Masayı Kim Devirdi?

Beni tanıyorsunuz değil mi?.  Her ne kadar mesleğim müdürlük değilse de adım Hıdır. Adı, sanı, namı iki kapı komşunun ötesinde bilinmeyen beni bir siz tanırsınız zaten başka kim tanısın ki… Her ne kadar adım Hıdır ise hiç kimse beni bu ismimle çağırmadı. Bildim bileli adım mızmız oğlan. Zaten Hıdır deyince siz de şaşırdınız, kim bu diye. Ben mızmız oğlan… Biliyorum, hareketlerime tavırlarıma güler, alaya alırsınız ama yine de beni sevdiğinizi bilirim. Sokak aralarında güngörmüş büyüklerimin, kapı önlerinde “ıradıyon Anşa”nın borazan gibi sesiyle bütün mahalle kadınlarını sorguya çeker gibi  “masayı kimin devirdi”ğine ilişkin tellallığı bende öyle bir merak uyandırdı, öyle bir merak uyandırdı ki… Afedersiniz, sizin yanınızda sözümün sohbetimin olmayacağını bile bile ben de düştüm masayı kimin devirdiğinin peşine…

Mahallemizin Çınarlı kahvesine dadanan adamları tanımam etmem. Sanki saray suçlusuymuşum gibi gözünü bana dikip, “ gününü gösteririm haa” dercesine dik dik bakmaya başladı. “Masayı kim devirdi lan” dedi.   “Ben devirdim” deyiverdim. Hay demez olaydım, hay dilim kopaydı. Nereden çıkıp geldiğinin farkında bile olmadığım iki ızbandut babayiğidi, kimi kolumdan kimi bacağımdan karga tulumba sürüklemeye başlamasınlar mı?. Birisi kaplanın avına sarıldığı gibi boğazıma sarılırken diğeri telefona asıldı. “Alo… Memur bey, masayı deviren ağzıyla suçunu itiraf etti, yakaladık… Elimizde… Tamam efendim, bekliyoruz… Yok, yok kaçamaz, elimizde”… Başladı mı sorgu sual… “Lan sen pegagalı  mısın, terörist misin?. Silahlar nerede, kimden talimat aldın, suç ortakların kimler”. “Yok abi dedim” valla terörist merörist değilim, ben elhamdülillah Çorumluyum” der demez suratıma okkalı tokadı yemem bir oldu.  Sorgucularım, “bu işten bir şey anlamadım” der gibi birbirlerinin gözüne bakıyorlar. “Anlat, yoksa…, Masayı niye devirdin?”.

 

“Beş el okey oynadık, masadakiler hile yapıp oyunu bende bırakıyorlardı, beş el oyunda dörderden yirmi çay içiliyor, birer liradan yirmi lira. Siz olsanız ne yapardınız, hır çıkarıp oradan sıvışmaktan başka çarem yoktu, masayı devirmekten başka yol bulamadım”… Amirleri olduğu hal ve hareketlerinden anlaşılan rütbeli biri “ ne, ne dedi” “ bu bizi enayi yerine koyuyor” deyip gırtlağıma sarıldı… “Bülbül gibi konuşturmadan seni buradan çıkarmayız, ya anlat ya da biz sana anlattırırız”… Yazıcı gözüme bakıyor… “ Amirim, bu salağın birisi, baksana öyle şeylerden anlamadığı yüzünden belli, mal mal bakıyor”.

Amir, ses tonunu yükseltip “ sen buraya makul şüpheli olarak getirildin, masayı devirdiğini de ağzınla söyledin, şimdi bize maval okuyorsun” deyip döşümden itti, “atın bunu hücreye”… Suçum ağır, ne de olsa “ amirimin makbul şüphelisiyim”… Hücredekiler birbirleriyle şamata yapıyorlar, kimi kavgadan, kimi bilmem neden getirilmiş. “Suçun ne?”. “Makbul şüpheliymişim” dedim, “ masa devirdim de”… Yan yan gözüme bakıp derhal uzaklaştılar benden. Zaten teröriste benziyormuşum, kılığımdan kıyafetimden de anlaşılıyormuş… Ertesi sabah hücre kapısını açan görevli bizim çınarlı kahvenin müdavimlerinden polis Yusuf abi “sabıkan yokmuş, bir yanlış anlaşılma, gidiyorsun mızmız oğlan” dedi. “Ne yani dedim, bende makbul şüphe bulamadınız mı?”… Güldü, “makbul şüphe değil, makul şüphe “ dedi.  Kuşluk vakti salıverildim. Onca yolu tabana kuvvet yürüyerek doğruca kahveye geldim, beni adam yerine koyup bir çay ısmarlamayanlara inat patronun masasına oturdum. Benim kim olduğumu öğrensinler… Bu güne bu gün makbul şüpheliyim. Patron bir hışımla gelip, “ kalk lan oradan” dedi. “Sen ne zamandır patron koltuğunda oturuyorsun, paran varsa çay iç, yoksa ikile bakalım…”. Sol elimi kaldırıp  “dur bakalım dedim, hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak, ben bugüne bugün makbul şüpheliyim”… Sütunun arkasında oturup çay içen asayiş ekibinden iki polis boyunların uzatıp bana bakmaya,  “ Hayrola, bu kim der gibi ” patrona kaş göz işareti yapmaya başladılar. Amirinin emrine geç kalmış memur gibi acele acele işim varmış gibi kolumda olmayan saatime bakar numarası yapıp hemen sıvıştım oradan.

Mahallemizin bıçkınlarındandı, severdim Ali dayıyı. O anlardı bu işlerden. Kitap gibiydi, yan kesiciler, dolandırıcılar, kaptıkaçtıcıların hukuk danışmanı gibi bir şeydi, işledikleri bir suçtan ne kadar ceza alacakları ondan sorulurdu. Hemen yanına sokuldum, “ne var lan mızmız” dedi. Bizim mahallede bitirim olmak bir ayrıcalıktı, senden korkarlardı, sana “abi” derlerdi. Ayıptır söylemesi mahallenin kızları da bitirimlerden sorulur, onlar mahalle kızlarının namus bekçileri sayılır, saygı görürlerdi.  Hatta yeni evlenen “yeğenlerin” kaç çocuk yapacaklarına bile onlar karar verirdi.  Bitirim Arifin afili yürüyüşü gibi yürüyüp ceketi sol omzuma attım,  kollarımı yana açtım, hafifçe belimi kamburlaştırarak yüzüne dik dik bakmaya başladım. “ Bana bak dedim, ben artık makbul bir şüpheliyim”… Önce kesik kesik başladığı gülmesi öyle bir kahkahaya dönüştü ki, mahallenin öte başından duyulacak neredeyse. “Hadi lan mızmız oğlan dedi, “makbul şüphe değil, makul şüphe…”.  Sonra sen bir garip adamsın, gölgenden korkarsın, bir tavuk gelse üstüne arkana bakmadan tabanları yağlarsın. “Bak” dedi “ öyle sağda solda konuşup durma, makul şüpheli demek hükümete karşı gelmek demektir, asilik demektir, isyan çıkarmak demektir. Seni bir makul şüpheli görürlerse ananı bellerler, hapislerde sürünürsün, var git şimdi”…

 Şu gariplik ne kötü bir şey şey yahu, ben makbul şüpheli olmak için can atarken bir makul şüpheli bile olamadım.

Ne yalan söyleyeyim, benim bu taraklarda bezim yoktur, hem anlamam da bu işlerden.  Neme lazım elin üç oğlağı, beş keçisi…

Önceden bildiğim, garsonun istemeden çay getirmediği bir kahveye gittim. Uzakta bir masaya oturdum. Avarelik, can sıkıntısı işte. Masanın üstündeki gazeteyi karıştırmaya başladım. Bugün kömürünü taşıdığım hanım efendi iyi para verdi, birkaç kolon at yarışı oynayacağım, gazetenin bana tiyo verecek spor sayfasını arıyorum. Sayfaları karıştırıyorum ama bulamadım spor sayfasını. Rastgele bir yeri okumaya başladım. İyidir okumam, babam okutsaydı ortaokulu bitirirdim, ama o beni sanayiye çırak verdi, bir an önce ekmeğini bulsun diye.

Bir film oynayacakmış. Bir yığın gavurca isim. Hemen ezberledim. Dedim ya ezberim de iyiydi okulda. Andımızı bir yılda ezberlemiştim. Hem iyice ezberleyip kahvede anlatırsam kendimi gösterir, beni adam yerine koymayanlara da bir ders veririm. Filmin adı “Saul’un oğluymuş. Yönetmeni de Laszlo Nemes mi ne… Auschwitz – ne biçim isimse, bizim oraların adına benzemiyor- kampı diye bir yerde Nazilerin görevlendirdiği bir tutsak, kendisi gibi diğer tutsakları yakılarak öldürüldükleri kematoryuma götürüyor. Adamın işi bu olmasına bu da şeytan koltuğuna gidiyor bir kez, öldürülenlerin bir mezarının bile olmayacağını düşünmeye başlıyor. Ne yapsın garibim, ekmek parası işini yapması lazım… Derken yakılmaya kematoryuma götürülen bir grubun içinde kendi oğlunu görüyor. Oğlunu eliyle sağ sağ yakacak… Diğer yakılanların bir mezarı bile olmayacak ama oğlunun bir mezarı bari olmalı… Şeytan adama iyi şey söyler mi hiç… Adam oğlunun bir mezarı olsun diye başına almadığı iş kalmıyor. Filmin yönetmeni faşizmi anlatıyormuş… Film içimi kararttı, sayfayı hemen çevirdim. Gazetenin baş sayfasına geldim… Aaaa, o da ne?. Kocaman bir başlık… “Masayı kim devirdi”…Tedirgin oldum, sağıma soluma bakmaya başladım. Masalarda okey oynanıyor ama kimsenin masa filan devirdiği yok… Geçen akşam izlediğim TV haberlerinde görmüştüm, Afrika da, Suriye’de, Irakta, Cizre’de, Silopi’de, Sur’da Silvan’da, Ankara’da, İstanbul’da çocukları, kızları oğulları öldürülen ana babalar da çocuklarının hiç olmazsa bir mezarı olması için çırpınıyorlardı. Kim bilir savaşın yerinden yurdundan ettiği göçmenlerin güvenli bir ülke bulmak için çıktıkları kaçak yolculukta denizde alabora olan teknelerde ölen, kimisinin cesedine hiç ulaşılmayan, kimisinin cesedi kıyılara vuran göçmenler de eşlerinin, çocuklarının bir mezarı bari olsun istemişlerdir.

Bahar geliyor. Bir gezi olsa… Bir ışık, bir heyecan patlaması… İlk kez kendimi işe yarar bir adam gibi hissettiğim gezi… Kahvenin TV si haberleri veriyordu… Artvin’in yeşilinde gizli bir gezi olduğunu söyleyen uzman “ şu boğaların boynuzlarındaki sloganlara bak” diyordu diğer tartışmacıya… Boğalar “ Milletin a…sına koyan” adama boynuzlarını sallıyordu, gel de görelim kim kimin neyine koyacak der gibi geldi bana.

Yok dedim kendi kendime, masanın devrildiği filan yok. Ölüm tacirleri hiç kalkmadıkları masalarının başındalardı yine, Ejderha gözünü karartmış, dağlarda talan, kentlerde “Allahü ekber” nidalarıyla insan kanı içenlerin katliamları vardı.

Ben mızmız oğlan, tanıdınız değil mi?. 

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.