Arayış

Ne Musa’ya yaranmak geçmişti aklının ucundan ne İsa’ya hoş görünmek… Musa olup firavunun sırtını yere getirmenin, İsa olup çarmıha gerilme pahasına Roma imparatorlarının tahtını sarsmanın ne sarsılmaz bir inanç, ne bıkmaz usanmaz bir çaba, nasıl eğilip bükülmeyen bir irade ve inanç istediğini bilirdi. Bir firavun bin olmuştu, Roma’nın kimi kaçık, kimi sapık, tümü de zalim imparatorları metamorfoza uğrayıp amipler gibi çoğalmıştı. Dün yeterli olan bugüne azdı, “yetmez” derdi, onların başaramadığını başarmak için onların ötesine geçip limandaki hazır bütün gemileri yakmadan yola çıkılamayacağına inanmıştı. Laf aramızda Musa’ya içerlerdi, “madem asan ile denizi yarma kudretine sahiptin de bütün firavunların kökünü kurutmak yerine ne diye bir Nemrutla yetindin”…Zavallı İsa, inançlıydın elbette ama inancın, senden sonra zalim ve sapkın tiranların türemesine engel olamadı… Başka bir şey gerekliydi, bir daha yaşananların yaşanmayacağı, yaşatanların çöplükte unutulacağı başka bir şeyler… Arı duru, kirsiz, pasaksız… Dışından bakıldığında içi görünen insanlar, billur saydamı beyinler, yürekler…Pupa yelken ufukların fethine yola çıkanlar gemilerini de yeniden yapmalıydı, mürettebattı yeniden yaratılmalıydı… Ambarlarına temiz hava doldurulan gemilerimiz dünyanın bütün limanlarınauğrayıp boğulan insanlara temiz hava servisi yapmalıydı… Haramiler gemileri batırmak için yelkenlerimize nokta atışı yaparlar mıydı? Amma da cahilsin dedi kendi kendi kendine… Yok, bir de dağarcığına ballı dürüm, matarana temiz su koysalardı…Bu gemi aydınlıkların, güneşli günlerin gemisidir, ışıklarının gözleri kamaştırdığı, geceyi gündüze çeviren bir gemidir… Güneşli gündüzlerin ok gibi delip geçen okları karanlık dünyalarında insan eti yiyenlerin beyinlerine balyoz gibi inmesinden elbette hoşnutluk duymayacaklar ki, lağımlardan devşirdikleri ölüm silahlarını şimdiye kadar nasıl kullanmışlarsa şimdi de öyle kullanacaklardır. Aydınlığın karanlığı kovmasının bedeli ne zaman ucuz oldu ki…

Tutuştuğu bütün bilek güreşlerinin mağlubu olmasına karşın, sırtı mindere yapışmış uslu güreşçiler gibi beyaz bayrak açmak yerine her yenilgiyi, yeniden öğrenmenin, güçlenerek savaşayeni baştan tutuşmanın bir lütfu saymıştı. Öğrenmenin yolunu kendine eziyete kadar vardırmıştı, ben gözlerimle şahit oldum. Rüyalarında kendisiyle hesaplaşır, yeniliğinin sebebini sorgulardı. Kaçıncı sıçrayarak uyanışıydı derin uykularından. Bir gün kan ter içinde uyandığında sayıklamış mıydı, ya da bilerek mi söylemişti bilmiyorum ama yatağından doğrulduğunda bizim yenilgimizin sebebi içimize sinmiş zaaflarımızdır demişti, içimizdeki şeytan… İçimizi temizlemeden, şeytanı beynimizden kovmadan kazandığımız savaş bile tertemiz olmayacak… Kaç yıldır tanıyordum onu, bazen hız kesmeden, bazen rutine alarak da olsa kendisiyle boğuşmayı, hesaplaşmayı yaşamının kilometre taşı yapmıştı, bir gün olsun “eh, oldu işte, tamam” dediğini duymadım.

Şeytanla bilek güreşi savaşlarında payına düşen kılıç yaralarının, hançer sıyırmalarının bedenindeki acılarına aldırmazdı da arkadaş gülümsemelerinin burukluğuna çıldırırdı. Masallar hep mutlu sonla bitmezdi ama insana ve yaşama dair inançlar er geç galip gelir, hak yerini bulurdu. O, İnancının harcını,kullanım reçetesi içinde yazılı hazır paketlerden karmamıştı ki… Berrak sulardan, ıslatırken ısıtan yaz yağmurlarından, ha açtı ha açacak çiçeklerin tomurcuklarından, gülen yüzlerden, duyan yüreklerin inceliklerinden, zarafetlerinden karmıştı… Bu harcın binası kutsaldı, etrafından mis kokulu şarap ırmakları akar, bahçesinde cennet meyvelerinin dalları eğilir, çatılarına kırlangıçlar yuva yapardı, bu bina emek veren herkesindi ve herkese yeterdi.

“Aslında yenilgimizin sebebi kusursuz inançlarımız değil, zaaflarımız” demişti bir gün.Çalıyı dolaşması ite dalaşmaktan çekindiği için değildi, her ne kadar eli yüzü kan içinde kalıyorsa da zaaflarınınsert çalı dikenlerine takılıp kaldığını, kendisini arındırdığına inanırdı… Zaaflar hastalıktı ve zaaflarımızı dikenli tellerine takan çalılar da bizim en iyi dostumuzdu… Mesela alışkanlıklarımızı ele alalım demişti, ne müthiş yapışkanlardır onlar. Ahlak diyeüstümüze yapıştırılan ahlaksızlıklarbeynimize öylesine yerleşmiştir ki,  bırak söküp atmak için çaba göstermeyi, farkına bile varmayız. Kurtulmayı değil esiri olmayı marifet gibi kabul ettiğimiz kibirli kişilik, en sıradan insani vasıflarımızı nasıl yutar yok eder de, biz bu efendinin kölesi olmaktan gurur duyarız… Kendimizden zayıflara karşı üstünlük duygusunun acizliğini hak edilmiş bir zafer olarak kutlamaya can atarız… Acizliğin zaferinin altında boğulan nedir… Kuşkusuz kişiliğimiz… Her zafer karşının ölümü demek değil midir? Tamam, işte biz kendimizin karşıtıyız ve kendi elimizle kendimizi öldürmemiz de yine bizim zaferimiz değil midir? Düşünsene kendi elimizle kendimizi öldürdüğümüzün farkında bile değiliz…

Konuştuklarından bir şeyler anladığımı umuyor, ama ben ne bir şey anlıyorum, ne bir anlam verebiliyorum.

Bir fırsatını bulup ileri atıldım. “ Sen bencilsin” dedim, kızmasını bekliyordum. Sanki böyle bir çıkışı bekliyor gibi gibiydi. Haklı olabilirsin ama bu bencilliğimin kime karşı olduğunu merak ettirdin dedi, fırsatı yakalamıştım, hemen yapıştırdım, “ kendine karşı” dedim. Kendine öyle yükleniyorsun ki, gören, duyan da sanki işlediğin günahların büyüklüğü en değme papazları bile çaresiz bırakıp seni günahlarından arındırmaya güçleri yetmiyor sanacak… Kendini aforoz etmekten ne zaman vazgeçeceksin… Başkalarına karşı kadife gibi yumuşak olduğunu biliyorum da kendine karşı bu kadar acımasız olmana bir anlam veremiyorum.

Biz mazoşist değiliz ki kendimize karşı acımasız olalım diyor, insanlığın, insan olma sürecinde yarattığı değerler vardır, her ne kadar bu değerler birilerini amansız derecede rahatsız etse de bizi insanlaşma sürecine bağlayan, pes etmeyenlerin, boyun etmeyenlerin yarattığı, bedeli ödenmiş, insanlığın onur sayfasına kazınmış değerlerdir.  Bizim mistik derecede kutsal saydığımız, bize ait dünden kalanmirasımızdır. Bunlara gölge düşmemesi için adeta çırpınırız, kıskançlıkla koruruz, beynimizin beslenme vadileridir bunlar, bizi bileyen bileyi taşlarıdır. Sence, böyle düşünmek kişinin kendisine karşı acımasız olduğu anlamına mı gelir?. Mesela karlı dağların tepelerine duman durur, eteklerine sis çöker ya, Olympos’tan ateşi çalıp insanoğluna getiren Prometeyi, Kafkas dağlarının tepesinde bir kayaya bağlayıp kalbini her gün kartallara yedirerek cezalandıran tanrıların gazabından korumak için bu dağın tepesine duman çöker, eteklerini kör sis bürürmüş… Sinanların Nurhaklarda etrafı sarıldığında Dağın tepesine bir duman çökmüş, eteklerini kör bir sis bürümüş ki günlerce izlerine rastlayamamışlar. Şeyh Bedrettin Serez çarşısında asılırken çiseleyen yağmur gökyüzünün gözyaşlarıymış ki günlerce dinmemiş, bulutlar gökyüzünü terk etmemiş, yas tutmuşlar. Devrimciler hangi mirası sahipleneceklerini, hangi mirası reddedeceklerini iyi bilirler. Yaşadıkları zaman dilimleri arasında yüzyıllar olan Prometenin, Şeyh Bedrettinlerin, Sinanların bugün aynı fotoğraf karesinde yer alması insanlığın değerlerine sımsıkı sarılmamız değilse nedir?.

Biz kendimizin misyon insanları olduğuna inanırız. Önce kime karşı, kiminle ve hangi silahlarla… Belki de bize misyon yükleyen koşullar yoktur da onu biz uydurmuşuzdur. Belki gerçekten yaşam can çekişmiyordur, belki kasapların toplu kesim işlerinde epeyce yol aldığı bir gerçeklik değil de bizim kurgumuzdur, sanki çok olağan bir şeymiş gibi kasapların kurbanlarını hala teker teker kesip doğradığına ilişkin alışkanlıklarımız beynimizi nasıl esir almıştır. Kasap bıçağının canlıları teker teker kesmesinimakul karşılayan olanları görmemizi engelleyen alışkanlıklarımızla, o kasabın bıçağı gün gelir kitlesel katliamların ölüm makinesine dönüştüğünde “ yaa, öyle mi” demekle vicdanımızı rahatlattığımızı sanırız.  O kurbanlar, cinayetler karşısında bizi, vicdanını rahatlatan baylar, bayanlar olarak yüzümüze tükürülmeye bile değmez zavallılar olarak aşağıladıklarında, bu aşağılanmayı öncelikle çok ama çok hak etmiş olacağız ve muhtemelen sıranın bize de geleceği aklımızın ucundan bile geçmeyecektir…

“Geleceğe dair fal bakıyorsun, müneccim misin” dedim. Aldırmadı bile, kalktı TV nin düğmesini çevirdi, dünyanın geri kalmış bölgelerinde savaşlar, toplu katliamlar, kaçak göçmenler, ülkelerinden kaçmaya çalışırken denizlerde boğulup ölen kadınlar, çocuklar, yaşlılar…

“Çocuklar” dedi, “biz yaşayacağımızı yaşadık, onlar daha yeni başlıyorlar, endişeliyim, müthiş endişeliyim onlar adına. Sabi beyinleri öylesine iğdiş ediliyor ki, tiranlar onları hazır askeri olarak yetiştiriyorlar.

Bir insanın kişiliği çocukluğunda oluşur, pekişir ve onun tavrı, davranışı, iyisi ya da kötüsü olur…

İşte bir taraftan girdabında hayatı öğüten değirmen taşı, diğer taraftan o değirmen taşının altına girmek için haznesinde kesintisiz akan buğday taneleri… Buğday tanelerinin kaderinin değirmen taşında ezilmek olduğu öğretilmiştir ve buna uymanın adı ahlaktır. Ya buğday taneleri hazneyi tıkar da değirmen taşı kendi kendine dönüp kendi dişlilerini yerse ne olur… Bunun iki ismi vardır. Meseleye hangi cepheden bakacaksın… Yaşamın değirmen taşında öğütülmesi mi? Buğday tanelerinin hazneyi tıkayıp değirmen taşının dişlilerini kırması mı? Bir cephenin penceresinden ahlak olarak görülen olay, diğer cephenin penceresinden ahlaksızlık olarak görülecektir. İçine doğduğumuz toplumda doğumumuzdan itibaren bize öğretilen ahlaksızlığın beynimize, kalbimize yapışıp kalmış kirlerinden arınmadığımız sürece sadece sivrisineklerden yakınırız ama bataklığın saniyede milyonlarca sivrisinek üretmesini engelleyemeyiz. İnsan soyu yok olmanın bataklığına döküldüğünde, hava kirlenip solunamaz olduğunda, su zehirlenip içilmez olduğunda her şey bitmiş olacaktır. Biz kendi kültürümüzü üretip, kendi değerlerimizi yaşayacak müthiş zenginliğe sahibiz…

Musa’ya mı kutsayalım, İsa’ya mı gıpta edelim…

Başka bir ülke… Gemiler yakılmadan ulaşılmayacak kadar uzun ve meşakkatli bir yolculuk…

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.