Geçtiğimiz on beş günün dış basın haberleri, Sri-Lanka ordusunun, Tamil-Elam Kurtuluş Kaplanları hareketini askeri olarak çökerttiği, gerillaların topluca öldürüldüğü haberlerine geniş yer verdiler. Etkinlik kurdukları bölgede adeta “ayrı devlet” konumu gücündeki ve otuz yıllık deneyime sahip bir gerilla hareketinin, Sri-Lanka ordusunun askeri gücü karşısında aldığı ağır yenilginin nedenleri hakkında bir kez daha düşünülmesini zorunlu kılmaktadır. Kitle dergisinin daha önceki sayılarında ısrarla vurguladığımız bir olgunun, “sosyalizm ve yurt severlik” konusunun yeniden gündeme taşınmasının nedeni, Tamil Kurtuluş Kaplanları hareketinin özelinde yeniden düşünülmesi gerektiğidir.
Sri Lanka, iki ayrı etnik kökene dayalı, Tamilllerin ve Sinhallerin yaşadığı bir ülkedir. Ülke yönetiminde Sinhaller egemendir. Kaplanların çıkış noktası ve hareketi “Tamil” etnik kökenine dayalı olup, örgüt askeri olarak oldukça gelişmiş, politik olarak Avrupa ve diğer ülkelerde “diaspora” oluşturacak kadar da yaygın ve köklü bir gerilla hareketidir. Fiilen savaştığı yirmi altı yıl boyunca strateji ve taktiklerini “Tamil” etnikçiliği üzerine kurmuştur. Yenilgi hakkında birçok şey söylenebilir ve herhalde bundan sonra da söylenecek ve yazılacaktır. Ancak, bir sosyal olgunun doğru kavranması, izlenecek yolun sağlıklı belirlenmesi, amacın saptanması, araçların seçilmesi ve amaca uygun kullanımı açısından zorunludur ve olgular kendilerini var eden toplumsal ve tarihi koşulların ürünüdür. Bu koşullarda ortaya çıkarlar ve şekillenirler. Çözülmesi gereken sorun, kendini yaratan koşulların ürünüdür ve sorunun çözümü de bu koşulların doğru değerlendirilmesiyle mümkün olacaktır. Marks, “sorun çözümüyle birlikte ortaya çıkar” diyordu. Tamil hareketini bu açıdan ele almak ve değerlendirmek devrimci hareketin pratiği açısından önem taşımaktadır. Bilindiği gibi Tamil hareketi, “Tamil” etnik kökeninin “uluslaşması ve bağımsız Tamil devletinin kurulması” amacıyla ortaya çıkar, savaşır mevziler elde eder. Görünüm, bu hareketin başarı yolunda mesafe kat ettiğidir ve dönülmez yanılgı da burada başlamaktadır. Öncelikle, “ulus” ve “uluslaşma” sorunu tarihin bir dönemine aittir ve bu dönem burjuvazinin tarih sahnesine çıktığı dönemdir. Kapitalizmin iç dinamiği ile geliştiği kapitalist ülkelerde burjuvazi, kendisinden önceki üretim ilişkilerini tasfiye ederek, doğası gereği geniş ölçekli üretime geçmek ve geniş pazarlara sahip olmak için, toplumsal yaşamda feodalizmin etkinliğini bertaraf etmek ve amaca uygun toplumsal örgütlenmeyi sağlamak için “ulus” devlete ihtiyaç duyacak ve “uluslaşma sürecini” başlatacaktır. Bu tarihi evre kapitalizmin serbest piyasa dönemine tekabül edecektir. Bu dönem ileri bir üretim biçimini temsil edecektir ve biçimsel de olsa ekonomik ve demokratik hak ve özgürlükler bağlamında kitle desteğini de sağlamış olacaktır. “Ulus devlet” i arkasına alan burjuvazi bu devletin olanaklarını ve gücünü sömürüyü daha geniş alanlara yaymak, buralarda tutunmak, karşı hareketleri bastırmak için kullanacaktır. Serbest rekabetçi dönemin tekelci döneme evrilmesiyle birlikte, içerde sömürüyü disipline eden burjuvazi kendi ulus devletinin olanaklarını ulus-devlet dışında sömürgeler elde etmek amaçlı olarak kullanacaktır. “Burjuvazi, amaca uygun olanakları (sömürü, Pazar ve çıkarı için her şey) elde etmek için “yurtsever”dir. Bu olanakları ona “ulus devlet” sağlayacaktır ve ulus devlete ihtiyacı kalmayıncaya kadar da yurtsever olacaktır. Burjuvazi için “yurt” elbette sömürüdür ve sömürünün bekçiliğidir. Kapitalist ülkeler, “Ulus devleti” kullanarak kapitalist üretim ilişkilerinin geliştirilmesinde ve kapitalist üretim biçimin şekillenmesinde ve buna uygun toplumsal örgütlenmede bir hayli yol almış olmasına rağmen sömürge ülkeler üretim biçimi olarak geri ve toplumsal örgütlenme açısından zayıf ve cılızdır. Uluslaşma sürecinin ikinci görünümü bu ülkelerde antiemperyalist içerikli ve emperyalizme karşı “kurtuluş savaşları” olarak ortaya çıkacaktır. Ancak, bu ülkelerde üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi ve üretim biçimi “üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı sınıf olarak burjuvazi”yi yaratma gücüne erişemeden, bölgesel alanlarda egemen olan feodal toprak ağaları, şehir mütegallibesi, eşraf, bankerler sömürgeci burjuvazinin işbirlikçileri olarak ortaya çıkacaklardır. Kapitalizm üretim biçimi olarak dışsal, toplumsal örgütlenme olarak etkisizdir. Belirleyici bir üretim ilişkisinden bahsetmek bile mümkün değildir. Genel tanımlama içinde ne feodalizmin baskın karakteri, ne kapitalizmin baskın karakterinden söz etmek olasılığı yoktur. Var olan burjuvazi sınıfsal karakter olarak “kapitalist üretim ilişkilerinin” ürünü değildir ve derme çatma, amorf, şekilsiz, belirsiz bir “ üstün sınıftır”. Yani bu ülkelerin derme çatma burjuvazisinden bir kurtuluş savaşına önderlik etmeleri tarihi açıdan olanaksızdır. Zaten emperyalizmin bu ülkelere girmeleri ile birlikte işbirlikçi karakter kazanmışlardır ve emperyalistlerin bu ülkedeki dayanaklardır. Ülkedeki sınıfların şekillenmesi ve etkinlik derecesine göre kimi ülkelerde radikal küçük burjuvalar (Türkiye, Cezayir, Hindistan v.b), kimi ülkelerde Komünistler (Vietnam, Kamboçya, Laos, Latin Amerika ülkeleri gibi) “Ulusal Kurtuluş savaşlarının öncüsü ve örgütleyicisi olacaklardır. Egemen üretim biçimi merkezi, derleyici-toparlayıcı kapitalizm değildir. Emperyalist sömürü bir avuç işbirlikçinin dışında toplumun çok geniş kesiminin tepkisini çekmektedir. Yeraltı, yer üstü zenginlikler yağmalanmaktadır. Toplumun bütün kesimleri sömürünün ağır baskısını hissetmektedir. Ülke genelinde potansiyel bir hoşnutsuzluk vardır. İşgalcinin yüzü açıktır ve ülke işgal edilmiştir. Yangını tutuşturmak için bir kıvılcım yetecektir. Bu koşullarda, ulusal kurtuluş savaşına önderlik eden kadrolar potansiyel bir gücü hazır bulmuşlardır. Bu güç işbirlikçiler dışında, farklı sınıf ve tabakalara mensup hemen hemen halkın tamamıdır. Özellikle, Önderliğini Komünistlerin yaptığı ülkelerdeki “Ulusal kurtuluş savaşının” sınıfsal bileşeninin homojen olmadığı, mücadelenin sınıfsal karakteri gereği olamayacağı da açıktır. Savaşın önderliği, galip gelinmesi durumunda “kuruluş” sürecini belirleyecektir. Ulusal Kurtuluş savaşına Komünistlerin önderlik Vietnam, Kamboçya, Laos, Küba gibi ülkelerde “kuruluş” dönemi sosyalizmi hedeflerken, radikal küçük burjuvaların önderlik ettiği Türkiye, Cezayir, Hindistan v.b ülkelerde “ kuruluş” sürecinin yol haritası “ Kapitalist olmayan yol” bir sürecin gerçekleştirilmesidir. İster adına böyle denilsin, ister “karma ekonomi denilsin” farklı sınıfsal dinamiklerin sınıfsal özellikleri nedeniyle bu yolda ortak uzlaşı sağlayamayacağı, ya burjuvazinin ya da işçi sınıfının sisteme damgasını vuracağı ve süreci kendi sınıfsal çıkarlarına göre şekillendireceği ortadadır. Nitekim bütün ağırlıklı karşı görüşlere rağmen Türkiye Ulusal Kurtuluş savaşında olsun, Cezayir ya da Hindistan’da olsun bağımsızlık savaşının önderlerinin “kuruluş” sürecini “ klasik kapitalizm” öngörmedikleri inancındayız. Ancak, sosyalizmin tarih sahnesine çıktığı ve emperyalist/kapitalizmin hala yedi başlı ejderha olduğu bir dünyada “orta yol”un mümkün olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur ve kanımızca da bu tasarımın başarı şansı yoktur. Vietnam, Küba kapitalizme teslim olmamanın mücadelesini verirken, Türkiye’nin, Cezayir’in, Hindistan’ın kısa sürede emperyalist/kapitalizme teslim olduğu açıktır. Şayet kuruluş süreci “orta yol” yerine sosyalizme evrilebilecek sübjektif koşulları (özellikle yönelinen amaca uygun kadroların yetiştirilmesi) yaratabilseydi durumun farklı olacağı düşünülebilirdi. Hemen belirtelim ki ulusal Kurtuluş savaşının önder kadrolarının ideolojik-politik eğilimleri ne olursa olsun ortak yanlarının antiemperyalist oldukları kuşkusuzdur.
Savaşın yürütülüş sürecinde ve çeşitli aşamalarda ulusal duygular elbette kamçılanacaktı ve öyle de olmuştur. Bu bir emperyalist bilinç taşıma aracıydı ve bu araç çeşitli olanaklarla beslenip zenginleştirilmiştir. Ancak, hiçbir ülkede Ulusal kurtuluş savaşı salt etnik bir kimlik üzerinden yürütülmemiştir. Türkiye ulusal Kurtuluş mücadelesi işbirlikçiler dışında bütün “halkın” savaşı olarak örgütlenmiş ve yürütülmüştür. Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler v.b “ülkenin düşmandan kurtarılması” ortak paydası altında emperyalistlere karşı savaşmıştır. Aynı olguyu ulusal Kurtuluş savaşı veren diğer ülkelerde de açıkça gözlemlemek olasıdır. İkinci paylaşım savaşında Alman faşizmine karşı Tito’nun önderlik ettiği Yugoslavya, Dimitrov’un önderlik ettiği Bulgaristan, ya da diğer Balkan ülkeleri çok kimlikli, farklı etnik kökenlere mensup halkların oluşturduğu faşizme karşı ortak cephedir. Ulusal Kurtuluş savaşlarının bir “cephe” savaşı olduğu görüşü abartı sayılmayacaktır.
Bu bağlamda gündem oluşturan Tamil gerillalarının bunca gelişmişlik, olanak, deney ve tecrübeye sahip olmalarına karşın, öyle kayda değer savaş deneyimi bile olmayan Sri-Lanka ordusu karşısında yenilmelerini, salt Sri Lanka ordusunun üstün ateş gücü ve nicel sayısal çokluğu ile yani “kuvvetle” açıklamak, ya da rastlantısal mazeretler yaratıp sorunun üstünü örtmek, ya da “yaptık, olmuyor” teslimiyetine sığınmaktır. Bu ve benzeri yaklaşımlar emperyalistlerin işine yarayacak, “psikolojik ve moral” olarak güç kazanmalarına olanak sağlayacaktır. Devimciler, soruna, tarihi ve toplumsal koşulların belirleyiciliği açısından yaklaşır, “olmazları” görür ve “olurun” üstünde düşünür. Tarihin koridorunda yürümek “şans”a bağlanamaz. Sorun, panzehiriyle, yani çözümüyle ortaya çıkar. Hiçbir şeye sığınmadan ve hiçbir gerekçeye yaslanmadan düşünmek, çözüme en yakın yerde mevzilenmektir.
Tamil hareketinin yenilgisini irdelerken, bu hareketle yer yer özdeşleşen, yer yer farklı somut koşullarda mücadele eden farklı “ulusal kurtuluş” çizgilerinin kıyaslanması yerinde olacaktır.
Kıyaslayacağımız mücadele örgütleri aynı tarihsel kesit içinde örnek oluşturan, ikisi kapitalizmin merkezinde diğeri geri bıraktırılmış bir ülkede eylemlerini sürdüren İspanya/Bask-Eta, İngiltere/ İra-Sinn Fein ve Sandinista Ulusal Kurtuluş cephesidir. Her üç örgütün de 1960-2000’li yılları durumları özetlenecektir.
1- IRA-İRLANDA KURTULUŞ ORDUSU / SİNN-FEİN/İNGİLTERE : İrlanda’nın (Kuzey İrlanda) nın İngiltereden bağımsızlığını sağlamaya yönelik uzun erimli bir mücadelenin ürünüdür, İra, geçmişi oldukça eskiye dayanan İrlanda- Birleşik krallık/İngiltere arasında cereyan eden mücadelenin, birikim ve tecrübenin ürünüdür ve bu mücadelenin mirasçısıdır. İra’nın kuruluşu sınıf mücadelesi eksenlidir ve kurucuları da sosyalistlerdir. Örgüt, eylemlerine başlamasıyla birlikte, geçmişinden gelen ulusal etnik özelliklerden kurtulamamış, ideolojik ve örgütsel olarak “ sınıf örgütü” kimliğini netleştirememiştir. Geleneksel ulusalcı/ etnik altyapının oldukça güçlü olması IRA’nın da bu etnik kimliğini silip sınıfsal kimliğe bürünememesi, eylemlerin “etnik-ulusalcı” çıkışlı eylemler ve eylemlere tepkilerin de bu yönde gelişmesi IRA’yı bu günkü noktaya getirmiştir. İRA’nın, özellikle ulusalcı-etnik eğilimine mezhepsel faktörlerinde eklemlenmesiyle, ulusalcı/etnik-mezhepsel (Katolik/Protestan) tarafgirliğin kendisi açısından bir avantaj olduğu düşüncesiyle örgüte yönelik bu eğilimi bir kazanım olarak görmüştür. Bu zafiyet,gerek İrlanda Burjuvazisi gerekse İngiliz Burjuvazisi tarafından kışkırtılmış ve beslenmiştir. 1980’lerde bu açmaz fark edilmiş ve sınıfsal kimliğin ön plana çıkartılması amaçla Marksist INLA örgütüyle ortak eylemler düzenlenmiş, açlık grevleri ve ölüm oruçlarıyla kitlesel destek sağlanmaya çalışılmış ise de (IRA militanı Boby Sands’ın efsanevi ölüm orucu sonucu yaşamını yitirmesi belleklerden silinmeyecektir) örgüte egemen olan ve kitleler nezdinde örgütün kimliği olarak algılanan etnik duvarın aşılmasına yetmeyecektir. IRA, bilinen silahlı mücadele eylemlerini hayata geçiren en eski örgütlerden biridir ve doğrusu bu eylem biçimlerini kusursuz kullanmasıyla bilinmektedir. Ancak, IRA’nın mücadele ettiği koşullar ekonomik, kültürel, sosyolojik koşullar bütününde kapitalizmin gelişkinliğinin dorukta olduğu, çelişkinin etnik boyutta değil sınıfsal boyutta yaşandığı, derinleştiği bir alandır, İngiltere’dir. Bütün askeri zor araçlarının kusursuz kullanımı IRA’yı başarıya ulaştırmaya yetmemiştir. IRA’nın kısa vadeli ve pragmatik yaklaşımla lehine sonuç doğurmasını beklediği ve zaten İrlanda’nın geçmişinden gelen oldukça güçlü etnik eğilimlerle baş edememesi bizce gelinen noktanın hazırlayıcıları olmuştur. Mücadelenin sürdüğü alan, kapitalizmin en gelişmiş olduğu coğrafyadır ve sınıfsal çelişkiler örgütün yönelimini de işaret etmektedir. Bu yanılgı 2005 yılında bunca emek ve birikimin heba edilmesini zorunlu kılmıştır. IRA, etnik kimlikten kurtulup sınıf mücadelesine yönelmiş olsaydı, durumun bugünkünden farklı olup olmayacağı tartışılmalıdır.
2- ETA/BASK/İSPANYA: Franco Faşizmine karşı silahlı mücadele vermek amacıyla 1959 yılında kurulmuştur. Kuruluşuyla birlikte kendini yoğun bir eylemin içinde bulan örgüt tüm İspanyol halkının desteğini alabilmiştir. Kısa sürede kitlelerce kabul gören örgüt eylemlerini daha üst düzeye tırmandırmış, Franco faşizminin kilit isimlerine başarılı suikastlar düzenlemiştir. Örgütün en kitlesellik kazandığı dönem Franco faşizmine karşı mücadele ettiği dönemdir. Öyle ki, kitlelerden gördüğe destek yalnızca Bask ülkesiyle, etnik-ulusal destekle sınırlı olmayıp tüm İspanyol antifaşistlerinin de desteğini almış, ilgi görmüştür. Franco faşizmine karşı mücadele cephesi içinde yer alan İspanyol Komünist Partisinin silik ve uzlaşmacı tavrı Eta’yı kitlelerin gözünde bir umut, sosyalizmin taşıyıcısı haline bile getirmiştir. Yani Eta, kitlesel yönelimi, kendisine karşı duyulan güveni etnik/ulusalcı amaçlı yönlendirmek yerine sınıf iktidarına taşıyabilseydi, Franco faşizminin yenilgisi sosyalizmle taçlandırılabilirdi. Eta’nın “etnik kimlikte” ısrarcı olması, ideolojik ve örgütsel yapısının bu kimliğe uygun şekillenmesi, Eta’ya olan kitlesel desteğin geri çekilmesine neden olmuş, Bütün İspanyol halkının “ETA”sı, kendisini Bask ülkesinin dar sınırları içine hapsetmiştir. Franco faşizminin burjuva demokrasisine evrilmesiyle birlikte Eta, etnik/ulusçu kimliğinin içine gömülmüş, süreçle birlikte örgütte küçülme ve daralma da baş göstermeye başlamıştır. İspanyol sosyalist hükümetinin Bask’a özerklik tanımasıyla birlikte Bask ülkesinde de kitlesel desteği erimeye başlamıştır. Burada dikkat çekici nokta şu: Tekelci kapitalizmin aman tanımaz kan içicisi faşizm, aynı zamanda sınıfsal netleşmenin, karşı koyuşun da en açık dönemidir. Faşizme karşı mücadelenin elbette “salt sınıfsallığından”, salt işçi sınıfının sorunu olduğundan söz etmiyoruz. Tersine, tekelci kapitalizmin aman tanımadığı, yaşam alanı bırakmadığı işçi sınıfı dışındaki sınıf ve tabakaların da yaşamsal sorunu olduğu tartışmasızdır. Ancak, işçi sınıfı dışındaki farklı tabakaların da faşizme karşı tavır alması, bu tavır alışın merkezinde işçi sınıfının olduğu gerçeğini dıştalamıyor, yadsımıyor. Tersine, tarih faşizme karşı savaşın merkezinde işçi sınıfının olduğunu doğrulamaktadır.
İspanya kapitalist merkez bir ülkedir ve yaşanan çelişkilerin içeriği etnik değil sınıfsaldır. Franco Faşizmine karşı savaşta sınıfsal tepkileri örgütleme ve yönlendirme olanağını elde eden ETA, etnikçilik tuzağına düşmeseydi bu gün emperyalist/kapitalizmin ispanya kalesi varlığını koruyabilir miydi, ya da bu kale bu gün bu kadar kendisinden emin olabilir miydi?. Tartışmaya değer buluyoruz.
3- SANDİNİSTA ULUSAL KURTULUŞ CEPHESİ : Sandinistlerin mücadele alanı Nikaragua, ABD emperyalizminin arka bahçesi olan Latin Amerika ülkesidir. Ülke emperyalizme bağımlı, geri bıraktırılmış, kapitalizmin henüz “içselleşmediği” bir ülkedir. Modern sınıfların ( Burjuvazi-işçi sınıfı) ayırıcı özellikleriyle henüz belirgin olmadığı, sınıfsal çelişkilerin netleşmediği, kendini daha çok iktidar alanında gösteren ABD emperyalizminin işbirlikçisi bir avuç azınlık dışındakilerin iktidara açıkça ve cepheden tavır aldığı bir dönemde başlatılan Nikaragua ulusal Kurtuluş savaşı, işbirlikçilerin dışında bütün sınıf ve kitlelerin desteğini almıştır. Mevcut üretim biçimi ve üretim ilişkileri, ülkenin ekonomik ve sosyal yapısı modern sınıfların ortaya çıkmasına ve modern sınıflar arasındaki mücadelenin sahnelenmesine uygun değildir. İktidar, kitlelerin gözünde yüzünü gizleyemeyecek kadar tecrit olmuştur. Artık varlığını “demokrasi ve insan hakları” demagojisi ile devam ettirmesi, ömrünü bu kavramların sahteliği ile uzatması da mümkün görünmemektedir. Bu koşullarda, mücadele programı işbirlikçilerin dışında kalan bütün sınıf ve tabakaların ekonomik, politik, siyasal ve kültürel taleplerinin bütününü oluşturacaktır. Amaç, bağımsızlığın sağlanmasıdır ve bağımlı olmanın getirdiği kıstırılmışlığın ortadan kaldırılmasıyla bütün sınıf ve tabakaların açık kimlikleriyle kendilerini ifade etmeleridir. Şu soru sorulabilir: Bu Burjuvazinin programı değil midir?. Evet, bu program işçi sınıfının iktidar programı değildir, ama burjuvazinin de artık ilericiliğe ihtiyacının kalmadığı bir dönemde bağımsızlığı gerçekleştirmek görevi işçi sınıfı partisinin görevidir. Amaç, kalıntıların temizlenmesi-burjuva demokratik devriminin gerçekleştirilmesi- ve sosyalizme geçişin koşullarının yaratılmasıdır. Bu nedenle program bir “kesintisiz devrim programı” olacaktır. Aynı olguyu Sovyet devriminde görmek olasıdır. Ekim devriminin programı demokratik devrim programı iken, devrimin başarısının üzerinden bir yıl bile geçmeden, bütün iktidarın Sovyetlere devredileceğine ilişkin program hayata geçirilmiştir. Nikaragua’da Sandinistlerin programı da anti kapitalizmi içermeyen, anti emperyalist bir programdır ve örgütün yapısı, yönelimi de öncelikle ülkenin emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin işgalinden kurtarılmasıdır. Bu nedenle Sandinistlerin sorunu doğru tespit etmeleri, sorunun çözümünde sınıfsal bileşenleri iyi değerlendirmeleri, mücadelenin amacının doğru saptanması ve mücadele araçlarının amaca uygun kullanımı Sandinista zaferinin başarısını sağlamıştır. Somoza diktatörlüğünün devrilmesiyle yönetimi ele alan Sandinistalar devrimin rüzgârını altı yıl arkalarına alarak, devrim artığı kontraları yenilgiye uğratmışlar, bu süre içinde yönetimde kalmışlar, ancak daha devrimin ilk yıllarında “emperyalistlerin ilgisine maruz kalan” Sandinistler bu ilginin devrim açısından “ölüm” olduğunu görememişlerdir. Bu altı yıl içinde antiemperyalist programı antikapitalist programa dönüştürmede hiçbir adım atmamışlardır. Nitekim henüz altı yıl bile dolmadan yapılan seçimlerde o muazzam kitle desteğini kaybetmişler ve iktidarı tekrar emperyalistlerin işbirlikçisi Chamora’ya devretmek zorunda kalmışlardır. Devrim, kendini karşı devrime karşı koruyucu önlemini almamıştır. 2006 yılında yapılan seçimlerde her ne kadar Sandinistaların adayı Ortega seçimi almayı başarmış ise de bu gün Sandinistalar Emperyalist/Kapitalistler açısından artık “ehlileştirilmiş ve zararsız” birisidir. Sonuç olarak, vitrin değişmiştir, görüntü kurtarılmıştır ancak Nikaragua işçi sınıfı ve yoksul halkın desteği amacına ulaşmaktan uzak kalmıştır. Bir dönemin idolü Ortega ve Sandinistalar emperyalistlerin “demokrasi ve özgürlük” masalının öznesi olmuştur.
Şimdi gelmek istediğimiz nokta şudur: Gerek ETA gerekse IRA silahlı mücadeleyi ve silahlı mücadelenin değişik biçimlerini (suikastlar, baskınlar, intihar eylemleri v.b) ustalıkla ve profesyonelce kullanmalarına karşın nihai başarı elde edememişlerdir. Aynı şekilde, irdeleme konumuz olan Tamil’ler, oldukça geniş olanaklarla donatılmış, kendilerine ait hava yolları, donanmaları, merkez bankaları, ordusu olmasına ve silahlı mücadelenin bütün unsurlarını kesintisiz kullanmalarına karşın Sri Lanka ordusu karşısında yenilgiden kurtulamamışlardır. ETA VE İRA, kapitalist üretim ilişkilerinin oldukça gelişmiş olduğu, modern sınıfsal çelişkilerin toplumun bütün gözeneklerine sindiği, bu ilişki ve çelişkilerin sosyalizmi işaret ettiği ülkede/ülkelerde, tarihin yaşayarak geride bıraktığı ulusalcı/etnik eğilimlerin üzerinde mücadele inşa etmekle objektif olarak yaşanan emperyalist/kapitalist bir ülkede ulusalcı/etnik eğilimler üzerine mücadele inşa etmekle tarihi yanılgıya düşmüşlerdir. Mücadele hattının zafiyet taşıması, örgütsel olanakların geniş, silahlı gücün çok iyi kullanılması zafiyetin panzehiri değildir ve yenilgi kaçınılmazdır. Mücadele hattını dünde kalan, yaşanan çelişkilerin üzerine kurmak nasıl büyük bir yanılgı ve bu yanılgının bedeli oldukça ağır olacaksa, aynı şekilde, henüz tarihi ve toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkmamış, netleşmemiş, yaşamın içinde yer almayan gelecekte ortaya çıkması ancak muhtemel olan olgular üzerine kurmak ta aynı yanılgıyı doğuracak ve aynı bedelin ödenmesini zorunlu kılacaktır. Her sorun kendisini çözüme ulaştıracak tarihsel ve toplumsal koşullarda ortaya çıkar ve mücadele araçları da bu sorunun çözücüleridir. Tamillerin tarihi yanılgısı da budur. Tarihin yaşayarak geride bıraktığı, geçmişten farklı çelişkileri ve çatışmaları insanlığın önüne koyduğu bir dönemde ulusal/etnik yönelimi mücadele hattı olarak görmesidir. Günümüzün apaçık ve net çelişkisi emek sermaye çelişkisidir ve yerkürenin bütününde bu çelişkiye yönelik çözüm arayışı da “devrimci” olarak adlandırılmayı hak eden yegâne yaklaşımdır. Görünüm ne türlü ortaya çıkarsa çıksın, ister emek sermaye çelişkisini gölgeleyerek, ister savsaklayarak, sonuç itibariyle bu ve benzer yönelimlerin sonucunda “yok ediliş, uzlaşma ya da teslimiyet” kaçınılmaz olacaktır.