arası mücadele ve müdahale alanı, en az ulusal sınırlar içindeki mücadele ve müdahale alanı kadar önem kazanmıştır. İşçi sınıfının uluslar arası mücadele birliği, Komünist Enternasyonalin deney ve tecrübesine sahiptir. Bu deney ve tecrübe esas alınarak günün koşullarına uygun mücadele ve örgütlenme biçimlerini tartışmalı ve yaşama geçirmelidir. Dünya Komünist işçi hareketinin Evrensel/Küresel bir organı olarak inşa edilmeli ve pratik yol gösterici fonksiyonu ön plana çıkmalıdır. Ulusal ve uluslar arası işçi hareketinin merkezi koordinasyonunu üstlenmelidir. Herhangi bir ülkenin ulusal sınırları içinde uç veren grevler, boykotlar, işgaller, geniş tabanlı kitlesel gösteriler gibi sisteme karşı girişilen kitlesel hareketlerin diğer ülke işçi sınıflarınca fiilen desteklenmesinin örgütleyicisi ve organizatörü olmalıdır. İkibinli yılların başında başlayan ve günümüze değin süren Roma, Seatle, Cenova, Londra, Paris, Atina, Vaşngton, Newyork v.b gibi kitlesel, ancak kendiliğinden gösteriler parti disiplini altına alınmalı ve burjuvazinin iktidarını hedefleyen ve sürekliliği sağlanan hareketlere dönüştürülmelidir. Kapitalizmin toplumun yaşam alanlarına başlattığı saldırının kitlelerde meydana getirdiği tepkinin oluşmasında mevcut Komünist/Sosyalist Partilerin bir fonksiyonunun bulunmadığı gerçeği kabul edilmeli ve bu partilerin mevcut örgütlenme biçimiyle sınıf mücadelesine öncülük etme yeteneğine sahip olmadığı kabul edilmelidir. Yukarıda saydığımız değişik ülkelerin kentlerinde gerçekleştirilen gösterilerde kitlelerin tepkisinin kapitalizme yöneldiğini, burjuvazinin kontrol ettiği medya bile kabul etmiştir. Ancak bunun önemli fakat yeterli olmadığı Marksistlerin bilgisi dâhilindedir.  Ne istediğini bilmek istenilenin gerçekleştirilmesi açısından yeterli değildir, aynı zamanda istenilenin nasıl gerçekleştirileceğinin de bilinmesi ve araçlarının yaratılması bir zorunluluktur. İşte sözünü ettiğimiz nitelik ve iradeye sahip bu araç sınıf mücadelesine öncülük etme yeterliğine sahip işçi sınıfı örgütüdür, partidir. Hangi ülkede gösteri tabanı ne kadar geniş ve gösteri araçları ne denli etkili olursa olsun sınıf örgütünün öncülük etmediği hiçbir kitlesel eylemin iktidarı hedefleme ve başarıya ulaşma şansı olmayacaktır. Bu hareketler kendiliğinden gelişen hareketlerdir ve kendiliğinden gelişen her hareket gibi direnme gücüne sahip değildir. Lenin tanımladığı gibi “ kendiliğinden hareketler saman alevi gibi uçup giderler”. Kapitalizmin merkezlerinde ve kapitalizme karşı düzenlenen gösterilerin özelliği budur. Washington Wall Street işgal eylemleri göz kamaştırıcıydı ya da göz kamaştırması için özel projeksiyonlarla desteklendi, Burjuvazi başlangıçta tepki göstermek yerine, kan emici sistemin ne kadar “hoşgörülü ve demokrat” olduğunu ispatlama fırsatı buldu, yanılsama gerçeğin üzerini kapattı ve puan kazandı. İş ciddileşince öldürmelere varan müdahalelerde gecikmedi. Yine son iki yıla damgasını vuran Orta Doğu ve Kuzey Afrikada meydana gelen kitlesel eylemlerin kendiliğinden karakteri karşı devrimcilerin bu hareketleri kullanmalarını ve Amerikancı-İslamcı güçlerin kazançlı çıkmasına neden olmuştur. Yani Karşı devrimciler bu ülkelerdeki hareketlerin kendiliğinden karakterini kendi lehlerine kullanmışlardır. Tunus’ta, Mısırda, Yemende, Libya’da başlayan kitlesel gösterilerin sadece Amerikan İslamcılarının işi olduğunu düşünmek yanıltıcıdır. Bu kitlesel eylemlerin içinde bu ülkelerin ilerici güçleri de vardır ve beklide eylemin örgütlenmesinde en çok emek ve çaba sarfedenler de ilerici güçlerdir. Ancak saydığımız ülkelerde bu eylemlerin semeresini toplayan amerikan İslamcısı Müslüman Kardeşler olmuştur, yani örgütlü güç kazanmıştır. Küresel kapitalizmin şakşakçılarının ağızlarının salyasını akıta akıta bu eylemlere “Arap Baharı” demeleri boşuna değildi ve küresel kapitalizmin bu ülkeleri açık Pazar haline getirmeleri, yeraltı, yer üstü zenginliklerini yağmalamaları için bir fırsattı. Yani bir taşla iki kuş birden vurdular. Hem dünya âleme ne kadar demokrat olduklarını ve bu ülkeler halkları için ne kadar çok demokrasi istediklerini (!) gösterme fırsatı buldular, hem de asıl amaçları olan Kapitalizmin küresel karakterine uygun yeni sömürü biçimlerini ikame ettiler. Bu eylemlerden geriye kalan ise ilerici güçlerin boyunlarına takılan bir zincirdir. Bu öylesine “geliyorum” denilen yanılgı bu ülkelerin ilerici güçlerince görülmemiştir, ya da sanki görmemek için adeta gözlerini kapamışlardır. İçtenlikle Kapitalizmin Demokrasi getireceğine inanmışlardır. Bu ülkelerin ilerici güçlerinin bu oyuna gelmeleri, gelinen bu noktada “hata” ile açıklanamaz. Hata, kasıt dışıdır ve bağışlanır. Ancak, emperyalist/Kapitalizmden Demokrasi beklemek hata değil ihanettir.

Suçlu kim? Sisteme karşı tepkilerini kitlesel eylemlerle ortaya koymaya çalışan geniş yığınlar mı, kitleleri doğru bir eylem çizgisinde birleştiremeyen, örgütleyemeyen ve öncülük etme yeteneğini yitirmiş, hantallaşmış Komünist/Sosyalist Partiler mi?. Kendiliğinden gelişen eylemler, her sınıfın ve alt toplumsal tabakaların kendi ekonomik demokratik taleplerini ileri sürdüğü, öncüsüz ve örgütsüz, kendi içinde nihai amaç birliği taşımayan eylemlerdir. İleri sürülen talepler “Ekonomik ve Demokratik” talepler olma özelliğinin ötesine geçmez. Bu tür eylemler kendi başlarına bırakıldığı sürece Sistemin örgütlü güçlerinin müdahalesi ile pasifize olur, dağılır ve söner. Dahası, burjuvazi, karşı devrimci zorun yıldırma ve pasifikasyon etkisinin hissettirilmesi, korku ve yılgınlık yaratılma fırsatı yakalaması için bu eylemlere başlangıçta sözde hoş görü(!) bile gösterebilir, Kitlelerde yaratılan yılgınlık ve korkuyla sistemi hedefleyen sınıf bilinçli kitlesel eylemlerin önlenmesi, hiç olmazsa geciktirilmesi için bir fırsat yakalar. Kendiliğinden eylemlerin doğası budur. Ancak, sınıf partisi öncülük etmediği sürece, saf,  hedefe kilitlenen ve kendiliğinden sınıf bilincine ulaşmış, sistemi/iktidarı hedefleyen kitlesel eylem bekleyenlerin, iki yüz yıllık sınıf mücadeleleri tarihinden hiç nasibini almamış laf ebelerinin, “bedavacılar” olduğu tartışılmamalıdır bile. Marksistler kitlesel eylemlerin bu yönünü bilirler ve öncüsüz eylemlerden medet beklemezler, hatta ters tepen bir silah olduğunu bilirler. Marksistlerle küçük burjuva devrimcilerini ayıran asıl kriter budur. Marksistler ancak öncülük edebilecekleri ve ekonomik demokratik taleplerle kendini sınırlamayan, sistemi/iktidarı hedefleyen kitlesel eylemlerin örgütlenmesinin asıl sorun olduğu bilincindedirler. Bu nedenle bu eylemleri biçimlendirecek, disipline edecek ve hedefe yönlendirecek işçi sınıfı partisinin inşasını ilk ve zorunlu bir başlangıç olarak görürler. Diğer küçük burjuva devrimcilerinden farklı olarak da enerji, çaba ve olanaklarını parti aracının oluşturulmasına hasrederler. Komünistlerin, sınıf mücadelesine öncülük edecek bir partinin inşasını bu denli önemsemelerinin asıl nedeni de budur. Sınıf partisinin öncülük etmediği, yol göstermediği, örgütlemediği ve müdahale etmediği hiçbir kitlesel hareketin başarı şansının olmadığını bilirler. Son on yıldır gerek merkez kapitalist ülkelerde, gerekse son iki yıldır Orta Doğu ve Kuzey Avrupa ülkelerinde meydana gelen kitlesel eylemlerin kendiliğindenci ve teslim olmaya hazır karakteri bu ülkelerin sosyalist ve Komünist Partilerince yalnızca seyredilmiş, bu partiler sürece müdahale ve süreci yönlendirme, eylemlere öncülük etmek yerine sürecin öncüsü değil “artçısı” olmuşlardır. İçinde bulundukları ideolojik ve örgütsel laçkalık, kitleleri emperyalist Burjuvazinin yalan ve demagojilerine karşı uyarma ve bilinçlendirmeyi engellemiştir. Öyle ki, Burjuvazi bu partileri ve örgütleri AB ve ABD nin sivil toplum kuruluşlarıyla örümcek ağına sarmış, ilericilik adına fonlarıyla beslemiş ve kendilerinin demokrasi ve insan hakları yalanını bu partiler eliyle kitlelere yutturmuştur. Kitleler aldatılmış, emperyalizmin ekmeğine yağ sürülmüştür.  Sınıf mücadelesinin bütün cephelerde sistemle ilişkilerini koparmış, ideolojik ve örgütsel bağımsızlığını kıskançlıkla koruyan sınıf örgütü oluşturulmadan, emperyalizmin bu tuzağına sınıf savaşının sürdüğü her alanda düşülecektir. Bu nedenle ikinci tespitimiz Nasıl bir parti?

“Nasıl bir Parti” tartışması, Dünya devrimci hareketinin bunca yoğun deneyiminden sonra itiraf edilmelidir ki yeniden başlanılan noktaya bir geri dönüştür. İşçi sınıfının, iktidarı ele geçirme ve sınıfsız topumla geçişin bir aracı olarak aracı olarak sınıf partisinin özgün yapısı, arkasında bunca deneyim ve birikimin derslerinin yaşanmadığı Sovyet devriminde Lenin ve Bolşeviklerce değer “sol” unsurlara karşı verilen ideolojik mücadele ile oluşturulmuş ve bu oluşumun tartışmasız doğruluğu Rus devrimi toplumsal pratiği ile doğrulanmıştır. Bu gün tarihsel olarak bulunulan noktada ve yaşanılan bunca yoğun dünya devrimci pratiğinden sonra “nasıl bir parti” tartışması entellektüel bir beyin jimnastiği olması gerekirken, tersine ertelenemez bir zorunluluk ve yakıcı bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır. Tartışma, biri diğerine bağlı, birbirinin içinden çıkan, biri diğerinin zorunlu sonucu olan binlerce soruyu da beraberinde getirmektedir. Örneğin, içinde bulunulan tarihsel dönemden önce ilk proleterya iktidarını gerçekleştiren devrimciler kendilerinden önce bizim gibi yoğun dünya devrimci hareketinin birikim ve deneyimlerine sahip değillerken ve köşe taşları ideolojik ve pratik yönelimleri çizilen ve önümüze konulan, başarısı pratikte ispat edilen sınıf partisinin mirasına ne oldu?. Aslında bu gün bu deneyim ve birikim mirasına sahip dünya devrimci hareketinin dünden daha ileride olması gerekmez miydi? Sosyalizmin  Sovyetlerde ve diğer ülkelerde mevcudu koruması, Sovyetler ve diğer sosyalist ülkeler dışında başkaca kapitalist ülkelerde yeni mevziler kazanması, kapitalizme karşı yoğunlaşan bunca tepkilerden yeni sınıf iktidarlarının doğması olağan gidişin gereği olması gerekirken, kapitalizmin içinden  bırakın yeni sınıf iktidarlarının  doğmasını, Kapitalizmin olanı da yıkıp geçmesinin nedeni nedir?. Sorular binlerce çoğaltılabilir ve yazının seyri içinde bu sorular yeniden karşımıza çıkacaktır.

Sovyetlerdeki parti tartışmaları yeniden hatırlanmalıdır. Bolşevik/Leninist parti anlayışında politik, pratik, kültürel, ekonomik, etnik, ulusal ve sınıfsal diğer bütün meseleler, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi bağlamında ele alınmalıdır ve buna tabidir. İktidarı ele geçirme anlayışı ise “anlık ve dönemsel” bir anlayış, her ne şekilde olursa olsun iktidarın ele geçirilmesi anlayışı değildir. Öyle ki, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinin asıl amacı burada durup iktidarın “tadını çıkarmak”, ayrıcalıklar elde edip fırsatlardan yararlanmak olmayıp, sınıfsız topumla geçmek ve sınıfların ortadan kaldırılmasını hedeflemektir. Bu süreç kesintisiz bir süreç olup, birbirini takip eden aşamalar aslında bir bütünün parçalarıdır ve nasıl başlanırsa öyle devam edecektir. Kısaca Leninist parti anlayışı ile diğer “sol” anlayışlar arasındaki temel farklılık burada başlamaktadır. Soruna farklı yaklaşımlar bir “ayrıntı” olmayıp Marksizm’in esasıyla ilgilidir. Asıl tartışılması, tartışmak istediğimiz sorun da budur. Tuzakların, başarısızlıkların, şaşkınlığın ve içine çekildiğimiz anaforun nedenleri burada aranmalıdır. Sorunu bir başka şekilde tanımlarsak: Leninist parti anlayışı Marksizmin sınıfsal çözümlemelerinin zorunlu ve başka türlü olamayacak zorunlu bir sonucu, devamı ve pratik, politik  ve ideolojik bir ifadesi midir, yoksa Marksizm bir yerde Leninist parti anlayışı başka bir yerde midir?. Marksizm ve Leninizm bir bütün müdür, değilse birbirini dışlayan, birbiriyle ilgisiz  ya da Leninizm Marksizm’in kaba bir kopyası, başarısız bir pratiği midir?. Elbette Marksizm adına konuşan, kalem oynatan sözüm ona düşünce üreten hiç kimse bu gerçeği yalın biçimde “Leninizm, Marksizm’in kaba bir kopyasıdır” şeklinde dile getirerek açıkça ifade etmeyip, sinsi ve kurnazca “ olur mu canım” diye başlayan hamasi nutuklarının içine Marksizm’in içini boşaltma ve Marksizm ile Leninizm’i ayrı, birbirinden farklı yerlere koyma gayretlerini sıkıştıracaklardır ve olan budur.  Menşeviklerle Bolşevikler arasında işçi sınıfı partisinin ideolojik ve pratik l sorunlarına ilişkin farklılıkların temeli bu anlayıştır. Bu iki anlayışın anlaşılır ifade biçimi alınışı ve sürdürülüşüne ilişkin tutulacak yoldur. Yani, iktidarı ele geçiren işçi sınıfının eski sınıfların iktidarına karşı tavrı ne olacaktır. Amaç burada farklılaşacaktır. Şayet iktidarı dönemsel olarak düşünüyorsanız herhangi bir biçimle iktidarı ele geçirmeniz yeterli olacaktır. Seçim yoluyla Parlamentoya/Dumaya/  girmek, burada çoğunluğu elde etmek yeterli olacaktır. Yani eski sınıflarla, iktidar sahipleriyle işçi sınıfı bir arada yaşayabilir, devlet mekanizmasına dokunmanın gereği yoktur. Menşevik ya da diğer Marksizm dışı sol anlayışın işçi sınıfının iktidarı ele alma ve sürdürme biçimine ilişkin anlayışı budur. Ancak Bolşevik anlayış, sorunu salt işçi sınıfının iktidarı ele geçirme biçimiyle sınırlamaz ve nihai amaç da zaten bu değildir. Öyle ki işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinin asıl amacı, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesi, üretimin ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması, yani sınıfsız topumla geçişin sağlanmasıdır. Yani Marksizm, salt işçi sınıfının iktidarı ele geçirme biçimiyle sınırlı olmayıp, asıl amaç bu iktidar eliyle sınıfsız topluma geçişin sağlanmasıdır. Sorunun ele alınış biçimi böyle ortaya konulunca, bu anlayıştaki farklılık daha kendisini hazırlık dönemindeki farklı, birbiriyle ilintisiz örgütlenme, parti ve çalışma biçimi arasındaki farklılığın derinliğine ve hatta biriyle hiçbir ortak yanın bulunmadığı sonucuna götürecektir. Öyleyse temel fark yalnızca taktiklerle sınırlandırılamaz ve zaman içinde birbirini tolere edemez.  İktidarı ele alma hazırlık dönemine yaklaşımdaki farklılığın, parti ve örgütlenme anlayışı arasındaki farklılık olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Bu iki anlayışın çalışma, parti ve örgüt anlayışı biçiminde Menşevik anlayış özetle;

İktidarın amacını ekonomizmle sınırlayarak sınıfsız topumla geçişin politik stratejisini üretemez, üretme ihtiyacı duymaz. İktidarın sürdürülüş biçimi ekonomizm anlayışına uygun olarak eski sınıfların ortadan kaldırılmasını da öngörmez. İktidarı kaybeden karşı devrimci güçlerin saldırıları hesaba katılmaz. Ne de olsa eski sınıflar iktidarlarını ve iktidarları aracılığı ile sürdürdükleri sömürülerini, ayrıcalıklarını kaybetmeyi kabullenecek kadar demokratik geleneğe sahiptir!… Özetle, her iki sınıf birbirine tahammül etmeli ve barış içinde ve seçimlerle iktidarlarını değiş tokuş etmelidir. İktidara hazırlık döneminde sınıfın partisine/örgütüne sınıfa bilinç taşıma gibi bir görev yüklenemez. Örneğin grevlere evet ama grevler ekonomik amaçlıdır ve ekonomik taleplerle sınırlıdır. Grevlerin politik taleplerle iktidara talip olma, iktidarı isteme gibi bir amacı olamaz.  Sendikalara evet ama sendikalara da işçi sınıfının eylemlerini politik eylemlere yükseltme gibi bir görev yüklenemez. İşçi sınıfının kendiliğinden sınıf olması yeterlidir, sınıfa “kendisi için sınıf olma” bilincinin verilmesi anlamsızdır. Kendisi Emperyalist-Kapitalist olan Rusya’nın, çarlığın ve iktidar ortağı Rus Burjuvazisinin emperyalistler arası bir paylaşım savaşında desteklenmesi gerekir. Devlet mekanizmasına dokunulmamalıdır,  Proletarya diktatörlüğü gibi bir kavram Marksizm’de yoktur, Marksizm’e yabancıdır. İşçi sınıfı partisi ekonomik demokratik haklar için mücadele etmeli, ekonomik haklar için iktidar olmalıdır. İşçi sınıfı iktidarının amacı bunlarla sınırlıdır. Bu iki sınıf birlikte, yan yana ve barış içinde yaşayabilir ve yaşamalıdır.

Bolşeviklerin çalışma, parti ve örgüt anlayışı ise özetle;

İşçi sınıfının iktidarı tarihsel bir zorunluluktur ve amacı sömürüyü ortadan kaldırmak, sınıfsız topluma geçişi sağlamaktır. İktidar bir amaç değildir, bu amacı gerçekleştirecek zorunlu bir araçtır. İktidar eski sınıfın bütün ekonomik, politik, siyasi, kültürel bütün varlığını ortadan kaldırmak zorundadır. Eski sınıfların bıraktığı hiçbir miras kabullenilemez. İşçi sınıfının kendiliğinden sınıf olarak ortaya çıkması kapitalist üretim ilişkilerinin doğurduğu bir sonuçtur. İşçi sınıfı partisinin görevi kendiliğinden sınıf olma objektif durumunu “kendisi için sınıf olma” siyasi ve politik düzeye çıkarmaktır. Kendiliğindenci hareketlerin hiçbir türüne kayıtsız kalamaz ancak onu olduğu gibi kabullenemez. Onu şekillendirir, biçimlendirir ve sınıf ideolojisi, bilinci ile donatarak değiştirir, dönüştürür. Geleceğin sınıfsız toplumunu kuracak olan politik bilinç düzeyine çıkarır. Örgütsel, politik ve ideolojik bağımsızlık esastır. Hiçbir burjuva dünya görüşünün peşinden gitmez, ona tabi olmaz. Kendi bağımsız varlığını her şart altında devam ettirmesi esastır. Seçimler, parlamento gibi barışçıl araçları reddetmez ancak mutlaklaştırmaz. Parlamentoda bulunmanın, seçimlere girmenin amacı, bu alanların Çarlığın ve Burjuvazinin sömürücü yüzünün açığa çıkarılmasının bir arcı olarak kullanılmasıdır. İktidarını ve iktidarı aracılığı ile eski ayrıcalıklarını kaybeden gerici, egemen sınıfların saldırıya geçmesi, devrimin kazanımlarını sabote etmesi beklenen gerçektir ve işçi sınıfı ve partisi bu gerçeği göz ardı edemez. Egemen sınıflar ayrıcalıklarından vazgeçmeyeceklerdir. Bu nedenle bu sınıflara ait bütün iktidar araçları, onlara ait her şey ortadan kaldırılmalıdır. Eski karşı devrimci sınıflarla işçi sınıfının birlikte yaşaması söz konusu bile olamaz.  İşçi sınıfına bu bilinç hazırlık döneminde verilir ve işçi sınıfı ancak bu bilinçle iktidara hazırlandığında ve iktidarı alması durumunda kazanımlarını koruyabilir ve adım adım nihai amacına ulaşabilir. Eğip bükmeden bu iktidarın adı Proleterya diktatörlüğüdür. Bu iktidar biçimi çalışan sınıflar için burjuva demokrasilerinde görülmeyecek kadar demokratiktir. Eski, karşı devrimci sınıfların gerici direnişlerini kırmak, bastırmak açısından ise elbette bir diktatörlüktür ve bu açık tanımlama ve kabullenme yalnızca komünistle ait bir açık sözlülüktür. Burjuvazi iktidarını korumak, sömürüsünü devam ettirmek için akla hayâya sığmayacak en kanlı saldırılarını “demokrasi” kılıfı altında tezgâhlarken, komünistlerin iktidarlarının gerici egemen sınıflar için bir diktatörlük olacağını haykırmaları elbette gerici sınıflardan beklenmeyecek bir açık sözlülüktür. Bu nedenle iktidara hazırlık evrelerinde kendiliğinden hareketlere sınıf bilinciyle ve bu sınıfsal katmanları sınıf mücadelesine kazanma amacıyla müdahale edilir. Ekonomik taleplerle başlasa bile grevlerin iktidarı isteme politik taleplere yükseltilmesi esastır. Sendikalar elbette parti değildir ancak bu konumları sendikaların işçi sınıfını ekonomik mücadele alanlarına hapsetme hakkı vermez. Tersine sendikalar işçi sınıfının aynı zamanda ekonomik örgütlülüğünü ve taleplerini politik propaganda ve siyasi taleplere yükseltme göreviyle yükümlüdür. Kısacası, sendikalar işçi sınıfının politik örgütlenmesinin ağlarından biri olmak zorundadır. “Sol” kapsamında ileri sürülen bu iki görüşün dayanaklarını özetlemeye çalıştık. “Nasıl bir parti” anlayışını irdelerken çeşitli biçimlerde ortaya çıkan Marksizm dışı solun sınıf mücadelesine monte edilişinin yıkıcılığını tarihsel süreç içindeki görünümüyle analiz etmeye çalışacağız.

“Menşevik ve Bolşevik” örgüt, parti ve çalışma tarzını özetlerken ne yazık ki, asıl söylemek istediğimiz ve bizce irdelemenin “bam teli” olan iki anlayış arasındaki asıl derin çizgiyi atlamışız. Umalım bu düşmemem gereken  “dalgınlığı” okur fark etmiş olsun.

Aslında Marksizm ve oportünizm, içtenlik ve riyakarlık arasındaki temel fark olan bu yanılgı örgütlenmenin niceliğine değil niteliğine ilişkin olan “örgütlenme anlayışı” olarak özetlenebilen Menşevik anlayışın “aşağıdan yukarıya” örgütlenme anlayışı ile, Bolşevik anlayışın “yukarıdan aşağıya” örgütlenme arasındaki farktır ve yazımızda vurgulamayı unuttuğumuz da iki anlayışın arasındaki en temel farklılık olan bu iki örgütlenme anlayışıdır. Bu iki anlayış arasındaki farklılık birbirinden öylesine derin çizgilerle ayrılır ki, bu gerçekten işçi sınıfının iktidarı isteme ve bunun için çaba sarf etmekle, durumu idare edenlerin ve her nedense bunu açık yüreklilikle ifade etme dürüstlüğüne sahip olmayanların arasındaki farklılıktır. Yani Marksizm’in gerçeği ile oportünizmin fantezisi arasındaki farktır. Bu iki çizgi arasındaki fark her ne kadar Dünya devrimci hareketinin tartışma gündemine Ekim Devrimi tartışmaları ile düşmüş olsa da, tartışmanın Marksizm’in doğuşu ile başladığı ve özellikle Marksist pratiğin şekillendiği döneme kadar uzandığı tartışmasızdır. Öyle ki işçi sınıfının devrime hazırlık ve  devrimci tutumunun ne olacağına ilişkin sürdürdüğü mücadele üst başlıkla özetlenirse  Marks-Engels’in Bernstein ve diğer çağdaşları oportünist-revizyonistlerle,  Lenin’in Kautsky/Plehanov ile, Stalinin  diğerleriyle sürdürdüğü mücadele günümüze değin sürüp gelmiştir. Amacımız, konuyu “entelektüel düzeyde” tartışmak değildir. İşçi sınıfının değil bağımsız bir hat/çizgi üzerinde örgütlülüğünü sürdürmek, sürece müdahale edecek gücü kendinde bulmak, bilinen ve görünen odur ki düzenin sınırları içinde dahi en temel ve ilkel ekonomik demokratik örgütlenmesi dolaylı/dolaysız saldırıya uğrarken cılız seslerin dışında hiçbir varlık gösteremediğidir. Adeta, sistemin en gerici güçlerine/iktidarlarına teslim olmuş durumdadır. Sorunun tartıştığımız konuyla ne ilgisi vardır diye düşünülebilir. Tersine, gerek ülkemizde gerekse yerküre ölçeğinde işçi sınıfının içine düştüğü açmaz tartıştığımız konuyla doğrudan ilgilidir. Devrimci hareketin geçmişi, onun geleceğine kurulan bir köprüdür. Geldiğimiz noktada Marksizm’in sağlam duruşu içerden ve dışardan saldırılarla örselenmiş, Marksizm adına burjuva ideolojisinin çeşitli biçimleri özellikle Marksizm adına ahkâm kesen karşı devrimciler tarafından yoğun karşı devrimci saldırılarla kitlelere kabullendirilmiştir. Bu gün kendini “sol” da tanımlayanların yönü “sol” değildir, sol ile örgütsel ve düşünsel bir ilişkisi irtibatı da yoktur. Devrimci hareketin ideolojik yetersizliğinin kendini en çok gösterdiği alan ise örgütlenme alanıdır. İşçi sınıfının mücadelesini omuzlayacak sınıf örgütünün ideolojik olarak bütün sapmalardan arınmış bir yetkinliğe sahip olmaması Dünya ve Türkiye devrimci hareketinin bugünkü açmazının başlıca nedenidir. Şimdi şu gerekçeye bakın: “12 Eylül faşizmi üzerimizden silindir gibi ezdi geçti”. Elbette öyle oldu, ama başka ne bekliyordunuz ki? Karşı devrim ne yapacaktı, sizinle bir mutabakat, bir uzlaşma mı arayacaktı?. İşte şimdi bu “ ezip geçmenin” 12 Eylül sonrası görüntülerine bakalım: işçi sınıfı içinde özellikle sendikal alanda ciddi örgütlenmeye sahip olan TKP kendini feshetti ve TBKP adını aldı. Nasıl bir TBKP?. Marksizm’in ve sosyalizmin biliminin inkârını rehber etmiş, Özal hükümetlerine övgüler düzen, yere göğe sığdırmayan bir TBKP. Ama olsun, adı yeter. Sonrası malum, gözyaşları içinde veda etti. Arkasından BSP süreci… İdeolojik bütünlük aramak ne kelime, adeta kaçınıldı, çünkü –açıkça söylemeseler de- gereksizdi, hatta zararlıydı. Bir arabesk korosu, seçme Marksist(!) virtüözlerin nağmeleri yeri göğü inletti… Ömrü sosyalizmi kurmaya yetmedi ama sosyalizmin kavramlarının üstünü örtmede tarihsel misyonunu tamamladı, görev başarıldı. Gelinen nokta ÖDP idi. TBKP olmadı, BSP, BSP olmadı ÖDP… Bir rüzgâr… “Sol”un çeşitli renkleri bir arada. Ne hoş bir manzara… Ne göz alıcı bir görünüm… Bu süreç bir tarafta Karşı devrim cephesinde  siyasal İslamcıların mevcut sistemi siyasal İslam adına zorlamaya başladığı süreçle, diğer yanda Kürt ulusal/etnik hareketinin  kitlesel ivme kazandığı süreçle paralel yaşandı. 12 Eylül sonrasının Türkiye solu ağız birliği etmişçesine Kürt ulusal hareketinin arkasına takılmış, ulusal hareketin söylemleri, doğrultusu adeta sözüm ona devrimcilerin söylemi ve doğrultusu olmuştur. “Sol”, sol olma adına bir yandan Kürt ulusalcılığına yaslanırken, diğer yandan “insan hakları” adına siyasal İslamcılara “göz kırparak” solculuk görevini yerine getirmenin görül rahatlığını yaşamıştır.   Bu arada “Sosyalizm”e ne oldu? Zaman buldukça sosyalizme ilişkin de laflar edildi. Öyle laflar ki, bütün sözcükler “sosyalizm” ama bu söylemlerin içinde sınıf mücadelesi, Emperyalizm/Kapitalizm, Emek, Sermaye, Burjuvazi-İşçi sınıfı yok. Yok, Çünkü sosyalizmi öğretme işi “Liberallere” ihale edildi. Yani, güya kendilerince sosyalizm liberalleştirildi. 12 Eylül sonrası Türkiye solunun baskın söylemleri neydi peki?.  Sorulur mu hiç… Feminizm, çevrecilik, cinsellik, insan hakları, demokratikleşme, insan hakları… Özellikle bir demokrasi aşkı… öyle bir Demokrasi ki,bu demokrasi de sınıflar yok, bu demokrasi de “zor” yok, bu demokrasi de “ baskı, sindirme” yok… Bu demokrasi öyle ilahi bir güç ki, tarih içinde hiç kimsenin keşfedemediği bu zümrüdü Anka kuşunun keşfi bizimkilere nasip olmuştur. Demokrasi, demokrasi, demokrasi… İşin garibi, yeminli Marksizm düşmanlarıyla öyle uyumlu bir koro ki, insanın bu uyuma hayranlık duymaması elde değil. “Saf demokrasi” bir liberalin arsız yalanıdır. Liberal “Demokrasi” dediğinde bir devrimcinin “ kimin için, hangi sınıf için” diye sorar. Tabi sosyalizm gölgesinde liberalizm solumuyorsa…   İçinde bulunulan durum şudur: Geniş kitlelere burjuva liberalizmi sosyalizm olarak yutturulmuştur. Bu süreçte ortaya çıkan TBKP, BSP, ÖDP nin “Marksizm’e” katkıları(!) ne olmuştur?  İşte satır başları: Koro halinde Leninizm’in iflas ettiğini, dolayısıyla Lenin’in ısrarla “olmazsa olmaz” mertebesinde gördüğü “yukarıdan aşağıya” örgütlenmiş devrimciler örgütünün de artık gereksiz olduğu… Burjuva demokrasisinin aslında burjuvazinin katıksız diktatörlüğü olduğunu inkâr… İş, işçi sınıfının iktidarında açık yüreklilikle ifade ittiği proletaryanın diktatörlüğüne gelince: Sığındıkları tek şey SSCB nin yıkılmış olması… “ Bu denemenin başarısızlıkla sonuçlanmasının nedenini SSCB deki – sanki öyleymiş gibi- işçi sınıfının iktidarına bağlarlar. Özetle Türkiye sol hareketinin görünümü bu. Biraz daha geriye gidip özellikle 2. Paylaşım savaşı sonrası Avrupa İşçi sınıfı hareketinin pratik görünümüne yakından bakalım: Faşizm Avrupa’yı kasıp kavururken önündeki engel örgütlü güç olan, işçi sınıfının dışındaki diğer kitleleri de örgütleyerek faşizme karşı cephe oluşturan, Gerek doğrudan Hitler faşizmiyle Almanya’da, gerekse Nazilerin işbirlikçisi Avrupa’daki faşist iktidarlarla savaşan, saldıran Avrupa Komünist partileridir.  Bu partiler Leninist örgüt biçimiyle örgütlenmişler, ideolojik, örgütsel bağımsızlıklarını kıskançlıkla korumaktalar, sınıf uzlaşmacılığını değil sınıflar mücadelesini ve işçi sınıfının devrimci yoldan iktidara el koymasını, kapitalizmle komünizm arasındaki geçiş sürecindeki  devletin karakterinin proletarya diktatörlüğü olacağını, sınıf mücadelesinin sınıfsız topluma/ komünist topluma/ geçinceye kadar sürdürüleceğini programlarına almışlardır. Kitlelere güven veren, faşizmle savaşan, örgütleyen, kitle partisi değil ama “kitleselleşmiş” bir partidir bu dönem Avrupa komünist partileri. Faşizmin saldırılarının doğuran hedefidirler. Militanları, öncüleri savaş ortamında fiziki olarak vurularak, asılarak ortadan kaldırılmışlardır. Savaş sonrasının değerlendirmelerinde savaşın yol açtığı yılgınlık, bezginlik değerlendirmelerde etkin olmuş,  soruna çözüm arama adı altında teslimiyetin teorisi geliştirilmiştir. Kademe kademe Marksizmin-Leninizm’in reddine gidilmiş, sınıf mücadelesi yerini sınıf uzlaşmacılığına bırakmıştır. “Proletarya Diktatörlüğünün reddi” adı altında kitlelerin burjuvaziye teslimiyeti yoluna gidilmiştir. Stalin sonrası SSCB nin “Barış içinde bir arada yaşama” uzlaşmacılığını Avrupa Komünist partileri  bir adım öteye taşıyarak, tabelalarının dışındaki ruhlarında yaşattıkları “Komünist” adının dışında ruhlarını komünizmden “temizleyerek” burjuvazinin güvenine mazhar olmuşlardır. Kraldan çok kralcı olmak yakışmıştır da kendilerine. Klasik Burjuva partilerinin de bir adım ötesinde kapitalizmin ölümsüzlüğünü ilan etmede adeta birbirleriyle yarışır duruma gelmişlerdir. İtalyan Komünist partisi o muazzam kitlesel tabanını kaybederek tabela partisine dönüşmüş, Fransız komünist partisi imrenilecek militan ruh yapısını şeytana pazarlamıştır. Artık gündemlerinde ne sosyalizm için mücadele vardır, ne kapitalizmin tarihin çöp sepetine atılması görevi kalmıştır. Bir tek şey ise bakidir: Demokrasi… Saf, arı duru, sınıflar üstü bir demokrasi… Çevrecilik ve feminizm diğer mücadele alanlarıdır. Diğer Avrupa Komünist partilerinin de bugün geldiği nokta budur. Bu noktaya nasıl gelinmiştir, bizim TBKP, BSP, ÖDP ile bugünkü Avrupa Komünist partilerinin bu kadar benzer olmalı bir tesadüf müdür?.

Konuyu irdelemeye devam edeceğiz.

Yazımızın başından beri irdelemeye çalıştığımız konu ve ileri sürdüğümüz önerilerin amacı Türkiye ve Dünya emekçi hareketinin bunalım- çaresizlik-çözümsüzlük üçgenine hapsedilişinin nedenleri üzerinde düşünmek, maddi gerçeklik ortamını analiz ederek mevcut koşullara uygun ve bu koşullarda işçi sınıfının tarihi misyonunu yerine getirme iradesine sahip sınıf örgütlenmesinin yaratılmasının kaçınılmaz zorunluluğuna ilişkin tartışma ortamı yaratmaktır. Ancak, konunun çeşitli çevrelerde tartışılması elbette bizimle sınırlı değildi ve bunun elbette farkındaydık.

Bunlardan birinci eğilim 1965–1980 dönemine ruhunu tekrarlayan, orada duran, o dönemin mücadele ve örgüt anlayışını damgasını vuran, kapitalizmin bunalım ve çelişkilerinin işleyiş biçiminin değişmesinin sınıf örgütünün çalışma tarzına da yansımasının mutlak kaçınılmazlığının farkında olmayan ve mücadeleyi salt  “gerilla tipi”  çalışmaya indirgeyen anlayıştır. Bu anlayışın hayata geçirildiği dönemde devrimcilerin, özellikle Asya ve Latin Amerika’da alınan göz kamaştırıcı sonuçların etkisinde kalarak bu dönemin özelliklerine uygun düşmesi nedeniyle başarılı olduğu, ancak kapitalizmin ilişki ve çelişkilerinin değişmesiyle mücadele biçimlerinin de zorunlu olarak değişeceği gerçeği göz ardı edilmektedir. İşçi sınıfı mücadele ettiği sınıfın/kapitalizmin/burjuva iktidarların öznel ve nesnel her değişimini, her adımını titizlikle takip etmek, örgütlenme, çalışma tarzı, strateji ve taktiklerini buna göre belirlemek zorundadır. Bugün dün değildir ve yarın da bu gün olmayacaktır. Devrimcilerin görevi geçmişi, geçmişte başarılı olmuş mücadele biçimlerini donuk, statik veriler olarak tekrarlamak değil, her dönemin kendine özgü ve esasında içinde yaşanılan maddi gerçekliğin belirlediği ve bu gerçekliğin yarattığı çelişkileri, çelişkinin özelliğine uygun örgütlenme ve çalışma tarzı yaratarak aşarlar. Geçmişteki “ Salt Gerilla Tipi” mücadelenin başarısının nedeni de dönemin devrimcilerinin yaşanılan dönemin ilişki ve çelişkilerini iyi kavramaları, bu ilişki ve çelişkilere uygun düşen örgütlenme ve çalışma tarzı geliştirmiş olmalarıdır. Onlar geçmişi statik ve durgun bir ikon olarak görmediler, niteliğini kapitalizmin içinde bulunduğu dönemin işleyiş biçiminin belirlediği karşı devrimci iktidarların yönetim ve hareket tarzını izleyerek, irdeleyerek uygun mücadele biçimleri geliştirdiler. Çin, Vietnam, Kamboçya gibi ülkelerde kitlesel çalışma gerilla hareketiyle eş zamanlı ve bütünlük içinde yürütülürken, Küba’da bir avuç gerilla bir kıvılcımla kitleleri tutuşturdu. Küba’daki mevcut durum bu çalışma tarzının doğruluğunu ortaya koyarken, Çin, Vietnam, Kamboçya, Laos v.b ülkelerdeki çalışma tarzı da bu ülke devrimcilerinin kavrayış ve mücadele anlayışının doğruluğunu ortaya koymuştur. Afrika’daki gerilla hareketlerinin mücadele ve örgütlenme anlayışı bu iki anlayışın da dışındadır ancak buradaki mevcut durum bu tür çalışma tarzını dayatmaktadır. Ancak, salt gerilla hareketinin kitleleri harekete geçireceği anlayışını hayata geçirmeye çalışan İtalyan Kızıl Tugayları, Alman Kızılordu grubu (RAF), Fransız doğrudan eylem grubu düzenin ilk saldırısında yok edilmiştir. 1980 sonrası Latin Amerika Gerilla hareketleri/Şili İhtilalci Sol, Kolombiya Silahlı devrimci Kuvvetler v.b/ de bu gün salt gerillacılığı terk etmişler, açmazlarının ne olduğunu tartışmaya başlamışlardır. Devrimciler kapitalizmin yaşanılan, geçmiş döneminin işleyiş biçiminin ortaya çıkardığı çelişkilerden değil, içinde bulundukları dönemin çelişkilerinden hareket ederek doğru eylemler ortaya koyabilir, doğru örgütlenme ve çalışma tarzı geliştirebilirler. Her sorun ortaya çıkarken çözümünü de beraberinde getirir. Mesele sorunu doğru kavramak ve çözülmesi gereken soruna doğru çözüm yolları arayıp bulmaktır. Sözü edilen örgütlenme anlayışı ve çalışma tarzını esas alan anlayışlar, örgütün/partinin fonksiyonunun kitlelere hedef gösteren, onları harekete geçiren “volan kayışı” görevini anlamaktan uzak düşmüşler, seçtikleri eylemlerin niteliği kitleselleşmeyi sağlayamamış, giderek burjuva militarizmi karşısında fiziki yok oluşa sürüklenmişler ve bu yenilgi burjuvazinin psikolojik olarak da geniş çaplı saldırılarına zemin hazırlamış ve psikolojik olarak kitle pasifikasyonu, korku ve yılgınlığa yol açmıştır. Gelinen nokta ise teslimiyettir. Aynı anlayışın sağdan yaklaşımı ise, örgütün/partinin kitleleri harekete geçirmenin bir aracı olması gerektiğinin doğrudan veya üstü kapalı olarak reddedilmesidir. Parti/örgüt sorununa ve çalışma tarzına sağdan yaklaşanlar, eylemlerin karmaşık bütünlüğünü adeta tekliğe indirgenmekte, yerinde ve doğru eylemlere bile “provokasyon” kolaycılığı ile karşı çıkılmaktadır. Bu yaklaşımın ifadesi özetle; bütün mücadele biçimlerini yerinde ve zamanında kullanılma iradesinden, sınıfa öncülük etme yeteneğinden yoksun olduğunun dolaylı ifadesidir. Sınıfın dışındaki güçlere bel bağlamak, hızını alamayıp bu güçlere işçi sınıfının fonksiyonunu yüklemek, devrimi ihaleye çıkarmak bu anlayışın bilenen ve yaşanan temel özelliğidir. Sınıf örgütünün iradesine küçük burjuva-radikal güçleri ortak etmek, bu bakışa göre partinin kitleselleşmesidir. Kitlenin partide temsil ediliyor olmasıdır. Yeniden vurgulayalım ki, işçi sınıfının devrim yapma kudretine sahip partisi kitlesel bir parti değildir, kitleselleşmiş bir partidir. Marksizm dışı akımların partide söz sahibi yapılmasıyla parti kitleselleşmiş olmaz, tersine kitle partisi olur. Bu partide harekete yön veren, öncülük eden irade de işçi sınıfının iradesi olmaz, küçük burjuva radikallerinin iradesi olur. Bu sınıfların partinin tartışılamaz iradesini kabullenmedikleri sürece de nerede ne zaman ne yapacağı kestirilemez. İş o noktaya vardırılmıştır ki, karşı devrimin sadık hizmetkârlarının bile bu tür partilerde yer alması bir esef olması gerekirken bu tür unsurların partide yer alması bir övünç kaynağı olmuştur. Burjuvazinin siyasal tecridi, kitlelere yüzünün gösterilmesi yerine partide yer alması övünç olabilmiştir. Bilinen sözdür  “Cehennemin yolu da iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir”. İyi niyetin yeterli olmadığı dünya devrimci hareketinde acı deneylerle yaşanmıştır. İşçi sınıfı partisinin ödünsüz öncülük etmediği hiçbir devrimci, ilerici hareketin başarı şansı yoktur, olmamıştır, olmayacaktır. Bu anlayışın sığındığı tek liman Burjuva yasallığıdır. Yaşanılan onca acı deney ve tecrübe bile bu arkadaşlara bir şeyler anlatmaktan hala uzaktır.  Yerkürenin neresinde burjuva seçim ve yasallığı ile iktidar olmuş, seçimle işbaşına gelmiş ve doğaldır ki seçimle işbaşından uzaklaşmayı da ilke edinmiş ne kadar ilerici iktidar varsa emperyalist/Kapitalizmin hedefi olmuş, kanlı senaryolar uygulanmaya konulmuş ve yerli işbirlikçiler/emperyalistler ittifakının karşı devrimci darbeleriyle alaşağı edilmişlerdir. Denilebilir ki emperyalizmin ilerici iktidarlara karşı kin ve husumetinin tek bir istisnası bile olmamıştır ve olmayacaktır da. Sınıf mücadelesinin doğası budur, acımasız ve yok edicidir. İran’da seçimle işbaşına gelen Musaddak hükümeti seçim programı gereği petrolü millileştirmeye başlayınca yanı b CİA nin darbesine maruz kalmış ve kanlı biçimde alaşağı edilmiştir. Şili’de seçimle işbaşına gelen Sosyalist Allendenin kanlı devrilişi ise henüz belleklerdeki yeri korumaktadır. Bu gün Venezüella’da yine seçimle işbaşına gelen Chaveze karşı emperyalizmin vurucu gücü CİA nin bitmez tükenmez komplo ve tertipleri günlük medyanın sıradan haberleri olarak yer almaktadır. Hatta niteliği çok farklı olsa bile, burjuvazi Feodaliteyi iktidardan uzaklaştırırken eski rejimin bütün alanlardaki egemenlik unsurlarını adeta kazıyıp atmıştır. Kaldı ki emperyalizmin kendi egemenliği içinde yasal yollarla iktidara gelen ilerici unsurları kabullenmesini beklemek aymazlıktan değil de nedir?. Haşhaş üretimi konusunda emperyalizmle ters düşen Ecevit hükümetinin bile hedefe konduğu bizim ülkemizde yaşanılan bir gerçekliktir. İktidar olmanın mantığı budur ve iktidardaki sınıf bir başka sınıfın kendi iktidarına ortak olmasını asla kabullenmeyecektir. Oyunun kuralı budur. İşçi sınıfının iktidara hazırlık safhasında, sınıfı iktidara hazırlayan onun örgütü/partisi öncelikle neyin “olamayacağı” konusunda iyi düşünmeli, tuzağa düşmemelidir. Yenilginin her zaman kısa sürede tedavisinin olmadığı yaşanılan deneylerle kanıtlanmıştır. Gelinen nokta ister istemez sınıfın bağımsız, mücadele iradesine sahip, doğru çözümler üreten ve hayata geçiren partisinin olmazsa olmazlığı sonucuna ve devrimcilerin bu ertelenemez görevine işaret etmektedir.

 Her iki anlayışın olumlu ortak yanı ise saflarının ve duruşlarının netliği, Emperyalist/Kapitalizme karşı mücadelede saf tutmalarıdır, sınıf mücadelesinde harcadıkları emek ve çabadır. Bu anlayışa sahip çevrelerin kendi içlerinde tartışarak soruna doğru yaklaşabileceklerini, yanlış yönelimlerin farkına varıp engel olunabilineceğini, güç ve enerjilerini sınıf mücadelesinin başarısında kullanacakları kuşkusuzdur. Bütün yanlış yönelimlerine karşın inançları sorgulanmayacak kadar temiz, içtenlikli ve net olan bu çevreler bu tartışmanın da muhatabıdır.

İkinci anlayışa gelince; Yazımızın dokuzuncu bölümünde sözünü ettiğimiz, her nasılsa kendilerini hala “ sol” diye tanımlayan gerçekten de –belki de solun dağınıklığından böylesine profesyonelce ve kurnazca yararlanan- solun bütün değerlerini saptırmak,  yozlaştırmak ve yok etmekle görevlendirilen “Truva atlarının”, karşı devrimin bu “altın çocuklarının” revaçtaki anlayışlarıdır. Bu unsurlar, burjuvazinin sunduğu sınırsız olanak ve araçları kullanarak, kendilerinin “ sol” da yer aldıklarına ilişkin hala sınıf bilinçsiz kitleler karşısında inandırıcı olabilmektedir. Birinci anlayış solun kendi iç anlayışıdır elbette yanlışlara karşı doğrunun mücadelesi verilecektir. Ancak bu anlayışın yaşamın bütün alanlarında yüzünün açığa çıkarılması, teşhir edilmesi, deyim yerindeyse devrimci hareketin ayrık otlarından temizlenmesi uzun ve zor bir mücadeleyi şart kılmaktadır. Bu insan ve yaşam terminatörlerinin iç yüzlerini sergilemeye gelecek yazımızda devam edeceğiz.

İnsanlık, yapılmaması gerekeni yapanlar kadar, yapılması gerekeni yapmayanları da sorumlu tutar.

Günlük gelişmelerin arasına sıkıştırılan, siyasi-politik tartışmaların içine yerleştirilen “liberalizm” kavramına sol siyasi söylemde “sol liberalizm” de eklenmiş oldu. Yazımızın onuncu bölümünde “sol” kavramını kapitalizmi mazur gösterme gayreti içine giren, bilinçli olarak sokuşturulan ve kendilerini liberal olarak tanıtan karşı devrimci güruhun içyüzlerini ortaya sermeye çalışacağımızı, sınıf mücadelesinin bu Truva atlarının meşrebini ortaya dökmeye çalışacağımızı söylemiştik. Ancak olayların gelişim yönü bu güruhla birlikte kendilerini “sol liberal” olarak adlandıran bir kesimin de aynı gayret içinde olduğunu göstermektedir. Bu nedenle bu iki kesimin neden sol içinde burjuvazinin “görevli memurları” olduğunu birlikte irdelemek kaçınılmaz oldu.

Kısaca önce “neden liberalizm” tanımlamasının tarihsel-toplumsal temelinin olmadığını, ortadan kalktığını ve bu nedenle toplumsal olayların değerlendirilmesinde aslında “neyi önerdiklerinin” anlaşılması gerekir.

Politik-siyasi terminolojiler toplumsal gelişmenin belli bir evresinde toplumun siyasi, politik, kültürel, felsefi düşünce ve davranış tarzının ifadesidir. Bu evrelerin özellikleri egemen üretim biçimi tarafından belirlenir ve toplumsal yaşam ve düşünce/örgütlenmenin niteliği de bu evrenin özelliklerini yansıtır. Bu nedenle politik, siyasi terminolojiler de yaşanılan tarihsel dönemde egemen olan üretim ilişkilerinin topluma yansıyan yüzüdür. O halde liberalizm hangi üretim biçiminin terminolojisidir, hangi toplumsal dönemin ürünüdür ve maddi temeli nedir?. Bilindiği gibi kapitalizmin tarih sahnesine çıkışı “ekonomik serbestliğe” ( serbest rekabet dönemine) dayanır. Feodal üretim ilişkilerinin üzerinde yükselen kapitalizm, sadece feodal üretim ilişkilerini parçalamakla kalmaz, aynı zamanda onun/feodalitenin toplumsal yaşam tarzını da parçalar ve kendi toplumsal yaşam tarzını yerleştirir. Ekonomide serbest rekabetin/liberalizmin toplumsal yaşamda görünen yüzü de siyasal liberalizmdir. Feodal yaşam tarzı içine sıkıştırılan kitleler serbest rekabetçi kapitalizmle birlikte kısmi özgürlüklerini de elde eder. Düşünce ve ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, kısmen örgütlenme özgürlüğü kitlelerin serbest rekabetçi dönemle birlikte toplumsal yaşamlarına kattıkları yeniliklerdir. Kapitalizm henüz gelişme aşamasındadır ve feodaliteye karşı kitleleri “özgürlük” söylemiyle seferber etmiştir. Bu nedenle kısmi özgürlüklerin kullanılması da kapitalizme karşı bir tehdit unsuru olmaktan uzaktır. Ancak, serbest rekabetçi kapitalizm döneminde bile burjuvazinin “özgürlük dağıtan ilahi bir güç” olduğu sonucuna varılmamalardır. Bu dönemin özgürlüğünün sınırı sisteme karşı maddi bir güç oluşturmaktır. Bu sınırın geçilmesi halinde ortada ne düşünce özgürlüğü kalacaktır, ne de örgütlenme özgürlüğü. Bu sınır “moda deyimle2 burjuvazinin kırmızı çizgileridir ve aşılması halinde kitleler burjuvazinin bütün zor araçlarının hedefidir. Daha önceki yazılarımızda bu konunun irdelemesi yapıldığından tekrara düşmemek üzere Paris Komünü ve 1848 bahar ayaklanmalarında “sisteme karşı tehdit” sınırının aşılmasının sonuçları, özgürlük meleği burjuvazinin nasıl canavarlaştığını göstermeye yetmektedir. Sistemin sınırları içinde kalmak ve sistemi tehdit etmemek koşuluyla yazabilir, düşünebilir ve örgütlenebilirsiniz. Liberalizm ve liberal düşünce tarzı da bu ekonomik sistemin topluma dönük yüzüdür ve tarihsel-toplumsal maddi temeli de serbest rekabetçi kapitalizm dönemidir. İtiraz olarak, liberalizmin “toplumsal özgürlüğün savunulması” düşüncesi ileri sürülebilir. İlk toplumsal örgütlenmeler ortaya çıkan Atina Demokrasisinde meşhur Solon yasaları vardır. Atina yurttaşları için demokrasiyi savunuru. Ya da siz düşünce özgürlüğünün savunulması adına Aristoyu ve diğer pek çok ilkel dönem düşünürlerini de sayabilir,  ekleyebilirsiniz. Ancak ne Solon, ne de Aristo ve diğer düşünürler kendilerini “liberal” olarak tanımlamamışlardır. Bu kavramın ortaya çıkması için binlerce yıl geçmesi ve insanlığın rekabetçi kapitalizm dönemi ile tanışması gerekirdi. Başka örneklemelere de ulaşılabilir elbette. Bilimsel sosyalizmin maddi, toplumsal temeli kapitalizmdir. Kapitaliz öncesi dönemde de birçok Komünal yaşam biçimi denenmiş, önerilmiştir ama bunların hiç birinin sosyalizmle ilgisi olduğu söylenemez. 15. yüzyılda Thomas Morre, adasında Komünal yaşam biçimini denedi diye ne Thomas Morre kendini “Komünist” olarak adlandırdı, ne de bu denemenin maddi temeli sosyalizme kapı açan tarihsel an’dı.

Her üretim biçimi tarihin belli dönemiyle sınırlıdır ve ve başka bir üretim biçimine evrilir. Toplumsal yaşam ve düşünce tarzı da içinde bulunduğu üretim biçiminin özelliklerine göre değişir, gelişir. Rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme/Emperyalizme dönüşmesi ile birlikte o “özgürlükçü burjuvazi” de tarihe karışmış oldu. Artık, sistemin ayakta kalması, sömürü düzeninin sürmesi için başvurulan her yöntem, kullanılan her araç onun için meşrudur. Sisteme karşı ve sistemi tehdit eden her türlü söz, yazı, düşünce ve örgütlenme eylemi anında yok edilmesi gereken bir eylemdir. Hiçbir toplumsal yaşam tarzı ve bu yaşam tarzının bileşenleri bir gecede ortaya çıkmaz ve bir gecede ortadan kalkmaz. Her ne kadar liberal ekonomi, Kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte yerini tekelci kapitalizme, tekellerin oligarşisine bırakmış ise de liberal söylemler bir süre daha devam edecektir. Ancak tekelci burjuvazinin toplumsal yaşam biçimini gerici öğelerle kuşatması, liberallerin canına ot tıkmasıyla birlikte artık toplumsal yaşamda liberallerin izi silinecek ve liberal düşünce de toplumdaki varlılık ve etkinliğini yitirecektir. Emperyalist kapitalizmin sınıfsal çelişkileri uzlaşmaz noktaya taşıdığı emperyalizm çağında elbette her kesime “mavi boncuk” taşıyan liberal düşüncenin de toplumsal temeli ortadan kalkacaktır. Yani kendinin doğuşuyla birlikte toplumsal yaşama davet ettiği liberalizm, yine kendi eliyle boğulacaktır, varlığına son verilecektir. Bu noktada sorulması gereken şudur:  Madem burjuvazi liberalizmi- ve liberalleri yere göre sığdıramıyor, sınırsız olanaklarla toplumsal sorunlara çözüm ürettiriyor da, kendisiyle birlikte zamandaş olarak toplumsal yaşama giren liberalizmi niçin yine kendisi mezara göndermiştir?. Bu günün liberalleri, Liberalizm adına gerçekten, liberal dönemin liberalleri gibi bir düşünce namusuna sahip midir?. Örneğin Kralcı olmasına rağmen Fransız kralına “ miyadınız doldu, tarih sizi sahneden siliyor” diyen Balzac kadar namuslu mudur?. Öyleyse  bugün her yerden çıkan, her deliğe burnunu sokan liberalleri “ bulunmaz bursa kumaşı” yapan etmen nedir?. Sorunun yanıtı aslında sorunun kendi içindedir. Küreselleşen kapitalizm aslında kendi aczini kapatamıyor, kendi pisliğini örtemiyor, çürümüşlüğünün kokusunu gizleyemiyor. Sistemin kendini mazur gösterecek dalkavuklara olan ihtiyacı bugün dünden daha fazladır. Kitlelerin kara propagandayla uyuşturulması, uyutulması görevi bu dalkavuklara ihale edilmiştir. Görevleri sömürü düzeninin ömrünü uzatmak, sınıfsal çelişkileri örtbas etmek, sisteme yönelen tepkilerin yönü değiştirmektir. Yani, liberal dönemin liberalleri gibi “ kral çıplak” diyenine rastlanmaz. Bunlar da bunu söyleyebilecek cesaret, söylemeye cüret edebilecek namus da yoktur. Üzerlerine attıkları liberalizm/liberal şalının altında Brütüsün hançerini taşırlar. Hançerin hedef kitlesi emekçi kesimlerdir, öncelikle de işçi sınıfıdır. Onun politik yıkıcılığı ve yapıcılığıdır. Kitlelerin bu çağımızın yaratıcı sınıfından yalıtılması, burjuvazinin siyasal tecridinin önlenmesidir. Özgürlük düşmanı burjuvaziye özgürlük hamisi, insanlık düşmanı kapitalizme insan hakları savunucusu payesi bahşederler. Emperyalizmin sebep olduğu açlığın leş kargaları, ölümlerin cellâdıdırlar.  Hangi kılıkla, hangi söylemle ortaya çıkmazlar ki? Mısırın Tahrir Meydanında özgürlük havarisi kesilen, Mübarek’in devrilmesiyle Cuntayla işbirliği yapan Müslüman Kardeşlerdir, Dinler arası Diyalog zırvasında Papa sözcüleri, Müslüman ülke halklarının nezdinde Humeyni hayranıdırlar. ABD İslamcılarının dinsel danışmanları, ilerici çevrelerin akıl hocası, “yetmez ama evet”çisidirler. Uygun ortamlarda uygun karakterlerin imalatçılarıdır. Dinliyle dinli, dinsizle dinsiz olmak misyon ve kişilikleri gereğidir. Ne var ki bütün yollar Roma’ya çıkacaktır ve bütün hedef burjuvazinin bekçi köpekliğidir. Yazılı ve görsel medyaya dikkat edin, emperyalizmin Orta doğuda amacına ulaşmasının kilometre taşı olarak gördüğü Türkiye’nin Suriye’ye saldırmasının savaş borazanıdırlar. Ancak bu kesimlerin aynalarındaki sır sınıf mücadelesi pratiğinin yükselmesiyle birlikte dökülmeye de başlamıştır. Küresel kapitalizmin yer yüzünü engelsiz ve koşulsuz sömürü alanına çevirme saldırganlığına karşı başkaldıran kitlelerin eylemlerinin yönünü değiştirmek, kitlesel eylemlerin dinamiğini manüple etmek, sömürüyü gizlemek gibi karşı devrimci yüzleri anlaşılmaya başlanmıştır. Kitlesel tepkilerin örgütsüzleştirilmesi için giriştikleri kara propaganda faaliyetleri acı deneyimler sonucu ortaya çıkmıştır. Tam da bu noktada, “liberal aydın” denilen kesimin kapitalizmin değirmeninin su taşıyıcılarının anlaşılmaya başladığı noktada doğan boşluğun doldurulması için literatüre yeni bir ekleme daha yapılmıştır. “ Sol liberaller”… Burjuvazinin zihinsel bulanıklık yaratmak için sahip olduğu birikim ve deneyim elbette daha başka literatürler yaratmaya da uygundur. Ancak, garip olan sınıf mücadelesine samimiyetle omuz veren ve tavırlarının içtenliğini asla tartışmayacağımız kadar samimi bulduğumuz devrimcilerin de bu literatürü kullanırken aslında neyi kullandıklarının farkında olmadıklarını düşünmekteyiz. Sınıf mücadelesinin “ liberal” züppeliğin iç yüzünü ortaya çıkarmasıyla birlikte piyasa sürülen “ sol liberal” kavramı aynı üretimin, burjuvazinin saptırma ve bulanıklık yaratma üretiminin ürünüdür. Burjuvazi dün çöpe attıklarını bu gün ihtiyaç duydukça kullanmaktadır ve yarın da kullanacaktır. Liberalizm burjuvazinin bir dönem, ilerici olduğu dönem toplumsal e siyasal düşünce ve davranış tarzıydı, ilericilik döneminin ürünüydü. Bu gün gericiliğin timsali olan burjuvazi kendi gelişiminin tarihsel dönemecinde hem ilericiliğinin maddi toplumsal temelini ortadan kaldırmıştır, hem de bu dönemin düşünce ve davranış tarzı olan liberalizmi süpürüp atmıştır. Bu gün tepe tepe kullandığı sistemin sözcülerini “liberal” yaftasıyla piyasa sürmesinin amacı sınıf mücadelesi içinde ideolojik ve örgütsel bulanıklık yaratmak, kitlesel tepkileri sistemin sınırlarına hapsetmek ve sonuçlarından yine sistem adına yararlanmaktır. Orta doğu ve Kuzey Afrikadaki kitlesel eylemlerin sözüm ona destekçisi olmuş, ancak bu tepkilerin sınıf partisi etrafında yumruk oluşturmaması için sihirli değneğini kullanmış, tepkilerden sistemin yararlanmasında sahiplerinin takdirini kazanmıştır. Tunus, Mısır, Libya, Yemen gibi ülkelerdeki kitlesel hareketlerin dinamiği elbette sömürüye karşı tepkidir, despotizme karşı ayağa kalkıştır. Ancak sonuç olarak görülen o dur ki bu tepkileri sistem yine kendi lehine kullanmıştır ve bu karşı devrimci kazanımın cephe ilerisi güçleri kendilerini “liberal” olarak tanımlayan karşı devrimin süvarileri olmuştur. Bu kesimin gerek bu ülkelerde gerekse Avrupa, Asya ülkelerindeki karşı devrimci yüzünün açığa çıkarılmasının, amaçlarının kitlelerce kavranmaya başlanmasının hemen ardından bu kez aynı kesimler “ sol liberal” adıyla piyasaya sürülmüştür. Meşrep aynı, maya aynıdır. “Liberal” kalmadı, fırından yeni çıkmış “ sol liberallerimiz var”… Tabi yerseniz. Bir tek amaçları vardır ve aslında bütün varlık nedenleri, yerine getirmekle yükümlü kılındıkları görev tanımları da, ne yapıp edip kapitalizme karşı oluşan hoşnutsuzlukları, tepkileri sistemden bir kopuşa meydan vermeden sistem içinde eritmek, bu tepkilerin işçi sınıfı etrafında kitleselleşmesini engellemektir. Kaba sofu karşı devrimcilerin başaramayacağı bu görev için eğitilmişlerdir ve sahiplerince beslenmelerinin nedeni de budur.

Adlarının anılması bile zül olan bu kesimleri yazımıza konu etmemizin sebebi, bu kesimlerin zaten örselenmiş kişiliklerine ayna tutmak değildir. İlerici kesim içinde hala söz sahibi olup, sisteme yönelmiş tepkileri farklı kanallara taşıma uğraşı içinde olan,  nötralize eden, devrimci hareket içinde varlığını sürdüren bu kesimlerin elbette sınıf mücadelesinin yükselmesiyle birlikte esamileri de okunmayacaktır. Ancak bu süreç kendiliğinden varması gereken noktaya ulaşmayacaktır. İşçi sınıfı partisi bu kesimlerin devrimci hareket içindeki varlıklarını ve toplumdaki etkinliklerini bertaraf etmek için yoğun bir ideolojik mücadeleyi ertelemeksizin başlatmak zorundadır. 

Yukarı başlıktaki “ Kapitalizm: Nereye? Fantezi ve gerçek” başlıklı yazı esasen başlangıçta iki bölüm olarak tasarlanmıştı ve amacımız sınıf partisinin inşasının kaçınılmazlığına ilişkin devrimci hareketin acil görevine işaret etmekti. Ancak, gördük ki, küresel dünyada uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin had safhaya varmasına rağmen, bu çelişkiler yumağında işçi sınıfı ve yoksul halk kesimlerinin burjuvaziye karşı sınıfsız toplum mücadelesini omuzlayacak işçi sınıfı partisi etrafında maddeleşmesi gerekirken, pratikte “sınıf”,  partisinden ve ideolojisinden uzaklaşmakla kalmayıp, üstelik en gerici sınıfların politik siyasi desteği ve oy deposu olmaya öylesine itilmiştir ki, değil dünyayı değiştirmek için ayağa kalkmak, ne olup bittiğinin farkında bile değildir. Yaşanan paradoksun düğümleri çözülmeli ve bu kabus artık sona ermelidir. Emperyalist Kapitalizm kendisiyle birlikte yeryüzünü de adeta ölüme sürüklemektedir ve yaşam emperyalist kapitalizmin elinden koparılıp alınmalıdır. Yaşamın dayattığı sosyalizmdir ve yol gösterici, örgütleyici, hedef belirleyici olan işçi sınıfının komünist partisinin yaşama el atmasının zamanı şimdi değilse yarın geç olacaktır. Elbette “ yaprak kımıldamıyor” gibi bir nihilizme düşmenin anlamsızlığına saplanıp kalmak yerine “oluşun” nedenlerinin incelenmesi gerektiğini düşünmek kaçınılmaz olmuştur. Bu nedenle de yazının iki bölüm olarak planlanmasına karşın bu bölümde de bu irdelemenin sürdürülmesi bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmıştır. Burjuvazinin gündem belirleme ve kitlelere acil ihtiyaçlarını erteleme konusunda gerçekten uzman olduğu, bunun karşısında sözüm ona adına “muhalefet” denilen burjuvazinin farklı siyasal oluşumlarının da bütün ihtişamlı perdahlarına karşın aslında “mış” gibi yaptığı da tartışılmaz bir başka gerçek. Peki ama sınıf nerde, onun yaratıcı yıkıcılığına ne oldu, nasıl bu kadar uysal ve küresel kapitalizmin hık deyicilerinin kitlesel desteği oluverdi… Konu kem küm etmeden ve açıkça tartışılmalıdır. Gelinen bu aşamada işçi sınıfı hareketi, örgüt ve ideolojisine açıkça “sağ”dan yapılan saldırıların devrimci hareketin yıllara dayanan mücadelesi sonucu yüzü açığa çıkarılmıştır, kitleleri etkileme gücü ortadan kalkmıştır. Burjuvazi bu görevi kendilerine “liberal, sol liberal” gibi yaftalar takan, geçmişinde her nasılsa “solculuk” bulaşmış kalemşorlara vermiştir.  Yazımızın 11. sayısında değinmeye çalıştığımız “sol maskeli” yalamaların neden sınıf düşmanı olarak lanse edilmesi gerektiği ve bunun her devrimcinin kaçınılmaz görevi olduğu anlatılmalı, anlaşılmalıdır. Bugünün ertelenmez görevi bu güruhun sınıf düşmanı yüzünün açığa çıkarılması, kitleler üzerindeki etkilerinin bertaraf edilmesidir. Sınıf mücadelesinin yerine ikame etmeye çalıştıkları etnikçilik, yerelcilik, dinsel inançların toplumsal etkinlik kazanması, cinsiyetçilik, çevrecilik gibi “ithal gündemlerin yarattığı kuşatma, sınıfı olması gerektiği yerin uzağına atmıştır, işçi sınıfının “kendisi için sınıf” olma bilincini karartmıştır. Karşı devrimin sınıf hareketine monte ettiği bu etkenlerin çıkış kaynağının sorgulanması ve uzun vadeli sürekli ideolojik mücadeleyle üstesinden gelinmesi, deyim yerindeyse ayrık otlarının temizlenmesinin zorunluluğu bugün işçi sınıfının politik-siyasal örgütü olma iddiasında bulunan grup ve partilerce dikkate alınmak yerine, bu kesimleri “sosyalizm” adına hala içlerinde barındırmaları, onlarla kol kola yürümeleri giderek bu grup ve partilerin de varlık sebeplerinin sorgulanmasını zorunlu kılacaktır. İşçi sınıfı örgütü bağımsız politik/siyasi kimliğini kıskançlıkla koruma kararlılığı göstermede zaafa düşerse, onun doldurması gereken toplumsal boşluğu karşı devrimci güçlerin bilmem ne görünümlü güçleri doldurmakta gecikmeyecektir ve devrimcilerin bu durumdan yakınma hakları da olmayacaktır. Bu köşede şimdiye değin Türkiye burjuvazisinin ve onun hamilerinin iç çatışmalarına girilmedi, değinilmedi. Ancak konu öyle bir noktaya getirildi ki, Emperyalist/Kapitalizmin konjonktürel değişimlerinin kaçınılmaz kıldığı iktidar ve statüko değişimlerinde eski iktidar ve statüko sahipleriyle hesaplaşması adeta “demokrasi yürüyüşü” olarak yalamalar tarafından enine boyuna yutturuldu ve inandırıcılık kazandırıldı. Zaten bu statüko değişikliğine siyasi iktidar da adını koydu: “İleri Demokrasi”…Aslında olan nedir?. Günlük gazete/medya kültüründen mahrum olmayan sokaktaki her kişi bilir ki emperyalist/Kapitalizm gerek merkez kapitalist ülkelerde, gerekse yeni sömürgecilik ilişkilerinin sürdüğü bağımlı ülkelerde iki tür iktidar yapısına sahiptir. Birincisi görünen iktidardır. Yani, parlamento, yürütme organı/hükümet, seçimler, yargı, basın v.b. Görünen bir aleniyet. Sokaktaki insanın mevcut iktidarın bu olduğuna ikna edilmesi ve inandırılması için yoğun propagandalar yapılır, çabalar harcanır. Gerçekten de günlük yaşamın içinde kaybolan ve düşünmeye fırsat verilmeyen insan için iktidar da bu demektir. Yani, geniş kitleler bu konuda ikna edilmiş ve inandırılmıştır. Burjuva iktidarların, tarihsel misyonunu tamamlamış gayri meşruluklarını kitleler nezdinde meşrulaştırmalarının yolu budur. Oysa iktidarın asıl yürütülüş biçimi görünenin ötesindedir ve “meşruiyet maskesinin” burada yeri yoktur. Bilinen en tartışmasız gerçek bütün kapitalist ve bağımlı ülkelerde iktidarlar tekelci burjuvazinin sekretarya görevini görürler. Dev şirketlerin çıkarlarının politikasını üretirler ve siyasasını oluştururlar. Yani, küresel kapitalizmin meşru yüzüdürler. Bağımlı ülkelerin yeraltı yer üstü zenginliklerini ele geçirmek için işgalin her türü, sözüm ona barışçıl yoldan ulaşamadıkları amaçlarına darbeler tezgâhlayarak, halktan yana iktidarları işbirlikçilerini de seferber ederek alaşağı etmek, kapitalizmin sömürü alanı önündeki engelleri kaldırmak gibi görevler, bu “görünmeyen” iktidarın işidir. Konu bütün açıklığı ile budur. Yukarıda değindiğimiz gibi şimdiye değin irdelemelerimize konu etmediğimiz, ancak yakın tarihin “ Arap Baharı” diye adlandırılan olayların goygoycularının meydanı boş bularak kirli yalan makinelerini pervasızca çalıştırmaları, AKP iktidarının “Balyoz”, “Ergenekon” bilmem hangi adlı operasyonlarının ardında yatan gerçeğin bilerek gizlenmesi ve çarpıtılması güncel sorun Suriye olayı bu konunun irdelenmesini kaçınılmaz kılmıştır. Emperyalizm, bağımlı ülkelerdeki politik/siyasi, askeri, kültürel yapıyı kendi uzun ve kısa vadeli çıkarlarına göre oluşturur ve bu görevin yürütülmesini meşru görünümlü yerel iktidarlara verir. İkinci paylaşım savaşının hemen ertesinde Türkiye’nin NATO’ya alınması, Avrupa-Asya kavşağında yer alan Türkiye’nin bu stratejik bölgede Sovyetlere karşı bekçilik görevini görme ihtiyacından kaynaklanmıştır ve Türk ordusunun yapılanması NATO görevi çerçevesinde bu amaca yönelik olarak düzenlenmiştir. Notaya girilmesi ile birlikte “ Komünizm” düşmanlığı devlet eliyle resmi politika olarak belirlenmiş, Faşist ülkü ocaklarının, İslamcı Milli Türk talebe Birliğinin, Komünizme karşı mücadele derneklerinin temeli bu dönemde atılmıştır. Yani Devlet eliyle yaratılan Komünizm korkusu sınıf bilinçsiz kitleleri de içine alacak şekilde toplumsal yaşamda etkinleştirilmiştir. Bu tür karşı devrimci örgütlerin bizzat devlet tarafından teşvik edildiği, korunduğu, himaye edildiği yakın tarihin belgeli, inkar götürmez somut gerçeğidir. 1965-1971 döneminin devrimci eylemlerinin bastırılmasında motive edici faktör Komünizm düşmanlığıdır ve anti-emperyalist devrimci harekete karşı “Akıncılar” adlı İslamcılarla faşist ülkü Ocakları birlikte kullanılmış, polis devrimcilere karşı bu güçlerin yanında görevlendirilmiş ve yer almış, nihayetinde 12 Mart faşist darbesiyle devrimci hareketin önderleri asılarak, kurşunlanarak etkisiz hale getirilmiştir. Aynı gelişmenin toplumsal çapı daha geniş, devrimci hareketin kitle desteği daha yaygın olan 12 Eylül öncesinde de devam ettiği görülmektedir. Özellikle 12 Eylül öncesi devrimcilere karşı kullanılan, ileri sürülen Ülkü ocaklı-MHP’li faşistlerinin 12 Eylül darbesinden sonra yaygın olarak dile getirdikleri “ devlet bizi kullandı” yakınmasının perde arkasında atan gerçek, artık devletin komünizm tehlikesine karşı kullanacağı bir güce ihtiyaç duymamasıdır ve o güne kadar kullandığı faşistlerin gemini çekmesidir. Özetle, gerek merkez Emperyalist/Kapitalist ülkelerde olsun, gerekse emperyalizme bağımlı ülkelerde olsun Burjuvazi “görünen devletin” yanında “görünmeyen” karşı devrimci örgütlenmelerini de oluşturur. Bu örgütlerin ortak özelliği içeride işçi sınıfının ve diğer ilerici güçlerin eylemlerini bastırmak, provoke etmek, hatta kitlesel terör yaratarak, korku salarak yarattığı pasifikasyon üzerinden kitleleri “yenilmezliğine-ebediliğine” inandırmaktır. Dışarıda ilerici yönetimlere karşı yerli gericilere destek vermek, iç karışıklıklar yaratarak bu rejimlerin çökertilmesini sağlamaktır. Yedek güç olarak ırkçı/dinci unsurlar bu amaçla örgütlenir ve desteklenir. Bu nedenle faşistlerin “devlet bizi kullandı” yakınmaları hem bir gerçeğin ifadesidir hem de faşist örgütlenmelerin arkasındaki gücü işaret eder. Ancak konjonktürdeki değişmelere paralel olarak yerli gerici güçleri ihtiyacının gerektirdiği ölçüde kullanır, yer değiştirir. Ergenekon, Balyoz gibi davalarda  “aklı evvel” solcuların düştükleri yanılgıyı da burada aramak gerekir. Bu davalarda aslolan “devlet içine çöreklenmiş” yasa dışı örgütlerin açığa çıkarılması değildir, konjonktürdeki değişimler nedeniyle devletin yeniden yapılandırılmasıdır. Bu gibi örgütler Burjuva devlet mekanizmasının ayrılmaz bir parçasıdır, dün vardı yarında v ar olacaktır. Yoksa Kontr-Gerilla, Jitem gibi adları işkence, katliam ve karanlık eylemlerle bütünleşmiş bu örgütlerin varlığının yadsınması tam da burjuvazinin istediği bir yanılsamadır. Devrimciler burjuvazinin herhangi bir kliğinin sözcüsü olamazlar. Bir yandan bu örgütlerin varlığını inkar ne kadar devrimci bir tavır değilse, diğer yandan AKP iktidarının bu karanlık örgütleri temizlediğine ilişkin bir bakış da o ölçüde devrimcilere ait olamaz. Olan bitenlerin anlaşılması küresel kapitalizmin projesinin anlaşılıp, bilinmesini gerekli kılar. AKP iktidarı Küresel Kapitalizmin konumuna uygun olarak devleti yeniden yapılandırmakta ve bu yapılanmanın kadrolarını oluşturmaktadır.

Konjonktürel değişim emperyalizmin işleyişi ile ilgilidir ve işleyişin neden bu “yer değiştirmeye” ihtiyaç duyduğunu ve devrimci hareketin bu değişime karşı tavrının ne olması gerektiğine ilişkin irdelemelerimizi sürdürmeye çalışacağız.

Pratikte, işçi sınıfının partisinin diğer sınıf partilerinden farkı, geleceği önceden görmek, mücadelenin strateji ve taktiğini mevcut sınıfsal ilişkilere göre belirlemektir. Mücadelenin başarısı, mücadele edilen sınıfın tanınmasını, mücadele araç ve gereçlerinin, taktiklerinin buna göre belirlenmesini zorunlu kılar. Öncelikle, burjuva partilerinin önündeki görev yeni bir dünya kurmak değildir, mevcut sınıfın/sınıfların var olan ilişki ve çelişkiler bağlamında iktidarlarının devamını sağlamak, sömürü ilişkilerinin politik ve stratejik program ve projesini oluşturmaktır. İşçi sınıfı mevcudun parçası değildir ve geleceği mevcudu alt ederek kuracaktır. Teorik olarak bu çözümlemeye kimsenin karşı çıkmayacağı, çıkamayacağı açıktır. Ancak açık olan bir şey daha var: Mücadelenin seyrinin belirlenmesi, kitlelerin seferber edilmesi, mevcudun korunması ve yeni mevzilerin elde edilmesi ancak kapitalizmin mevcut durumunun analizinin kılı kırk yararak yapılmasının mutlak bir kaçınılmazlık olduğudur.  Böyle bir yaklaşım burjuvazinin sadece “ulusal sınırlar içinde değil” yer küre ölçeğindeki konumunun incelenmesini gerektirir. Açıktır ki kastettiğimiz burjuvazi de ulusal sınırla içinde iktisadi ve politik iktidarı elinde tutan “yerli kimlikli” burjuvazi olmayıp, küresel ölçekte egemen durumda olan ve ulusal platformda iktidar ilişkilerini belirleyen uluslar arası burjuvazidir. Uluslar arası tekelci burjuvazinin ilişkilerini, gücünü, zaaflarını, ittifaklarını doğru değerlendirmek aynı zamanda gerek merkez kapitalist ülkelerde gerekse emperyalizme bağımlı ülkelerde iktidarda olan burjuvazinin mevcut durumunu kavramak ve değerlendirmek olacaktır. Kapitalist ilişkilerin ve emperyalistler arası ittifakların gelmiş olduğu düzey, emperyalizmin yer küreyi sistem olarak sömürgeleştirmesi, olası ki, emperyalist kapitalizme karşı verilen mücadelenin ulusal boyutu kadar uluslar arası boyutunun da gözden kaçırılmamasını, tek tek ülkelerdeki savaşın birleşik bir uluslararası Antiemperyalist-Antikapitalist karakter kazanmasını zorunlu kılacaktır. Bu bir tercih olmayıp kapitalizmin küreselleşmesinin ve yeni sömürgecilik sisteminin vardığı boyutun bir zorunluluğudur. Gerek ülkemiz gerekse dünya devrimci hareketinin gündemi uluslararası birlikte mücadele koordinasyonunun örgütlenmesidir. Kapitalizmin küresel çapta saldırısı böyle bir koordinasyonun örgütlenmesini zorunlu kılmaktadır. Dünya devrimci hareketinin dersleri böyle bir koordinasyona ve örgütlenmeye ancak komünistlerin öncülük ve önderlik edebileceği ile doludur. Kapitalizmin sistem olarak henüz rekabetçi döneminde (1. Enternasyonal) veya tekelci aşamaya geçişin başlangıcında, kapitalist ülkeler arası rekabetin olanca şiddetiyle sürdüğü ve gidereke emperyalistler arası savaşa yol açtığı dönemlerde 2. ve 3. Enternasyonal deneyleri uluslar arası işçi hareketinin mücadele birliğinin örgütlenmesinin başlıca ve temel sorun olduğu konusunda önümüze geçiştirilemez dersler koymuştur. Kaldı ki, tekrar belirtelim ki Marks-Engels dönemi kapitalizmin henüz tekelci aşamaya geçtiği( 1. Enternasyonal), Lenin dönemi ise kapitalistler arası boğuşmanın savaşlara yol açtığı bir dönemdir. Emperyalist/Kapitalist sistemin o günkü işleyiş biçimi ile  ile bugünkü işleyiş biçimi arasında kıyaslanmayacak kadar farklılıklar bulunmaktadır. Utangaçlığın ne anlamı var ne alemi var… Mevcudun adı doğru konulmalı ve mevcut nesnel biçimiyle tanınmalıdır. Bu gün emperyalistler arası bir savaşın fırsat ve yıkıntılarından devrim beklenemez. Emperyalist sistem kendi içinde bütünlemeye gitmiş ve kurumlarını yaratmıştır. AB, Dünya Bankası İMF, NATO v.b bu kurumların bazılarıdır. Bu kurumlardan hiç birinin orijini/kökeni/  herhangi bir emperyalist ülke değildir, emperyalist sistemin bizatihi kendisidir. Sistem ekonomik, politik, siyasi kültürel olarak bütünleşmiştir. Geri bıraktırılmış ülkeler artık birbirleriyle kıyasıya rekabet içinde olan tek tek emperyalist ülkelerce işgal edilmiyor, işgal güçleri bütün emperyalist güçlerdir. Afganistanın işgalinde, “Arap Baharı” denen bu ülkelerdeki emperyalizmin yeni iktidar biçimlerinde, Libyada, yemende, Suriyede, Türkiyede tek tek emperyalist ülkeler değil, sistem olarak bütün emperyalistler sistemi yeniden re-organize etmeye çalışmaktadırlar. Bütünleşerek saldıran emperyalist/Kapitalizme karşı uluslar arası mücadele hattının/birliğinin kaçınılmazlığının nedenini ve zorunluluğunu burada aranmalıdır. Böyle bir birlikte mücadele koordinasyonunun zorunluluğu geçmiş dönem deneyimleri göz önüne alındığında bu gün ertelenmez bir görev olarak ortada durmaktadır. Sistemin birleşik ve yer küre ölçeğinde küresel düzlemde çok yönlü saldırısına karşı ancak bu çapta ve evrensellikte bir sınıf örgütü bu saldırılara karşı koyma yeteneğini ve gücünü kendinde bulabilecektir. Değişik çevrelerde konu tartışılırken aklı başında bildiğimiz ve samimiyetlerinde kuşku duymadığımız bir çok devrimci söz ve davranışları ile “bir imkânsızlığın” ütopyasını kurduğumuzu ima etmişler, içlerinden birisi de doğrudan gerek Türkiye ve gerekse farklı ülkeler işçi sınıflarının burjuvaziye teslim olduğu, sınıf hareketlerinin dumura uğradığı, teslim olduğu ve gündemi Emperyalist/kapitalizmin belirlediği bu koşullarda  “düş gördüğümüzü” söylemiştir. Türkiye ve diğer ülkeler işçi sınıflarının örgütsüzleştirildiği, sınıfın örgütsüzlüğünden doğan boşluğu çeşitli isimlerde burjuva karakterli örgütlenmelerin doldurduğunu, sendikal örgütlenmelerin çeşitli görünümlü çetelerinin eline geçtiğini ve gündemi gerçekten de burjuvazinin belirlediğini, yaşamsal sorunların ele alınışının, onlara yaklaşım düzeyinin magazinel züppelikten öteye geçmediğini biz de kabul ederiz. Zaten bütün yaşam alanlarını burjuvazinin belirlediği, adeta “yaprak kımıldamıyor” hissi yaratılan koşullardır komünistlerin düş kurduğu koşullar.  Ancak komünistler gidişatı görürler ve yaşamın durmadığını ve durdurmaya kimsenin gücünün yetmediğini bilirler. Ateşin alevinin söndüğü doğrudur. Ancak biz, küllerin altında korların parladığını biliriz ve bu korların yangı çıkarmaya gebe olduğunu biliriz. Bu bir düş mü?. Pekala, o halde komünistler bu düşü görmek ve korun alev almasını sağlamak için ateş kıvılcımlarını tutuşturmaktan başka çare olmadığını ve başka türlü de olamayacağının bilincinde olmak zorundadırlar. Bu gün değilse ne zaman?. Teslimiyet umutsuzlukla başlar, umutsuzluk baş eğdirir ve eğilen baş diz çöker. Ancak bu komünistlerin gerçeği olmayacaktır ve bu gerçeği ters yüz etmek için gerçekten de “ hayal kurmaya” ve “ düş görmeye ihtiyaçları vardır. Baş eğdiren, diz çökerten gerçek bizim gerçeğimiz değildir. Dünya ve Türkiye sınıf hareketi bu gün bu duruma gelmişse, otuz yıldır da karşı devrim aç kurtlar gibi saldırı üstüne saldırı yapıyor ve bu saldırılara cevap verecek bir örgütlenmenin yaratılması için düşünce üretmek ve çaba sarf etmek yerine acizleşme meşru davranış sayılmaya başlamışsa, yaranın deşilme zamanıdır. İçinde cerahat taşıyan yara patlatılmadan yara iyileşmeyecektir. Geleneği ne olursa olsun sınıf mücadelesinde sorumluluk taşıyan kişi ve gruplar bu sorumluluğu paylaşmak ve teslim etmek zorundadır. Burjuvazinin saldırılarının zemin bulmasında ve ayrık otu gibi yayılmasında bizim payımız ve sorumluluğumuz, davranışımız, örgütlenmemizin kadüklüğü, küçük burjuva “ günü geçiştirme” anlayışı kitlelerde güven bunalımı yaratmıştır ve burjuvazinin toplumsal yaşamda böylesine etkin olmasının kapılarını aralamıştır. Hala bu anlayışta ısrar etmek, samimiyet çizgisini zorlayacaktır. Görüldü, seyredildi ve sonuçlara tanık olundu. Yenilgi sonrası dönemin yılgınlığından, aymazlığından kurtulmanın yolu yeniden başlama cesaretini gösterebilmektir. Kitlelerde sollaşma sürecinin önünü tıkayan faktör karşı devrimin saldırılarının yoğunluğundan çok devrimcilerin hala “ ne yapmalı” sorusuna içtenlikli, inandırıcı ve samimi cevap verememesidir. Bu cevap bulunduğunda yaşamın işgalcileri, yağmacıları, yaşamımızdan, ülkelerden, yeryüzünden silinecektir. Geldikleri gibi gideceklerdir. Burjuvazinin varlığının devamını sağlamak için başvurduğu zor’a dayanak gösterdiği fantezi çökmek üzeredir. Gerçek ise geleceğin sosyalizm olduğudur.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.