Anadolu’nun işgaline ve halkının kıyımına giden yol Afrodit’in “aşk” oyunuyla başlamıştı. Söylenceye göre, Zeus tarafından Olympos’taki düğüne çağrılmayan haset tanrıçası Eris, güç tanrıçası Hera, zeka tanrıçası Athena, aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit’in oturduğu masaya, üzerinde “en güzeline” yazılı altın almayı bırakır. Elmayı kimin alacağı konusunda anlaşamayan tanrıçalar, hakem olarak Zeus’u gösterirlerse de Zeus, karısı ve iki kız kardeşi arasında kalmak istemediğinden, hakem olarak İda dağında çobanlık yapan Troya prensi Paris’i hakem olarak görevlendirir. Her üç tanrıça da kendisinin seçilmesi için Paris’in saflığından yararlanmak için rüşvetler teklif ederler.
Hera, Paris’i Asya’nın kralı yapacaktır, Athena dünyanın en akıllı ve zeki kişisi yapacaktır. Afrodit, en güzel kadınla birlikteliğini sağlayacaktır. Paris, Afrodit’i seçer ve Troya’nın felaketine de adım atılmış olur. Söylence her ne kadar böyle dese de Troya ekonomik olarak gelişmiş, işlek ticaret yolları üzerinde kurulu bir kenttir ve komşularıyla kıyaslanmayacak kadar varlıklıdır. Batılılar (Söylencede Akhalar) bu kenti ele geçirmenin peşindedirler. İşte, gerekçe de hazırdır: Paris, Sparta krallığına elçi olarak gider ve kralın güzel karısı Helena’ya aşık olur. Afrodit’in yardımıyla Helena’yı İliona (Troya) kaçırır. Sparta kralı Menelaos Akhaların kralı Agamemnon’la büyük bir ordu hazırlayarak Troya üzerine saldırırlar. Homeros, Akhaların İliona saldırılarını destanında şöyle anlatacaktır:
“kavurucu ateş bir dağ doruğunda
büyük bir orman içinde ışıldar hani
görülür parıltısı ta uzaktan
yürüyen ordularda silahların parıltıları
öylece gökmere ağıyordu yayıla yayıla
kanatlı kuşlar, kazlar turnalar
uzun boyunlu kuğular nasıl sürü sürü
asya çayırlarında, kaystorosun iki yakasında
sallayarak kanatlarını kibirli kibirli
nasıl uçarlarsa bir oyana bir bu yana
çağrışarak yere konunca çayır çın çın öterse nasıl
öylece gemilerden, çadırlardan pıtrak gibi insan
skamandros ovasına aktı yayıldı
insanların, atların ayakları altında inledi toprak
baharda yeşeren yapraklar gibi durdu binlerce kişi
çiçekli çayırlarında skamandros ovasının
sürülerle sinek, koyun ağılının dört bir yanında hani
birbirlerine yapışıp nasıl uçuşurlarsa
süt kapları doldurulurken bahar günleri
gür saçlı Akhalar da işte öylece
Troyalıları yok etmek için yan yana
Bir anda doldurdular ovayı”
( Homeros, İlyada ve Odessa)
Troyalılar, Akhaların giderek artan ve yoğunlaşan saldırılarına karşı şehri on yıl savunurlar. Karialılar, Lykyalılar ve Amazonlar gibi kentleri Akhalı çapulcularca yağmalanan (Agamemnon’la Akhileus arasındaki destana konu olan anlaşmazlık da yağmadan pay alma anlaşmazlığıdır) Anadolu halkları Troya’nın savunmasında yer alırlar. Akha’lar, savaşarak şehri teslim alamayacaklarını geç de olsa öğrenmişlerdir. Zeus’un, Athena’ya hediye ettiği tahta at Troya’nın kapısı önüne bırakılır ve Akha’lar gemilerine binerek denize açılırlar. Troya kralının kızı Kassandra ve şehrin büyücüsü tahta atın Akha’ların bir hilesi olduğunu ve şehre alınmamasını isterler. Ancak, tahta at, bir tanrıya armağan olduğu için şehrin kapısından içeri alınır. Tahta at, Odessus’un fikridir ve savaşla zapt edilemeyen şehrin hileyle zapt edilmesidir. Akha’lar, tahta atın içine savaşçılarını doldururlar ve gecenin karanlığından ve eğlenceden esrikleşen Troyalıların rehavetinden yararlanarak şehrin koruyucusu Troyalı savaşçıları öldürerek şehri ele geçirirler, yakar yıkar ve yağmalarlar. Denilir ki, Troya savaşı Doğu ile Batının ilk savaşıdır ve Batı ülkeleri ele geçirmekte hileyi Troya’da öğrenmiştir. Söylencenin dışına çıkıldığında Troya savaşı ölümsüz bir aşkın savaşı değil, Batının yağma ve ele geçirme savaşıdır. Biz yine söylenceye dönelim. Troya kralının oğlu Hector, halkıyla beraber saldırgan Akhalılara karşı Troya’yı ölümüne savunur. Hector’la başa çıkacak tek kişi Akhaların savaşçısı Akhileus’tur. (Aşil). Aşil, yarı tanrıdır, üstün güce sahiptir. Hector ise ölümlüdür. Savaşçıları öldüren savaş araçları, kılıç, mızrak v.b araçlar Aşil’i öldüremez. Yalnızca topuğundan vurulursa ölür. Hector’la Aşil bire bir savaşırlar ve Aşil Troya önlerinde Hector’u öldürür. Savaşın çıkmasına neden olan, sadece aşk için yaratılmış, savaşmaktan ve savaş sanatını kullanma becerisinden yoksun olan Paris, ancak ülkesi işgal edilen bir insanın ulaşabileceği savaş yeteneğini ve becerisini kullanarak Aşil’i topuğundan vurarak öldürür. Aşil saldırganlığın ve yağmacılığın, Hector ise işgale ve yağmaya karşı kendisinden çok güçlülere karşı direnişin simgesi olarak Homeros’un destanında yerlerini alırlar. Troya destanı (İlyada ve Odessa) Anadolu halkının Batı saldırganlığına karşı ilk direnişidir. Bu direnişin destanı ise, Dünya edebiyatının bir ilk ve aşılamayan klasiğidir, bir sanat mucizesidir. Öyle ki, İlion destanından esinlenmeyen bir sanatçı, bu destandan beslenmeyen bir sanat yapıtı halen yok gibidir. Homeros, Troya destanı ile bir direnişin ölümsüz sanatını yarattığını biliyor muydu, bilemeyiz ama bilinen bu destanın bütün sanat dallarına kapısını açtığı ve bütün sanat dallarının da bu destandan beslendiğidir. Troya’nın yağma ve yıkımı Batılıların, bu yağma ve yıkıma karşı direniş de Anadolu halklarının geleneği olmuştur. Troya’dan bu güne batının saldırganlığı, Anadolu halklarının direnişi tarihin sanki tekerrürüymüşçesine periyodik olarak farklı zamanlarda ve farklı biçimlerde devam edecektir. Her saldırı en olumsuz ve en umutsuz zamanlarda bile mucizevi direnişler doğuracak, her direniş arkasında destanlar, söylenceler, öyküler bırakacaktır. Sanatın kaynağı da yaşamın ta kendisi değil midir? Savaşın yaşandığı tarihi kesitte Akhalar Troyalıları katletmiş, şehri yağmalamış ve Direnişin simgesi Hector’u öldürmüştür ancak, kazanan yine de Akhalar olmayacaktır. İşgale ve yağmaya karşı savaşanlar savaşı kaybetseler bile, halkaların gözünde efsaneleşirler ve direniş halkların ortak mirası, kültürü olur. Nitekim, Sömürü ve yağmayı yaşam biçimi seçen batılılara bu direnişin göz alıcı pırıltısından kendilerini kurtaramamışlar ve kendilerinin “Troya kökenli” olduklarını ileri sürmüşlerdir. Troya, kendisini mahveden saldırganlara, saldırganların kendi kökeninden olduğunu söyletecek ve iddia ettirecek kadar yağmacılardan öcünü almıştır. Batılı saldırganların dışında başka ulus ve boylar da kendilerinin “Troya kökenli” olduklarını sıkça ileri sürer olmuşlardır. Örneğin İngilizler Londra’ya “Troynovant” (Yeni Troya) adını takmışlar, Frankların ardından Normanlar, Britanyalılar, Venedikliler, Tuskia ve Kalabria halkları ile Troya’lı kökenden olma onurunu paylaşmak isteyen orta çağ prensliklerinden geçilmez. Yine, Troya kendisini yok edenlerden öcünü öylesine alacaktır ki, söylence, Troya savaşında Troyalı’ların yanında yer alan Afrodit’in oğlu Aineasa Roma kentini kurduracaktır.
Zaman akıp geçse de, tarih kendi takviminde yaşanılan dönemleri kronolojik sıralamaya tabi tutsa da Hector’un başlattığı direniş, farklı zamanlarda, farklı biçimlerde, farklı Hectorlarca ve farklı saldırganlara karşı yeniden ve kesintisiz olarak sürüp gidecektir. Hector’u yağmacılar ve saldırganlar yarattı, yağma ve saldırılar, yağmacı ve saldırganlar var olduğu sürece Hectorlar hep var olacaktır.
“Simavneli Şeyh Bedrettin Mahmud Rumi (1359-1420), yalnız Türkiye devrim tarihinin değil, bütün insanlık için sosyal devrim tarihinin en ilgi çekici büyük kahramanıdır. Şeyhin zamanına dek medeniyetler, dıştan gelen barbar akınlarının tarihsel devrimi ile yıkılırlardı. Şeyhin zamanındaki aksak Timur akını o çeşit dıştan yıkıcı tarihsel devrimlerin sonuncusuydu. Sosyal devrim imkânsız olduğu için muazzam bir medeniyetin yıkılışı antika destanlarda “tufan”, dinlerde “kıyamet” adını alıyordu. Şeyh Bedrettin, bu şuursuz medeniyet yıkılışları yerine, insanlığın biricik ve sürekli gelişimini sağlayacak şuurlu devrimi başka deyimle: Tarihsel devrim yerine sosyal devrimi geçiren en şuurlu ve en orijinal büyük devrimcidir. O bakımdan sosyal devrimler çağı demek olan modern çağın ilk ve en önemli müjdecisidir” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı)
Anadolu’da batılı işgalcilere karşı ilk direnişin ateşini yakan İlionlu Hector’un mirası bir kült olarak, bir yandan direnişin farklı zamanlarda , farklı biçim ve yerlerde süreğenliğini, diğer taraftan bu mirastan beslenen göz kamaştırıcı sanat ürünlerinin beslendiği damarı, kaynağını oluşturacaktır. Anadolu’nun, batılı Aka işgalcilerine karşı bilinen bu ilk direnişi, direniş tarihinde bir milat oluştururken, binlerce yıl boyunca işgalciler değişse de, işgalcilerin Anadolu’yu işgaldeki ısrarları değişmemiştir. Öyle ki Troya savaşında Troyalı’ların yanında yer alan tanrıça Afrodit’in oğlu Aenas’ın, yenilgiden sonra Troya varlığının devamı için savaştan sağ kurtulanlarla kurduğu Roma, gelişip güçlenmesiyle, Anadolu’nun en yağmacı ve çapulcu işgalcilerinin başında yerini almıştır. Aenas’ın Roma’yı kurması mitolojik söylencedir, ancak Roma imparatorluğunun devamı Bizans imparatorluğunun Anadolu’yu yüzlerce yıl işgal edip yağmaladığı tarihin gerçeğidir. Mitolojide ve gerçek tarihinde Anadolu, tarihi boyunca kendi silahıyla vurulan, öldüğü sanılan, en umulmadık zamanlarda yeniden ayağa kalkan ve direnişe çağıran bir ruh, öldürülemeyen yedi canlı ejderhadır.
Bir farkı gözden kaçırmamak yerinde olacaktır. Troya’da, Akalı işgalcilerle işbirliği yapan Troyalı yoktu. Batı, zamanla yerli işbirlikçilerini yaratacak, görünüşte aynı dili konuşan, aynı geleneğe sahip, aynı sosyo-ekonomik koşulların ürünü, yerli işbirlikçilerini, kendi adlarına işbirlikçileri eliyle “iktidarlar” oluşturacak, işgallerini daha ucuza ve kendini gizleyerek daha az riskle işgal ve yağmalarını yeni biçimlerle devam ettirecektir. Bu yeni tarz işgal ve yağmaya karşı direniş de birden çok cephede yeni biçimlerle kendini ifade edecektir. Bu durumda direniş sadece dış düşmanı değil, işbirlikçi iç düşmanı da kapsayacak ve hedef alacaktır. İşte, antik dönemin dış güçlerine karşı direnişin hedefi sadece dış işgalci güçler iken, yani direnişin sosyal bir hedefinden söz etmek mümkün olmazken, işgal ve yağmanın “yerli işbirlikçiler” eliyle sürdürülmesinde direnişin hedefi de büyümekte ve dineş “sosyal devrim” içeriğini kazanmaktadır. Şeyh Bedrettin hareketinin bu tespitle ele alınışı, gerek bu direnişin, gerekse bu direnişin mirası devamı direnişlerin ve bu direnişlerden beslenen sanatsal yaratıların da kökenlerinin doğru kavranması demek olacaktır.
BİRAZ MİTOLOJİ: HECTOR’DAN ŞEYH BEDRETTİN’E
Homeros’un İlyada ve Odesa’sında “ Rüzgârlı Mimas” olarak geçen Mimas dağı (Bu günkü Bozdağ) Karaburun yarım adasında yer almaktadır. Antik çağın Erythrai kenti sınırları içinde yer alan Karaburun yarım adasının Mimas dağı, Yunan mitolojisine göre tanrıların sözcüsü “Sibiylline kâhinlerinin” yaşadığı yerdir. Yine mitolojiye göre, sadece Karaburun’da yetişen Nergis çiçeği, adını Narsius’tan almaktadır. Zeus’un karısı Hera, kocasının tanrıçalarla ve ölümlü kadınlarla ilişkilerini kontrol etmek ve gözetletmek için gözetmen İrisi Mimas’ın yüksek tepelerine gönderir. İris gölünün adının da buradan geldiği söylenir. Yine Homeros’un burada doğduğu bilinmektedir. Mitolojideki Karaburun yarım adası yakın çağ tarihinde Şeyh Bedrettin’in savaşçılarından Börklüce Mustafa’nın isyanı örgütlediği ve isyancıların Osmanlı ordularınca kılıçtan geçirilip yok edildiği, Nazım Hikmet’in “ Şeyh Bedrettin Destanına” konu olan yerdir.
Adını Narsius’tan alan Nergis çiçeğinin o tarif edilemez güzelliği ile Şeyh Bedrettin’in gülümsemesi arasında Mitolojide bir bilgiye rastlanmasa da, Sosyal ve kültürel gelişmenin günün koşullarında olasılık tanımadığı Bedrettin isyanının gülen yüzü ile Nergis çiçeğinin güzelliği arasında bir ilişkinin olduğu muhakkaktır. Nazım Hikmet “Simavne kadısı oğlu Şeyh Bedrettin destanı”nı yazarken esinlendiği “Darülfunun İlahiyat Fakültesi tarihi kelam müderrisi Mehmet Şerafettin Efendinin Simavne kadısı oğlu Bedrettin” adlı kitabında, Ceneviz sırkatibi Dukasın, Bedrettin’in savaşçısı Börklüce için “ İyonya körfezinde bulunan ve halk dilinde Stilaryum-Karaburun olarak söylenen memlekette adi bir Türk köylüsü meydana çıktı. Bu köylü, Türklere nasihatte bulunuyor ve kadınlar hariç olmak üzere bütün üretim araçlarının kamunun, yani herkesin olmasını tavsiye ediyordu” diye yazdığını aktarırken, devamla Börklüce’nin, bu görüşleri edinmesi için şeyhinden (Bedrettin’den) bir ders alamadığını da belirttiğini yazmaktadır. Börklüce, Karaburun’da isyan hazırlıklarını tamamlarken, sadece Müslüman halka değil, yörede yaşayan farklı etnik köken ve dinlerden halka da mesajını iletir. Börklüce müridi Bedrettin’in “Varidat” ve “Teshil“ adlı eserinde yazdığına göre “bütün dinler ve uluslar izafidir, hiçbir insanın hiçbir şekilde diğerlerinden ayrıcalığı yoktur. Kutsallık kişilerin mensubu olduğu dinde veya kavimde olmayıp, insanının kendisindedir” Mesaj her dinden, her kavimden, Müslüman, Yahudi, Hristiyan her kesime ulaşır ve çığ gibi büyüyen isyan hareketine halkın tüm kesimlerinden katılımlar olur.
Karaburun’da Osmanlıya karşı “sosyal devrim” hareketini örgütleyen Börklüce’nin izini sürdüğü Şeyh Bedrettin, Mısırda eğitimini tamamladıktan sonra İznik’e gelir. İznik’te yazdığı “Teshil” adlı kitabında düşünsel öncülüğünü yazdığı sosyal devrim isyanının coşkusunu “Kalbimin içindeki ateş tutuşuyor ve günden güne artıyor. O surette ki kalbim dövülmüş demir de olsa direncine rağmen eriyecektir” diye yazacaktır. Börklüce’nin, şeyhinin ateşiyle tutuşan isyanı Karaburun’da patlak verecektir ve Osmanlı güçleriyle Börklüce yoldaşları Karaburun’da, yine Şeyhin savaşçılarından Torlak Kemal, bu gün aydın / Ortaklar sınırları içinde bulunan “Torlak mevkiinde” amansız bir savaşa tutuşacaklar ve Börklüce’nin ve Torlak Kemal’in “On bin müfsit ve mülhid” yoldaşı kılıçtan geçirilerek katledilecek, Börklüce ve Torlak Kemal de çarmıha gerilerek idam edilecektir. Bu kıyasıya savaşa yol açan koşullar, yer, savaşın taraflarının betimlenmesi Nazım Hikmet’in “Simavne kadısı oğlu Şeyh Bedrettin destanında” bir şiir sanatı şölenine dönüşecektir.
“ Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi
Duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahya çinileri
Gümüş ibriklerde şarap
Bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi
Öz kardeşi Musa’yı ok kirişiyle boğup
Yani bir altın leğende kardeş kanıyla abdest alarak
Çelebi Sultan Mehmet tahta çıkmış hünkar idi
Çelebi hünkar idi amma
Al-Osman ülkesinde esen
Bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgar idi
Köylünün göz nuru zeamet
Alın teri tımar idi
Kırık testiler susuz
Su başlarında bıyık buran sipahiler var idi
Yolcu, yollarda topraksız insanın
Ve insansız toprağın feryadını duyar idi
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
Köpüklü atlar kişner iken
Çarşıda her lonca kesmiş pirinden ümidi
Tarumar idi
Velhasıl hünkar idi, tımar idi, rüzgar idi, ahü zar idi.”
Yine Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya göre, Şeyh Bedrettin, çağdaşları sayılabilecek İslam uygarlığının Aristoteles’i olarak adlandırılan İbni Haldun’dan da, Batı dünyasının ilk din reformcusu Jean Huss’ten de önemlidir. İbni Haldun’un toplum ve tarih kanunlarını Marks-Engelesin yöntemiyle izlediğini belirtirken, Şeyh Bedrettin’in üstünlüğü “Teori ile pratiği en canlı, en insancıl yükseklikte sosyal sentezine ulaştırmasında“ görür.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Bedrettin hareketine ilişkin tespiti, Bedrettin’in “Teshil” ve “Varidat”ında yazdıkları Nazım Hikmet’in göz kamaştırıcı Simavne kadısı oğlu Şeyh Bedrettin destanına konu olacaktır.
“Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim
Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz
Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
Biz milletlerin ve mezheplerin tarihini
İptal edeceğiz”
Börklüce ve Torlak Kemal’in kuvvetlerinin kılıçtan geçirilip yok edilmesiyle ve kendilerinin de çarmıha gerilip öldürülmesiyle, Şeyh de Osmanlı kuvvetlerinin eline geçer ve Serez de çırılçıplak soyularak idam edilir… Ve o günden beri Serez çarşısının kör, sağır ve dilsiz olduğu söylenir. Hector dış istilacılara karşı, Bedrettin iç yağmacılara karşı Anadolu direnişinin ilk adları olurlar.
….VE HENÜZ MİTOLOJİ DEĞİL CANLI GERÇEK: ANADOLU AYAKLANMASI:
Batı 20. Yüzyılın başlarında emperyalist-kapitalizm aşamasına ulaşmış, varlığının devamı için daha çok kan, daha çok sömürü, daha çok yağma ve işgale ihtiyaç duyar olmuştur. Anadolu yine yağmacıların iştahını kabartmakta ve yutulması gereken bir lokma olarak önlerinde durmaktadır. Emperyalist yağmacıların her biri Anadolu’nun bir köşesini kapacaktır. Anadolu’da halk yoksulluk ve sefaletin pençesi altındadır ve karşı koyacak güçten yoksundur. Savaşlar, anlaşmalar, diplomasi, abluka aynı anda ve birlikte peş peşe gelir. Her şey hazırdır ve karşı koyacak bir güç te yoktur ki varlığı hesaba katılsın. Anadolu’nun her bir köşesine askerlerini yerleştiren emperyalistler, yer altı ver üstü zenginliklerin paylaşımını da kendi aralarında hallederler. Unuttukları “küçük”(!) bir şey vardır: Anadolu’nun direniş geleneği!… O en umutsuz koşullarda bu gelenek bütün varlığı ile kendini gösterecek, direnişin önderi Gazi Mustafa Kemal, direnişçileri “bizi yok etmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşı meslek edinen kişiler” diye tanımlayacaktır. Direnişi, “Ya bağımsızlık, ya ölüm” inadıyla örgütleyip, emperyalistlere hayal bile edemedikleri bozgunları yaşatacaktır. M. Kemalin Çanakkale direnişiyle işgalcileri püskürtmesinin ardından “Hector’un öcünü aldım” dediği unutulmayacaktır. Yirminci yüzyılın başlarında Emperyalistlerin burnunu sürten Anadolu direnişçileri, Sovyet devriminin gerçekleştirilmesinde bir kalkan görevini üstlenecekler ve Emperyalistlerin Sovyetler birliğine saldırıp işçi devrimini yıkmalarına izin vermeyecektir. Yine Lenin’in Mustafa Kemal için “emperyalistlerin gururunu kırdı“ dediği bilinmektedir. Anadolu direnişi, Hector’dan Bedrettin’e, Bedrettin’den Mustafa Kemal’e , Mustafa Kemal’den Deniz Gezmiş’lere… ve daha nice devrimcilere kalan bir mirastır. Yeni istilacılar, acaba bu direniş geleneğinden haberdarlar mıdır? Böylesine uzun ve soylu bir direnişin, kendisi gibi kalıcı ve soylu sanat yapıtlarını yaratmasından ve her defasında Anadolu’nun çeşitli sanat yapıtlarına konu olmasından doğal ne olabilir ki!… Nazım’ın dev yapıtı “ Kuvayı Milliye Destanı” da bu direnişin sanatsal ifadesi değil midir?