Yalan

Evet ya, tabi ki bütün küfürlerin dik alasını bilirim. En üstü açılmadık küfürleri sıralayan kulağı kesiklerin,“en kültürlü”, “en saygıya değer kişiler” sayıldığı çocukluk döneminin üstünden çok zaman geçmiş, yaşamımın, kişiliğimin şekillenmeye başlamasıyla bütün küfürlü sözlere karşı mühürlemiştim dilimi.

Malum günlerdi. Mengeneden geçirilmiş insanların çöpe atılmak üzere istiflenen kelle paça artıkları gibi paslı kancalara asıldığı, iradelerinin dışında  “mecburi ikamete” tabi tutuldukları mekânlarda herkesin sus pus olduğu sessizliği, onun “ yalanınızı sikeyim” sivriliği bozmuştu. Üstüne tiz perdeden attığı ya o kahkaha… Keşke onun kadar rahat olabilseydim… O kimin yalanını sikmişti bilemem ama benim yalanını sikeceğim o kadar zübük vardı ki yanımda yöremde…Ama dedim ya ben formatlanmış kişiliğimde küfürlerin tümünü silip atmıştım bellek dağarcığımdan. Bu zübüklerin ar duygusunun perdelerini yırtıp atan yalanları karşısında “ya sabır” çekmeye sığınmıştım.

O koğuşta gardiyanların ve askerlerin “bana özel” muamelelerine canı sıkılır, koğuş kapısından içeri girdiğimde koltuğuma girer, bedenimin şişmiş ayak tabanlarımın üstüne binen ağırlığını hafifletmeye çalışırdı. Cebinden çıkardığı birinci paketinden bir dal sigara uzattı… Sigara… Bulunmaz nimet… Bir kıtlıkta, içine hiçbir katık istemeden gözü kapalı yemeyi hayal bile edemeyeceğin bir çuval sandviç ekmeği… Teşekkür ettim. “Param var, alırım, istemez” dedim. Yine o tiz kahkahasını patlattı, kafasını geriye atarak” yalanının sikeyim” dedi. Param olmadığını fark etmişti, güldüm, karşılıklı tellendirdik sigaralarımızı…

“Çok küfür ediyorsun” dedim.

Ciddileşti. Bak dedi Nasrettin hocanın torunlarıyız. Gel de bu türlerin topunu birden…

O mekânda en iyi arkadaşım oldu. Aradan geçen yıllar içinde onu yakalayabildim mi bilemem ama ya sabır çekmeyi bıraktım, benliğimin üstüne geçtiğim formatların tümünü sildim.

“Yalanlarınızı sikeyim”…

Belki de bu kadar utanmazca, herkesi aptal yerine koyan doğruluk abidelerinindin, iman,  ahlak esnaflarının ar perdesini yırtmış utanmazca yalanlarına verilecek başkaca cevap bulamadığım içindir.

Sıkılıp, bunaldığımzaman, tahammüllerimin sınırı aşan, sinirlerimi ayağa kaldıran insan kalabalıklarından kaçar,kendi kendime konuşmak için ıssız bir yerler ararım.  Bazen bir park köşesi, bazen bir ören yeri… Uzaktan göz ucuyla şöyle bir yoklar, şayet istediğim kıvamda bir ıssızlık bulamazsam kendi ıssızlığımı kendim yaratır, içâlemimde sanal yolculuklara çıkar, bir ovanın uçsuz bucaksız yeşil düzlüklerinde sallapati gezintilere çıkar, bazen bir dağın yamacındaki kovuklara sığınır, rüzgârın esintisine, kuş seslerine kendimi bırakıp, bin bir aromasını karıştırıp hediye eden kır çiçeklerine gülümserim.  Bu benimhayal dünyamdır…

“Gerçeğini bulamazsan hayallerinesığın”…

Yürüdüğüm kaldırım kenarının ışıklı caddesi de neyin nesiydi… Varsın ayaklarım kaldırım taşlarına sürüne sürüne istediği yere gitsin… İşte eteklerini yemyeşil otların bürüdüğü o tepenin yamacındaki koyaktasın… Göz alabildiğine uzanan yeşil ovalar, duru gökyüzü, börtü böcek sesleri… En çok da öbek öbek karınca kervanları… Yaşadığım kentin çay bahçesinde masamın üzerine üşüşen, elimin tersiyle süpürüp kovaladığım karınca sürülerinin oluşturduğu konvoyun ahengini izlerken pür dikkat kesilmiş, onları izliyordum.  Bütün karıncalar teker teker konvoyun kendisiydi, konvoyun kendisi bütün karıncalardı. Karıncaların para ve ayrıcalıklı iktidarları yoktu. Paranın ve iktidarın çatlaklarından sızan kaba görgüsüzlük, vahşet ve acımasızlık da yoktu… Konvoy bütün karıncalar içindi, karıncalar bütün konvoy için…

Kır çiçeklerine döndüm yüzümü. Yüzüme vuran, okşayan esintilerini kesmeden, esmeye devam ettiler…

Ya kuşlar… Hep böyle güzel mi öterlerdi… “Rodrigoyu kıskandıracak konserleriyle başımı döndüren, nefesimi kesenkonserlerine ara vermeden ruhumu kanatlandırıyorlardı… Başımı alıp diyar diyar gitmem için beni daha ne kadar tahrik edeceklerdi, sabrımı daha ne kadar deneyeceklerdi? Güya alçaktan uçan bir kırlangıç, göklerin yedinci katında kanat çırpan bir Albatros olacaktım, öyle mi?  Sahtekârlar sizi…

Size sesleniyorum karıncalar, rüzgârlar, kır çiçekleri… Sizler, hepiniz dilenciye verdiğiniz bahşişi ilan tahtasına asıyorsunuz, derdiniz göze girmek, bir aferin almak… Herkesin hayranlığını kazanmaya çalışan birer sirk akrobatlarından başka nesininiz ki…

Bir sesin kıkır kıkır güldüğünü duydum. Etrafta kimsecikler yoktu oysa… Korkuyla karışık ürperdim… İnsanın yüzü kendi aynasıdır dedi, aynada gördüğün senin suretindir.  İnsan başkalarının suretinde kendini görür, başkalarının da kendine benzemesini ister.  Kendini çürüten, kendi kendini infilak ettirip bir çuval bağırsağa dönüştüren zavallı insan… Kin ve nefretle dolu yüreğin karıncaların dayanışmasını, rüzgârların esintisini, kır çiçeklerinin kokusunu hazmedemedi… İllaki onları da kendine benzeteceksin… Çürütüldün ve kokuyorsun… Senin dışında başka hayatlar da var, senin hayatına hiç benzemeyen hayatlar… İtiraf et, senin o çürümüş, mutlaklık olarak gördüğün hiçbir değer yargını içlerinde barındırmayan hayatlardan korkuyorsun… Seninçürümüş içine bakarak başka hayatlar da çürüseydi zaferini ilan edecektin, değil mi? İlan ettiğin bu çürümüşlüğün zaferinin şerefine kadeh kaldıralım mı, ne dersin…

Yüzünü asma öyle, korkma… Korkuyorsun bak… Koku duyuların körelmiş, görme duyularını dünden yitirmişsin… Karıncaların, rüzgârın, kır çiçeklerinin sana sunduğu şölenin hiçbir gösterişe ihtiyaçları yok, belki sana bir ders vermek istemişlerdir.

Sizin dünyanızda kalbinizin metrekaresine kaç okka keder düşer…

Ben cevaplayayım: Metrekareye düşen yağmurlardan daha çok… Yani hayatınızın metrekaresine düşen binlerce ton trajediyi elinizle davet edersiniz… Aç gözünü, başını koyaktan dışarı çıkar… Karıncaların sayısı siz insanların yeryüzündeki sayısını bine mi katlar, yoksa milyonlara mı, kır çiçeklerinin kaç tanesinin adını bilirsiniz, ya rüzgârların ebedi ve ezeli ömürleri yanında sizin ömrünüzün süresinin kıymeti Harbiye’si nedir ki? Üst üste bindirilmiş hiç karınca öbeği, çiçek demeti, rüzgâr esintisi gördün mü? … Alaaa, görmedin demek… Böyle bir çabalarına tanık oldun mu? Alaaa, olmadın demek… İktidar ve para hırsının çatlaklarından fırlamış görgüsüzlüklerine, zorbalıklarına tanıklık ettin mi?Alaaa, etmedin demek… Bir kahkaha atıyor… Birbirinizi ezmek için deliriyorsunuz adeta… Siz insansınız, akıllısınız, öngörüleriniz var, vicdan sahibisiniz, öyle mi? Yalan…”Yalanınızı sikeyim”…

Kafanızdan, beyninizden iktidar ve para hırsını kovmadan, onları nah şu gördüğün başı dumanlı dağların tepelerinde keskin gagalı kartallara yem etmeden bir taş parçasından farkınız kalmayacak, kokuşmuş bir leşe dönüşeceksiniz… Ha bire kendinize ve başkalarına, ahlak, vicdan, merhamet üzerine nutuklar çekerek en çirkin yalanları söyleyeceksiniz. Bu yalanlara önce kendinizi inanmış görünerek riyakârlığınızı göklere çıkaracaksınız… İşte çürümeye ve kokuşmaya başladığınız an bu andır… Bu kibirli halinizi tanrısal bir ayrıcalık olarak görüp şişinmeye başladınız… Savaşlar çıkardınız, harcı kandan ve gözyaşından karılmış kahramanlar yarattınız. Çocuk mamalarından kestiğiniz paralarınızla dağlar gibi silahlar aldınız, sadece birbirinizi değil, suları, gökyüzünü de öldürdünüz… Okyanuslar size sırtını döndü, çiçekler kokularını salıvermiyor… Okyanusların hışmına uğradınız, evleriniz, işyerleriniz azgın dalgaların kırbaçlarıyla yerle bir oldu, Gökyüzünün ağzına sıçmaya kalktınız,  karşılığını kuraklık, susuzluk, sel baskınları olarak aldınız, o sizin ağzınıza sıçtı… Çiçekler mi… Bir kahkaha atıyor… Rengi solmuş, yaprakları pörsümüş, kokularını öldürmüşsünüz… İnek niyetine yayılırsınız artık, yakışır… Yani kendi kendinizi daha kaç kez öldüreceksiniz…Çirkinliğinizi yetenek bellediniz utanmadan… Sonra canınızı kurtarma derdine düştünüz… Neymiş… Altta kalanın canı çıksın… Nasıl bir yaratıksınız siz… Akıllı, öylemi… Şu kocaman dünyada bir elin parmakları kadar muktediri sırtınızda taşıyorsunuz, onlar sizin omuzlarınızın üzerinde iktidar borusu çalıp, ayakkabılarının ökçeleriyle beyninizi dağlıyorlar… Akıl dediğiniz bu olmalı galiba… Esaretinize döşediğiniz kaldırım taşları kadar akıllı… Kendi Cehennemine odun taşıyacak kadar akıllısınız…  Yukarıya karşı niçin bu kadar uysalsınız da kendinize karşı niçin bu kadar akıl dışı ve acımasızsınız… Bir açıklaman var mı insanoğlu… Hani siz tabiatın en akıllı yaratığıydınız… Kendinize yalan söylemekte ne kadar maharet sahibisiniz… Siz insanlar en çok yalanı birbirinize söylerken hızınızı alamayıp kendi kendinize söylediğiniz yalanlara doymak bilmiyorsunuz. “Yalanlarınızı sikeyim”…

Aslında kızdığın şeylere imreniyorsun… Şu karıncaların her birinin birbirleri için olmasına, şu kır çiçeklerinin kokularını birleştirip harmanlamasına, şu rüzgârların serin serin okşayışlarına imreniyorsun, karşılıksız omuzdaşlıklarına akıl erdiremiyorsun değil mi? …Hiç birinin diğerinin omuzlarına basarak yükselme hırsı yok, hiç biri diğerini kıskanmıyor ve hiç biri siz insanların tapar gibi taptığı para kavramını bile bilmezler… Hiç biri diğerlerini mengeneyle sıkıştırarak nefeslerini kesecek iktidarına izin vermez…

Ses kayboldu… Kendi sesimdi duyduğum… “İçini temizlemeden dışarıyı temizleyemezsin,  burnuna gelen koku içinin çürümüşlüğüdür”…

Yalanlardan kurtulup o sırrına varılmaz zarafet ve güzellik timsali bir hayalin,sırları dökülmüş aynalarda görebileceğine inanmıyorum artık.

Hayat, bir hayale sığınmaktan başka neydi acaba…

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.