Tarla Kuşları

Büyük şehirlerin en meşhur mahallelerinin, en bilinen semtlerinin sıradanlaşmış yaşamların pek anlam veremediği, arkadaşlıkları, dostlukları, düşmanlıklarının kendine mahsusluklarının içine girilemeyen, mavi, beyaz gri, renklerin binlerce ara tonlarının oluşturduğu,  dünyalar kurmada misli menendi olmayan “kent apaşlarının” mekân tuttuğu adresleri olmasının bir sırrının olup olmadığına ilişkin ne eski kutsal kitaplarda ne sayfalarından bilgi sızan ansiklopedilerde rastlanır, ya da vardır da ben ben de bilmiyorum.  Tanırım bu mekânları… Bir zamanlar eğlence merkezlerinin, kısa eteklerinden dolgun kalçaları, devirme yaka gömleklerinden göğüsleri dışarıya fırlayan kenar mahalle dilberlerinin, rakı kadehinde kederlenen, caddelerde efkârlanan bıçkın delikanlılarının gece âlemlerine aktığı mekânlardır.  Nerede o günler… Çapkın kocaların, yeni yetme delikanlıların şuh nazendeleri, bitirim kenar mahalle kızlarının soluk soluğa beyaz atlı prenslerini ana caddeye bakan evlerinin penceresinden seyretmek için kaşla göz arasında sokağı dikizledikleri, sarı boyaları dökülmüş, ağızda sallanan çürük diş gibi dış badanaları sallanan ahşap evler tarih olduklarının farkında bile olmadan tarih olup gittiler. Bir tarih biterken başka bir tarih başlar. Kent apaşlarının tarihi de, “iyi halli” ahalinin tarihi silinirken başlar. Terkedilmiş, tek tük İşhanlarının, gazinoların, lokantaların yan yana sıralandığı caddenin arka sokaklarının yıkık dökük, virane haneleri yeni müdavimlerini çoktan sahiplenmiştir bile. Bakmayın lüks semtlerin kafelerinde öcü yaratmaya meraklı delikanlıların kent apaşları hakkında uydurdukları pısırık masallara… Bunları hiç tanımamışlar, muhabbetlerinde bulunmamışlardır. Âlemlerinde bir nefes bile almamışlardır.

Her ne kadar apaşların meskenine komşu bir mahallede doğup büyümesem de bu tiplerle ortak mekânlarımız, uzun vadeli paylaştığımız yaşamlarımız oldu. Hapishanelerin dar, boğucu, sıkıcı ve kasvetli mekânlarında ortaklık kurduğumuz yaşamlarda tanıdık birbirimizi. Bizlere yabancı bir yaşamın yeminli bir müdavimleriydiler. Koğuşlarda meydancılık denen hizmetçilik yaparlar.  Koğuşları temizleyip, bulaşıkları yıkar, yemek yaparlar. Karşılığında biz ne yiyorsak onlar da onu yer, karınları doyar, sigara ihtiyaçları karşılanırdı. Cezaevi idaresiyle iyi geçinen baronların da esrar, hap gibi uyuşturucu taşıyıcısıydılar. Hizmetleri karşılığı aldıkları otu çekip, hapı attıklarında dünyanın en mutlu insanı sayarlardı kendilerini. Kumar mı?… Eksik olur mu hiç… Ellerindeki üç beş kuruşu tükettikten sonra sıra ayakkabılardan çoraba, atletten dona üst başlarında ne varsa tümü teker teker kumar masasına sürülür, Cebrail danası gibi çırılçıplak kalırlardı.

Yaşamını uyuşturucu ve kumar üstüne kuran bu bıçkın kardeşlerimizi karşımıza alma pahasına cezaevinde uyuşturucu ve kumarı yasakladık. Bizlere saygılarında kusur yok, kontrollerimizde hiçbir soruna rastlamıyoruz. Herkes kumar ve uyuşturucu yasağına tam tekmil uyuyor. Hatta bize teşekküre gelenler oluyor. Bir yaz günüydü, yakıcı güneşten, koğuşlarının bahçesinde bulunan bir ağacın serinliği altına serdikleri battaniye üzerinde mayışmışlar, sohbet ediyorlar. Yanlarına gittim, merhabalaştık, hal hatır sordum, durum gayet normal… Adli mahkûmken devrimcilerin yaşam tarzını benimseyip bizim koğuşta kalan bir arkadaş benim “uyanıklığımı” tiye alıyor. Bir şey anlamadım. Benimle dalga geçmek hoşuna gitmiş olmalı ki uzattıkça uzatıyor. Kızdığımı anlayınca “ oynadıkları kumarı görmedin mi” dedi. Görmedim, kör değilim ya, oynasalar görürdüm, bir saate yakın oturduk sohbet ettik, ne kumarı… “Cin gibiyim, benden kaçar mı” üstünlüğünün verdiği tecrübeyle “ nerenden göreceksin dedi, bit dövüştürüyorlar”… Bitin kumar aracı olduğu bu yaratıcılık karşısında şapka çıkaracağım ama eşekten düşmüşe döndüm… Anlattı… Bu bir takım kumarı… İçlerinden en garibanlarının ikisinin koltuk altlarında bitler beslenip semiriliyor, battaniyenin üzerinde bitler savaştırılıyor… Salaklığım karşısında kahkaha atacağım ama şeflik gururu izin vermiyor ki… Gülmemek için dudaklarımı ısırıyorum… Tekrar dönüp yanlarına varıyorum… Gözüm battaniye üzerindeki bitleri arıyor, battaniyenin renkleri arasında göremiyorum. İkinci gelişimden tedirgin olduklarını sezinliyorum… Tamam diyorum, bir cezalandırma olmayacak, şu bitleri gösterin… Birisi parmağının ucuyla bir yeri işaret ediyor… Maşallah her biri bozkır mandası gibi iki tane bit… Birisi abi diyor, “iki saattir birbirlerini yenemediler”… Gülüyorum, kahkahalarla gülüyorum… Ulan diyorum, şu yaratıcılığınızdan biraz da bize verseniz de şu kan emici bitlerle bilek güreştirme gücüne erişseydik… İçlerinden en sevimli olanı abi diyor, “biz de daha ne yaratıcılıklar var”… İkinci yaratıcılıklarını öğrendiğimde zaten birinci karşısında açık kalan ağzım biraz daha açıldı… Bitlerin savaşı da yasaklandıktan sonra koltuk altlarındaki kılları çekerek tek mi çift mi oynadıklarını itiraf ettiler… Anlaşıldı dedim, yasaklamakla bir yere varılmıyor, ya ikna edilerek vazgeçecekler, ya da başka oluru yok…

Bu yaşam tarzlarından akıl almaz bir haz alırlar, birbirlerine üstünlüklerini bu yaşamın marifetlerini sayıp dökerek ispatlamaya çalışırlardı. Kaptıkaçtıcıydı kimileri, kimileri çantacı, kimileri de akademik eğitime önem vermeden iş âlemine soyunan amatör hırsızlardı. Yani ayak takımı ailesindendi hepsi de… “Satmışım anasını dünyanın” aldırmazlığı içinde analarının yedi bayram satıldığının farkına varmadan günlük iş güçlerinin peşindedirler. Birisinin kapıp kaçtığı bir kadın çantasından çıkan birkaç lirayı, diğerinin bir hacıağadan çarptığı ufak bir tomarı, en salaklarının zengin mahallelerin kafelerinde okuttuğu, sık sık yakalanıp hapishaneyi boyladığı birkaç gram otun parasını hemen işe yatırılmak için mekânlarına akın ederler.

Dışarı çıkmıştım. Bunlardan birisiyle tesadüfen karşılaştım. Kolumdan tuttu, çok iyiliğimi gördüğünü, bir çaylarını içmezsem vallahi de billahi de küseceğini söyledi… Küstürmek olmazdı ki, buna hangi yürek dayanırdı. Kırmadım, o eski İşhanı’nın arkasındaki boşlukta yıkık dökük, viraneye dönmüş kümesten bozma bir yere geldik. Kapıdaki ahşabın üzerine bir kenarından bir çiviyle tutturulmuş, diğer kanadı boşlukta sallanan kırmızı yazılı levhanın sarkan ucunu kaldırıp levhayı okuyorum, “ Hint Horozu sevenler Derneği”… Gülüyorum, “ Hayvan sevginize diyecek yok”… Birazdan seyirlik oyun başlıyor, gerçekten kucağına horozunu alan geliyor… Bitleriniz tükendi galiba diyorum,  sıra horozlara geldiğine göre… Yok, abem diyor, horozları dövüştürmeyiz biz, horoz yarışları en güzel sesli horozun seçilmesidir. Tuhafıma gidiyor… Yarış başlıyor, her birisi en iyi kendi horozunun ötmesi için acayip sesler çıkarıyor, yarışın başlamasıyla tezahüratlar, alkışlar, yuhalar birbirini kovalıyor. Kaybeden diğerine “iki cigaralık” borçlanıyor… Kazanan, “ peşin oğlum peşin” diyor… Beni misafir eden arkadaşım “abem diyor, sadece horoz sesi yarıştırmayız, keklik, saka, kanarya, muhabbet kuşlarımız da vardır, onların da en güzel sesli olanlarını yarıştırırız, güvercinlerimiz vardır, salarız gökyüzüne, kimin güvercini iyi takla atarsa o kazanır, kuşların sesini açmak için bizim yemeye bulamadığımız yumurta aklarını içirir, ceviz içiyle besleriz horozları, kuşları”…

Aklıma bir yazıda okuduğum tarla kuşları geliyor.  Bak diyorum, en güzel öten kuş tarla kuşlarıdır. Gözüme bakıyor, kuşlara olan ilgime şaşırıyor. Anlatacağım en güzel öten kuşun hikâyesini birisi duyup da kendisinden önce mala konacakmış gibi kolumdan çekip yolun ötesindeki kahveye götürüyor. Anlatacağım kuşları öttürme tekniğini heyecanla bekliyor. Amacım, bu kent apaşı arkadaşımı birincisi ve sonuncusu, kazananı ve kaybedeni olmayan, kâğıtsız kalemsiz sınava çekmek…

“İtalya’yı duydun” değil mi?. İtalya’nın en seçkinleri prensleri, prensesleri, kontları, kontesleri, dükleri, düşeslerinin en heyecanlı eğlenceleri tarla kuşlarını öttürmektir. Bunun için mükemmel bir teknik geliştirmişler.  Ötmeyi çok seven tarla kuşları gündüz öter, gece sesleri çıkmazmış. Kuşları kafese koyarlar, toplu iğnenin uçlarını kor gibi ateşte kızartırlar, kuşların gözlerini dağlarlarmış. Gözleri kör olan kuşlar dağlanan gözlerindeki acıya aldırmazlarmış da, gözlerine perde çekildiği için gün ışığını göremediklerini sanır, perdeyi yırtmak için kafesin tellerine çarparlar, tırnaklarıyla gözlerindeki perdeyi yırtacağım diye bir de kendileri gözlerine zarar verir,  o acıyla var güçleriyle ciyak ciyak öterlermiş. En iyi öten kuşun sahibi de bahsi  kazanırmış.

Anlatırken göz ucuyla bizim apaşı izliyorum. Anlattıklarımdan huzursuz olmaya başladı, sözümü bitirmemi beklemedi bile.

“Abem dedi, o soyluları, prensleri, prensesleri elime bir geçirsem ben onları öyle bir öttürürüm ki,  bütün bahisleri de kazanırım”…

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.