Çekingen, içine kapanık… Kahvenin giriş kapısının önüne konulan tek sandalyeye otururken, birisinden azar işiteceği, ya da küçümsenerek adam yerine konulmayacağı endişesiyle önce garsonun gözüne, sonra yakın masadakilerin gözlerine teker teker bakar, umursanmadığını görünce, başıyla ahaliyi selamlayıp usulca sandalyesine çöküverir… Herkesin birbiriyle haşır neşir olduğu kahvede adını sanını bilen yoktur, merak da etmezler. Allah’ın bir garibi işte, kim bilir kimin nesi…
Dikkatimi çekti, sandalyemi alıp yanına geldim. Oturabilir miyim? Ürküyor, tedirgin oluyor, gözüme bakıyor, azarlayacağımı, ya da “kalk lan buradan” diyeceğimi düşünmüş olmalı… Sadece gözüme bakıyor, sesi çıkmıyor.
Affedersin, rahatsız ettim galiba…
Yok, estağfurullah, buyurun…
Çay içeriz değil mi?…
Garsona sesleniyorum, “iki çay, demli”…
Sigara…
Paketi önüne atıyorum, yak çekinme.
Nerelisin?
Adıyamanlıyım…
Hayrola eş dost ziyareti mi?.
Yok diyor, çoluk çocuk çıktık geldik, baba ocağını terk ettik…
Hayrola yahu diyorum, Adıyaman nere, bura nere… Hazır kurulu aile düzenini bırakıp buralarda ne işin vardı…Adıyaman’da tarlan, bağın, bostanın vardır, işin gücün vardır, yahu bu yaştan sonra buralara gelmen akıl işi mi, hadi sen geldin, çoluğu çocuğu arkana takıp getirmenin ne âlemi vardı hemşerim. Birkaç gün işin gücün durumuna bakarsın, iş bulursan çalışır, biriktirdiğin üç beş kuruşu alır çoluğuna çocuğuna götürürsün, iş bulamadın mı çeker gidersin. Anlamak zor iş…
Beyim diyor, iyi söylersin haklı söylersin de bizi bize bıraktılar mı sanıyorsun, ben ister miydim tüten baba ocağını kör koyup, çoluk çocuk el memleket dolaşmayı, insanın canına tak etmeden yurdunu yuvasını terk eder mi?
Bizim oralar buralara benzer mi sanıyorsun, oğluna musallat olurlar, kızına musallat olurlar, cihat derler, Allah derler. Sanki Allah yalnız bunların Allah’ı, bizim Allah’ımız değil. Allah adına işlemedik günah, yapmadıkları kepazelik kalmaz. Genç kızım, oğlum var, birini kandıracaklar diye aklımız çıkar, hanımla sabaha kadar uyku uyumayız. Bir gün, beş gün derken sabrımız tükendi, canımıza tak etti, kaçar gibi terk ettik yurdumuzu, yuvamızı…
Tamam diyorum yaranı deşmeyeyim, iş bulabildin mi bari?
Aha diyor şu arka sokaktaki inşaatta çalıyorum…
Üstünden başından inşaat işçisi olduğunu anlıyorum zaten, bir sohbet kanalı açmak için laf olsun diye soruyorum… Ellili yaşların üstünde… Şu çekingenliği, mahcubiyeti olmasa gören de soğuktan, sıcaktan yanmış yüzünde bakıra çalan gür sakalı, ağız kenarlarına taşmış, kırlaşmış bıyıkları, boynundan yere sarkan sarı poşusuyla düze inmesi yasaklanmış kıdemli bir eşkıya sanacak…
Gözlerini yerden hiç kaldırmıyor… “Geldik işte” demekle yetiniyor. Ne bir cevap ne bir gerekçe… Tek laf etmiyor… Tedirginliği artıyor… Kalkacak… Yanılmadım… Yarı memnuniyet belirten bir özürle kalkarken “ inşaat bekçisinin işi varmış, beni bekler” dedi.
Kahve, müdavimi olduğum, aşağı yukarı her gün gittiğim bir yer. Toplumun alt kültür kesimlerinin bir laboratuvarı… Her birinin ayrı bir hayat hikâyesi var. Kahvemizin müşteri portföyü aşağı yukarı sevgilileri terk eden kadınlar, sevgililerinin terk ettikleri erkekler, boşanan kadınlar, boşanmak isteyen karılarının karınlarını deşmeye aday “sert erkekler”… Akşamcı yaşamlarına sponsor bulanların günlük aşk mekanları… Hem birbirlerine çok benzeyen, hem birbirleriyle hiçbir ortak yanları olmayan fanilerin kümelendiği bir yer… Birbirlerine karşı yerine göre cömert, yerine göre nakıs, zaman zaman delikanlı, zaman zaman gölgesinden çekinen, dürüst ve üçkâğıtçı, merhametli ve zalim, namuslu ve anasını boyayıp babasına satan, pısırık ve yırtıcılar… Tümü birden ne oğlan ne uşak derdi olmayan, “satmışım anasını dünyanın” duayenlerinden seçkin baylar ve bayanların oluşturduğu manzume…Sosyolog olsaydım şayet kesinlikle en zengin gözlem noktam olurdu…
O gün kahveye geldiğimde gözüm adamımızı arıyor, göremedim… Üç dört gündür yok… Anlaşıldı, kadınlı erkekli oturulan, oyun oynanan, sohbet edilen burası, sahip olduğu muhafazakâr değer yargılarına aykırı adamımıza göre değil, muhtemelen bir daha uğramayacak…
“Avukat bu masaya, avukat bu masaya”… Lan oğlum diyorum bir fotokopimi çektirip birini sizin masaya birini de sizin masaya… Şakamı tamamlamadan karşı marketten çıkarken gördüm onu… Yiyecek, içecek bir şeyler almış, koynu koltuğu dolu… Masadan fırlayıp yolda yakalıyorum. Omuzuna dokunuyorum, irkilerek geri dönüyor “yükün ağır yardım edeyim mi”?
“Yok, yok diyor, sağ olasın taşıyorum”.
Gel diyorum, hem biraz dinlen, hem bir çay ısmarlayayım… Tedirginliği memnuniyete dönüyor. Müdavimlerin içine sokmuyorum, davranışlarından, konuşmalarından rahatsız olur. Kapı ağzına iki sandalye çekiyorum, sehpayı ortamıza alıyoruz. Çaylar geliyor.
İlkine göre tavırları daha rahat, ya da bana öyle geldi. Vakit akşamın geç sayılacak bir saati… Belli ki evine yiyecek içecek almış, aile yemek için bekliyor. Çayını bitiriyor. “Hadi diyorum, galiba sofrada seni bekliyorlar, geç kalırsan yengem seni eve almaz sonra, sokakta kalırsın.
“Yok diyor, çocuklar yemeklerini yedi, hem ev burada değil, inşaatın bekçisinin ısmarıçları, ona aldım. Geç kalırsam kızar.”
Arabayla mı geldin diyorum, yok diyor inşaat şurada hemen, yakın. Ondan önce birkaç poşeti kucaklıyorum, şunları da sen al, birlikte gidelim… Gülümsüyor, ses çıkarmıyor. Gerçekten inşaat birkaç yüz metre uzakta… Karanlıkta bizi bekçi karşılıyor, adamımıza çıkışıyor, “ ulan Kürt bir gittiğin yerden kaç saatte gelirsin”… İkimiz de sesimizi çıkarmadan birinci kata çıkıyoruz. Bekçimizin yaran yoldaşı çilingir sofrası kurmuş, merdiven başı aydınlık, bekçi beni tanıyor, hemen elimdeki poşetlere sarılıyor. Bekçiyi tanıyorum… Bekçi köpürüyor “ ulan avukata poşet taşıtmaya utanmıyor musun”? Paniğe kapılıyor arkadaşımız, anlaşılmaz bir şeyler konuşuyor. Bekçinin omuzuna dokunuyorum, “ bak diyorum, bu benim en candan, en yakın arkadaşım, yolda karşılaşınca burada çalıştığını söyledi, poşetleri taşımasına ben yardım ettim”… Bekçi pek inanır görünmese de benim adamımızın koluna girmem bekçiyi ikna ediyor. “Yahu kardeşim altı aydır burada çalışıyorsun, insan söylemez mi avukatımızı tanıdığını ya”… Bekçi adamımızla arkadaş olduğumuza ilişkin ikircikli, pek inanmış gözükmüyor. Hadi diyorum, size afiyet olsun.
Bekçi koluma yapışıyor, sen bizim fakirhaneye kadar gelmişken seni bırakır mıyım, ölümü gör, bir daha konuşmam seninle… Yahu bekçiyle simaen tanışmamız dışında bir selam sabahımız da yok ki… Adamımızın kolundan çekiştiriyorum, “ bekçi benim arkadaşım olduğuna göre senin de arkadaşın sayılır, otur. Rakılar açılmış, mezeler göz kamaştırıyor… Haydi şerefe… Ben su bardağını kaldırıyorum, bir gözüm arkadaşımda, onunda elinde su bardağı… Bekçi elime sarılıyor, rakı kadehini tutuşturuyor. Benim midemden rahatsız olduğumu, arkadaşımın da alkol kullanmadığını söylüyorum. Rakıyı onlar içiyor, mezeleri biz tüketiyoruz. Teşekkür ediyorum, “işim acele bana izin”… Uğurlamak için ayağa kalkıyorlar, diğerlerine oturun keyfinize bakın, bekçiye “biraz gelsene” diyorum. Bekçi benden önce söze giriyor “ Avukatım, gerçekten arkadaşın mı”? Hem de çok yakın arkadaşım diyorum. Seni gördüğüm iyi oldu, arkadaşımın emaneti sana… “İnşaatı ben idare ediyorum diyor, patronlar ayda yılda bir gelip giderler, merak etme gereğini yaparım…
Birkaç gün sonra kahveye gelmiş, beni sormuş. Oturmadan doğru inşaata gittim. İkindiüstü… Bekçi gelişimi görmüş, haber vermiş hemen, koşarak geldi, yüzü gülüyor… Bekçiye “ bize izin gidiyoruz diyorum”…Gelmekte tereddütlü, bekçi eliyle “ git, git” işareti yapıyor. Kahveye geliyoruz… Çaylar…
Bekçi adımı sormuş, “avukat” demiş. Birden şaşırdım diyor, adını bilmiyorum da… Merak etme diyorum, bekçi de adımı bilmez… Yahu arkadaş diyorum, bu nasıl arkadaşlık be, ben de senin adını bilmiyorum. Elimi uzatıyorum, benim adım filan… Benim adım da Abdülbaki… Bekçi, ağır işlerden almış, getir götür işleri yapıyormuş, eve gidince diyor oturduğum yerden kalkamıyordum, şimdi öyle rahatım ki, hiç yorulmuyorum, yevmiyeme de zam yaptı…
Bekçi senin solcu olduğunu söyledi, hiç insan ayırt etmezmişsin, bana çay ısmarladığında şaşırmadım değil doğrusu… Şimdiye kadar okumuşların bizi adam yerine koyduğunu hiç görmedim. Çok kitap okumuşa benziyorsun, kitaplardan mı öğrendin? Evet diyorum, kitaplardan… Ellerine bakıyor, avuç içleri nasır…
Ellerini iyi okursan benden daha çabuk ve daha doğru öğrenirsin.
Bizim fakirhaneye misafirim olursan çok memnun olurum diyor.
Bak diyorum, solculuk bulaşıcıdır, ya ailene, çocuklarına da bulaşırsa…
Bundan da pek memnun olurum diyor.
Sahi mi?
İki arkadaşız artık, el sıkışıp görüşmek üzere ayrılıyoruz.