Yabancısıydım onların. Ayrı dünyalardan, ayrı coğrafyalardan gelmiştik. Suyumuz ayrı, huyumuz ayrı. Kader işte, her nasılsa kesişiverdi yolumuz bir ilkyaz ikindisinde. Onlar Şubatın dondurucu ayazından kaçıyorlardı, ben Martın ansızın ısıtıveren güneşinin yakıcılığından. Onlar allı yeşilli, sarılı kırmızılı, morlu siyahlı çiçektiler, ben iki ayaklı, tek burunlu iki gözlü bir âdemoğlu. İlk tesadüfî karşılaşmamız kışın bitip baharın başladığı işte şu daracık merdivenlerde oldu, aheste aheste indiğim merdiven basamağında omzuma çarpıp beni kenara ittiler. Kenara çekilip yol verdim. Özür dileyerek ürkek, tatlı bir tebessümle teşekkür ettiler.
İstemeden, kasıtsız bir çarpışmaydı. Önce en önden kaçan, sonra arkasındaki, sonra üç kişi, beş kişi derken düzensizliği ilke edinmiş yaz yağmurları gibi yağıyorlardı bedenime. Çiçek yığınlarının altında kaldım. Renk ve mis koku darbelerinden sersemleyip halsiz düştüm.. Gözlerim rengini değiştirip gördüğü her şeyi renk ahenk görmeye başladı. Her yer allı, sarılı, kırmızılı, morlu renklere bezenmiş, her nesne çiçeklerin biçimini almıştı. Birbirinin içinde, birbirine karşı göz kamaştırıcı renkleri gökkuşağından daha bir görkemli, daha bir zengindi. Tembelliği şimdiye değin beni rahatsız etmek ne kelime düşünmeme, duymama, görmeme yeteneğine hayranlık duyduğum beynim şaşırtıcı şekilde açıverdi pencerelerinin kanatlarını. Nasıl olduğuna hala akıl erdiremediğim bir düş evresinde onların yanında, onlarla iç içe buldum kendimi.
Şimdiye değin hiçbir sözcüğünü duymadığım hiç konuşup bilmeğim bir dilin en incelikli nağmeleri diziliverdi dilime. İsimleri bir ezginin armonisiyle söyleniyor, renklerin karışımı gibi sözcüklerin üst üste binmesi de Rodrigonun keman konçertosu gibi mest ediyordu. Onlar adlarını söylemeden her birinin isimleri dökülmeye başladı dilimden. Açelya, ağlayan gelin, akasya, hanımeli, ardıç, aslanağzı, ateş çiçeği, ıtır çiçeği, gülhatmi, hercai menekşe, nilüfer, begonvil, buhurumeryem, camgüzeli, çan çiçeği, dağ sümbülü, defne, deli gül, erguvan, gecesefası, gelincik, gardenya… Adları satırlara sığmayacak, sayfaların alamayacağı kadar çok çiçek, her biri diğerinden farklı binlerce, milyonlarca renk… Kimilerinin rengi bildiğim renklerdi de kimilerinin renklerinin adları sanırım ne en gelişmiş ansiklopedilerde vardı, ne de en uzman doğa bilimciler tarif edecek kelime hazinesine sahiptiler. Ben de bilmiyordum.
Nereye gidiyorsunuz?
Kaçıyoruz
Neden, kimden kaçıyorsunuz?
İstilacılardan, işgalcilerden kaçıyoruz. Havamıza, suyumuza, toprağımıza zehir karıştıran zebanilerden kaçıyoruz. Nefes alabileceğimiz, renklerimizin özgürce, korkusuzca açabileceği diyarlara kaçıyoruz.
Böyle bir yer kalmadı dedim, bütün yer küre zebanilerin işgalinde. Sulara kan karıştırdılar, havaya zehir.
Çare nedir dediler.
“Çocukluğumda ay tutulmalarında, ayın ışığı kararır, ortalık zifiri karanlık olurdu. Zebanilerin ay ışığını hapsettiğine inanırdık. Sandıklara yağlanıp saklanan silahlar, odunluklardan kazmalar, dolaplardan tencere tavalar, işliklerden odunlar çıkarılır, zebanilere karşı saldırıya geçilirdi. Silahlar ateşlenir, kazmalar sallanır, tencereler tavalar gürültüden köyü yıkardı. Çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç bütün köylünün saldırıları karşısında tutunamayan zebaniler kaçar, ay yeniden pırıl pırıl ışığı ile bizimle olurdu.”
“Eee, dedi”.
Ben de kaçıyorum, kurşun sıcağından kaçıyorum. Köylülerimizin her biri bir diyara gitti, toplanıp bir araya gelemiyorlar. Geriye kalanlara teker teker kaçmaktan başka çare kalmadı. Ben de sizinle geliyorum.
Aralarındaydım ve yol arkadaşlarıydım. Nereye, niçin gittiğimizi, yönümüzü, ufkumuzu bilmeden ilerliyorduk. Tedirgin, bir şeyden, birilerinden kaçar gibi ilerliyorduk. Dur durak bilmeden, yorgunluk, açlık, susuzluk dinlemeden ilerliyorduk. Kiminin sağından, kiminin solundan geçtim. İte kaka, düşe kalka telaşla Mahşeri kalabalıkta kayıp çocuğunu arayan ana telaşıyla onu aramaya başladım. Kaç dolunay doğdu, kaç rüzgâr yön değiştirdi, kaç kırlangıç havalandı, kaç ova geçtim, kaç dağ başı aştım, yoktu. Bunca rengin, bunca mis kokuların içinde yoktu. Yakınımdı, arkadaşım, yoldaşım, can dostumdu. El, memleket görmüş gezgin çiçeklerinden birinin yanına yaklaşıp kulağına eğilip sordum. “Hepiniz bütün renklerinizle, bütün türlerinizle bir aradasınız, o aranızda değil”… Yarı ürkek, daha çok saygılı bir bakışla uzun uzun sessizce gözlerime baktı. Biz dedi, bahara göç ediyoruz, rengimiz, havamız suyumuz bahardadır. Bütün ovalara, kırlara, dağ yamaçlarına, tepebaşlarına yayılır, güneşin, rüzgârın, havanın nimetleriyle çoğalır, hayat buluruz… Yaylalar bizimle şenlenir, ormanlar bizimle miski amber kokar… Lakin…
Gözüne bakma sırası bendeydi, isteksiz ve iştahsız yüzünü buruşturdu. Senin gibi dedi, kaçıyoruz, nereye, hangi diyara gideceğimizi bilmeden kaçıyoruz. Belki suyumuz çekilmeden, renklerimiz bizi terk etmeden bir yer buluruz umuduyla düştük yollara. Artık, sabahları pencerelerimizi pırıl pırıl gökyüzüne açamıyoruz, soluduğumuz hava zehir, damarlarımıza dolup bize hayat veren su zehir, işgalciler kökümüzü kazıyor, yaban domuzlar yapraklarımızı talan edip, hayvanlar çiçeklerimizi yayılıyor. Anlayacağın bıçak şah damarımıza dayanmış durumda.
Peki, onlar ne durumda dedim; içinize karışmamışlar.
“Kardelenler” dedi… “Doğrusu çok yol teptiler. Grup grup geldiler. Bize bu günümüzü o günden söylediler, anlattılar, günlerce, geceli gündüzlü. İkna olup etraflarında bir araya gelmedik. Sandık ki damarlarımız hep diri, renklerimiz hep canlı kalır, tabiat ana bize bağrını açar. Nereden bilirdik tabiat ananın da ırzına geçileceğini. Onlar biliyordu, onlar biliyordu da biz anlamak istemedik. Kaçmayı çare belledik, nereye ve ne zamana kadar kaçacağımızı biz de bilmiyoruz.
Giderek etrafımız kalabalıklaşmış, sohbete diğer çiçeklerden katılanlar olmuştu. Ak renkli beyaz benizli bir çiçek “ Ey âdemoğlu” dedi, “ Okumuş yazmış birisisin, bizim tarihimizi, göçümüzü, kaçışımızı yalansız yazacak birisi gerek. Yazasın bizi, yazasın ki yarının çiçekleri kaçmak yerine direnmeyi, dahası tabiatın yabancılarını aralarına sokmamayı öğrensinler”.
Kalemim yok dedim.
Karanfil, benim rengimle yaz dedi. Siyah lale “ yaz yeter ki” dedi. Simsiyah yazarım, tükürdüğüm suratta ilelebet kalırım, rengimin siyahını çıkaramazlar.
Kağıdım yok dedim.
Benim yapraklarım enli ve dayanaklıdır, yapraklarıma yaz dedi saklı sefa çiçeği.
Bu yazı karanfilin rengiyle saklı sefa çiçeğinin yapraklarına böyle yazıldı.
Sisli, dumanlı bir vadinin eteklerinde soğuktan büzüşmüş, birbirimizin nefesiyle ısınmaya çalışırken her biri bir tepenin ardından önce başlarını, sonra gövdelerini göstererek kavisler çizerek büyüyen, sarp dağların şubat karlarını yararak gelen, aydınlatan, ışıtan, ısıtan güven veren kardelenlerin atlarının kişnemeleri duyuldu. Rüzgâr yeleli atlarının üzerinde beyaz harmanileri ile her biri Kartacalı savaşçılar gibi mağrur ve muzafferdiler. Öylesine nazik ve narindiler ki bir buket çiçek gibi sevgiliye armağan edebilirdiniz, öylesine azametli ve gösterişliydiler ki naraları saraylarda depremler yaratır, şahların, kralların sultanların ödleri patlayabilir, haramilerin haram lokmaları kursaklarında kalabilirdi. Vadinin kirli sarı sisli ufku açılıverdi, güneş ışıklarını saldı, solmuş pörsümüş yapraklar ablak ablak açmaya başladı, büzüşmüş damarlara su yürüdü. Ahali dalgalandı. Yorgun ve bitkin bedenler teker teker ve hepsi birlikte ayağa kalktılar. Kaktüs, dikenli giysilerinin içinde bir heykel gibi doğrularak “ Dostuma dost, düşmanıma yamanım” dedi.
“Çiçeklerimiz, renklerimiz, geleceğimiz adına kılıç başına” …
“Toplanın, geri dönüyoruz”.