Kıyamet sesleri

Akşam, yatağına girerken kaygısız ve rahat bir uyku uyuma hayali yine karabasana dönüştü. Sabaha karşı yıldırımları odanın içini keskin bir aydınlığa büründüren gök gürültüsünün şiddetli patlamalarıyla sıçradı. Arka arkaya çakan şimşeklerin alazı yüzüne vurup gözlerini kamaştırırken, uyku sersemliği ile bir an nerede olduğunu kestiremeyip, balkona çıkan koridoru şaşırdı. El yordamıyla koridorun duvarını takip ederek balkona çıktı. Caddenin boydan boya kesilen elektrikleri caddeyi karanlığa boğmuştu, evlerin pencerelerinde ışıldayan bir ışık aradı. Cadde boş, karanlık ve yalnızdı.  Caddeyi kendi yalnızlığıyla özdeşleştirip ürperdi.  Fırtınanın şiddetinin kendisini de savuracağını düşünerek balkonun demirlerine sıkı sıkıya tutunarak boydan boya caddeyi izledi. Fırtınanın şiddeti yağmurun şiddetine karışmış, adeta yarışırcasına şehri yok etmek için ara vermeden ve bütün şiddetiyle saldırılarını sürdüren fırtına evlerin çatılarını uçuruyor, cadde boyu ağaçları kökünden sökmeye uğraşıyor, akşamdan balkona asılmış çamaşırlar bir panayır şenliği gibi havada kavisler çizerek uçuşuyordu.  Sokak köpeklerinin gür sesleriyle ulumaları yerini cılız, yalvaran seslere bırakmıştı. Bir köpek karşı caddeye geçmeye çalışırken fırtınanın şiddeti ve rüzgârın göz açtırmazlığı karşısında yengeç gibi yan yan, santim santim ilerleyebiliyordu.  Yağmur göz açtırmıyor. Balkonlarına serili çamaşırlarını toplamak için demirlere ulaşmaya çalışan kadınlar fırtınanın sertliği ile geri itilip, tökezliyorlar. Çaresiz gözlerle uçuşan, dallara takılan, karşı apartmanların duvarlarına yapışan, sonra yeniden başka bir yöne savrulan çamaşırlarını izliyorlar. Yağmur aralıksız indiriyor, adeta fırtınanın artçı kuvvetleri gibi iri damlaları görüş mesafesini sıfırlıyor. Yüzünü gökyüzüne çevirmesiyle damlaların şaklayan kırbaç sertliğindeki acıtıcı ve yakıcılığını yüzünde hissedip elleriyle yüzünü kapadı.  Ortalık alaca karanlığa bürünmüş olmasına rağmen sokakta hiçbir insan görüntüsü göremedi. Yağmur ve fırtınanın işgal ettiği şehirde, karşıdan karşıya geçmeye çalışan köpekten başka canlı da yoktu. Nasıl bir boşluk, nasıl bir yalnızlık… Caddenin inci dişler gibi sıralı, görkemli, güneşli havalarda yaprakları, dalları nazlı nazlı salınan kocaman ağaçları fırtınanın şiddeti karşısında pes etmiş, içi geçmiş kütükler gibi sürüklenirken gözünü cılız, bir parmak kalınlığında çelimsiz, fırtınaya meydan okurcasına direnen ağaçlara dikti. Fırtınanın teslim aldığı, dalga geçerken aşağıladığı koca gövdeli kütüklerin yerlerde sürünüşleriyle, direnen cılız fidanların direnirken canlarını dişlerine takışlarını aynı anda seyrediyordu. Gövdesiyle, dalları ve yapraklarıyla fırtınanın ayakları altında aman dileyen koca kütükler direnen filizlere itidal tavsiye edip direnişi bırakarak teslim olmalarını öğütlüyordu. Üstelik kimileri taşınamayacak kadar ağır gövdelerini filizlerin üstüne atmış, zaten ayakta durmak için bütün güçleriyle direnen filizlere de yük olmuşlardı. Bir yandan üzerlerine koca gövdelerini atan kütüklerle baş etmeye çalışan filizler, diğer yandan da dallarından, yapraklarından “ duyduğunuz çakalların ulumasıdır, safları sıklaştıralım” naralarıyla kütükleri ayağa kalkmaya çağırıyorlardı.  Kütüklerden ses seda çıkmadı, çağrıya yüz vermediler. Filizler, yerde sürüklenen koca yapılı gövdelere acıyarak baktılar, hiçbir cevap vermeden sessiz sedasız, ara vermeden saldırılar karşısında geri adım atmadılar.   Mücadelenin doruğa çıktığı yıllardı. Boylu poslu, azametli, gösterişli koca kütükleri de görmüştü, adsız, sansız, gösterişsiz, sessiz sedasız direnen filizleri de.  Ateşi ve ihaneti de görmüştü. Bugün bir adı varsa, bir isimle çağırılıyorsa, bu mücadelenin bir armağanıydı. Yok eden emperyalizme ve yutan kapitalizme karşı gökyüzünü fethetmeye çıkan komünarların mirasçısıydı. Bu isim doğarken annesinin kendisine verdiği ismin çok ötelerinde bir anlam kazanmıştı. Büyülü yarınlar vaat etmişti dünyanın bütün canlılarına. Çocuklar yarın endişesi taşımadan büyüyecek, anneler dolu dolu sofralar kuracaklar, babalar o gün çalışamadığı, evine bırakacak ekmek paraları olmadığı için intihar teşebbüsünde bulunmayacaklardı. Çiçekler saçlarını rüzgârda savuracak, yer kürede yerel beyler gibi ayrı ayrı mekan tutmuş dağlar ele verip bütün zenginliklerini birbirine armağan ederek kucaklaşacaklardı. Dereler bir başka berrak, denizler bir başka mavi olacaktı. Yeryüzü kocaman bir aile, ovalar sonsuz sınırsız, bol ve bereketli sofralar olacaktı… Aç çocuk, çaresiz kadın olmayacaktı. Yarının yolu bugünden geçerdi. Yarın, bugünden kurulmazsa çok geç olabilirdi. Ötesi yoktu, ya harami saltanatının aşağılayıcı, utanmaz, yüzü kızarmaz arsızlığına boyun eğilecekti, ya da yer kürede egemenlik kuran bu insan soyunun yeminli düşmanı haramilerin saltanatı yıkılacaktı. Ya biri ya öteki, başka bir seçenek yoktu. Yenilmişlerdi, sebebi şuydu ya da buydu, bunun ne önemi vardı ki… Sorun kırık beli doğrultup, topal ayağı iyileştirerek koşuya devam etmek mi, bir kenara çekilip geçmişin nostaljisini yâd etmek mi?  “İki, üç daha fazla Vietnam”…Bütün mesele daha çok komün, daha çok Lenin, daha çok Che… Daha çok direniş, daha çok gezi,  daha çok örgütlenme… Ve elbette büyük insanlığa olan borcumuzu da ödemiş oluruz böylece.

 

Kendisi bu ağaçlardan hangisiydi, gövdesinden utanmadan rüzgârın alay edercesine kâh oraya, kâh buraya savurduğu, direnci kırılmış, iradesi elinden alınmış kütükler miydi, yoksa hiçbir görkemi, azameti olmayan cılız gövdeli çelimsiz ağaçların,  kendilerini yerlerinden yuvalarından söküp atmak için olanca haşinliği ile saldıran fırtınanın şiddetine, bir avuç gerillanın inadıyla, sabrıyla, dünyanın en modern, adeta cehennem ateşiyle donatılmış, yenilmez sanılan ordularına direnen, direnişlerini selamladığı ufacık tefecik ağaçlar mıydı? “Sen kimsin, hangisisin”. “Sana kalmış” dedi, “ya teslim olmuş bir kütük, ya da ya da direnirken yapraklarıyla dallarıyla melodiler fısıldamayı da ihmal etmeyen gösterişsiz fidanlar”.. Gök gürültüsünün sarsıcı sesi, boyları metreleri bulan alev dilli şimşeklerin alazlarıyla daha bir korkunç, daha bir korkutucuydu. Fırtınaya, yağmura, direnenlere ve teslim olanlara gülümsedi. Kıyametten gelen “ ya acıması olmayan bir savaş davetini kabul edeceksin, savaşacaksın,  ya da koca kütükler gibi aciz, çaresiz teslim olacaksın” uğultulu sesinin dehşetli sarsıntısıyla sendeledi, gırtlağını yırtarcasına bağırdı, üst üste, ara vermeksizin bağırdı. “Savaş davetiniz kabulümüzdür, meydanlardayız, alanlardayız, her yerdeyiz”…  Sesine yabancıydı ve bu kadar güçlü, şehrin caddelerinde yankılanıp geri dönen, kulaklarını çınlatan bu sesin kendine ait olduğuna şaşırdı, hayret etti.  Zayıf, cılız, cüsselerinden beklenmedik ağaçların rüzgârın şiddetli saldırıları karşısında ansızın sergiledikleri, adeta akrobatlara parmak ısırtan çeviklikleri karşısında saldırılarını arka arkaya ve aralıksız sürdüren fırtınanın, cılız ağaçların direnişi karşısındaki acizliği, onları yerinden sökemeyişi yüreğine su serpti. İçine düştüğü, beynini esir almaya çalışan yalnızlık ve çaresizlik çemberini yırttı, attı. Kızının sesiyle irkildi. Kucağına alıp öptü, bağrına bastı.

“Kızım caddede ne görüyorsun?”.

“ Polis saldırıyor, tomalar su sıkıyor, ağabeyler, ablalar şarkı söylüyor”

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.