Ağustos sıcağında yorgunluktan ter burnundan damlarken abisinin ”yine arabanın tekerleğini mi kırdın” serzenişine çıldırmışçasına bir öfkeyle “arabasının da, atının da tekerleğinin de” diye çıkıştığında, kırılan tekerleğin parmaklıklarını sökerek çiğdem kazığı yapma derdinde olan beş altı oyun çocuğu velettik. Biz veletler çiğdem kazığı yapma derdindeydik, koyunun can derdinde olması kimin umurundaydı. Sakar Musa arabayı debil destek, kasislere ine çıka, atları nefessiz koyacak kadar tırısa kaldırırken son kasiste arabadan gelen çatırtı arabayı bir tarafa, sakar Musa’yı diğer tarafa savuruvermişti. Çelebi adamdı Necati emmim, “canın sağ olsun, şükür sen de bir zarar ziyan yok ya” demekle yetinmiş, biz veletlere de “kulağınızın dibine tokadı yemeden toz olun” yollu tatlı sert tehditten de geri durmamıştı.
Çocukluk işte, bıraktığın yerde durmuyor ki… O yaşlarda zihninizde yer eden her neyse yıllar sonra kazık kadar adam olmuşluğunuza aldırmadan karşınıza çıkıveriyor. Liseli yıllarımdı. Hani, belki de akranlarıma caka satmak, kızlara sükse yapmak için seçilmiş sözlere duyduğum ihtiyacı o sözcük karşılamıştı: Tarihin tekerleği… Cuk diye de yerine oturmuştu, hedefi on ikiden vurmuştum. Okulun konferans salonunda kasaba ekâbirlerine sunduğumuz tiyatro oyununda bana verilen rol gereği sahneye çıktığımda uzun tiradımın ardından, oynadığımız oyunun metninde olmamasına rağmen, sol yumruğum havaya kaldırıp “tarihin tekerleği geriye dönmez” vecizesini gırtlağımı yırtarcasına haykırmıştım. Oyunu izleyen öğretmenlerimizden kopan alkış tufanına şaşkın şaşkın bakakalmıştım. Oyunu idare eden öğretmenimin “ne yapıyorsun lan” dediğini işittim. Salon beni alkışlıyorlardı ama niye alkışladıklarını da bilmiyordum. Gözüm, salonun en ön sıralarında ve sahneye en yakın yerde annesiyle babası arasında oturan Albayın kızındaydı. “Acaba o da alkışlamış mıydı beni, ettiğim bu veciz sözü beğenmiş miydi”?. Albayın kızıyla oyun bitiminde karşılaştık, bana gülümseyip, ne büyük laf ettiğimi, diğer öğrencilerden ne kadar farklı, ne kadar kültürlü olduğumu açıkça söylemese bile bakışlarıyla tasdik edecekti. Yüzünü buruşturdu, azarlar bir sesle “O ne be dedi, tarihe bir tekerlek takmadığın kaldı”… Doğrusu bir tiyatro oyununda doğaçlama söylediğim “tarihin tekerleğine omuz verme borcu” sonraki yaşamımda hem başıma dert oldu, hem de bütün meşakkatlerine yakınmadan katlandığım yaşamımın onur madalyası…
“Haydin arkadaşlar şu tekerleğe bir omuz verelim. O yerinden oynamaz tekerleği yerinden oynatmak için verilen omuz, kaçımızı elden ayaktan etti, kaçımızı yaşamdan koparıp omuzlarımızı çürüttü, hesabını yapan beri gele…”
Tarih denen o pintinin tekerleğinin böylesine nazlı, böylesine yavaş dönmesi hep canımı sıkmıştır. Lakin nazını, işvesini, cilvesini bırakıp bir kez dönmeye görsün… O tekerlek ki her dönüşünde ilerlemesine engel olan bütün toplumsal çapakları, bütün imalat eskilerini bir daha başını kaldırmaya fırsat vermeden önüne katar, götürür hak ettikleri çöplüğe yığar. Ve o vakurlu alt üst oluşlar her zaman aslına uygun yazılmasa da aslına uygun yapılır. İyi de arkadaş dersin bu kadar bekleyişin anlamı nedir, pislik kokmaya başladığında bütün insanlığın burun deliklerini tıkayacak kadar çürümesini beklemek de neyin nesidir, şu tarih denilen “pinti baba” böylesine sabır küpü olmak zorunda mı, şu kokuşmuşluğu bir an önce ortadan kaldırmak için elini daha çabuk tutamaz mı?
Ne aydınlanma süreçlerini ne burjuva devrimlerini küçümsedim. Ta ki Spartaküsten bugüne çoğunlukla yenilgiye uğrayan, en harlı anında söndürülen devrim ateşlerinin küllerinden Anka kuşlarının yeniden doğacağına ilişkin inancımı da hiç kaybetmedim. Ama yine de tarih babanın tekerleğinin böylesine geç dönmesini hazmedemedim. “Acelecilik” insanın ruhuna işlemeye görsün, geç kalışları bir türlü hazmedemiyor. Bu hazımsızlık nedeniyle midir mesela Küba’da bir avuç devrimcinin kumar ve fuhuş üzerine kurulan Batista diktatörlüğünü tuz buz etmesine imrenmemiz. Haritada yerini bile gösteremeyeceğim nokta kadar küçük bir ülkenin diktatörlüğünü alaşağı eden devrimcilerin, diktatörün küvetinde kalın kaba kumaştan, kim bilir ne zamandır sabun yüzü görmeyen urbalarıyla hayı huy içinde duş almalarına mest olduğumuz için midir cazibesinden gözümüzü alamadığımız, diktatörlükler deviren bir avuç devrimcinin devrim yapma efsanelerine hayranlığımız… Bunun için mi o bir avuç fedai ruhların canlarını dişlerine takarak gökyüzünü zapt etme öykülerinin neden yarım kaldığını düşünmeye vaktimizin olmayışı?. Reçetelerin her derde deva olduğuna iman edişimiz yüzünden, aslolanın kitlelerin yaratıcı eylemlerinin ivmesinin yükseltmek olduğunu hatırladığımızda ne elde bir şey kalmıştı, ne de avuçta… Yenilgiler öğreticidir, öğrenmeye niyeti olanlar için…
Evet dedi tarih, tekerleğim yavaş dönüyor, geçen zaman tahammülsüzlük yaratıyor, ama dönüyor, dönerken de hakkını vererek dönüyor, boş kağnı tekerleği gibi gıcırdamıyor, derinlerden gelen depremler gibi toplumun ve tabiatın sırtındaki asalak yükleri toz zerrecikleri gibi mikroskobik parçalara ayırıp üfleyerek yok ediyorum. Öyle bir günüm olur ki yüz yıla bedeldir, yüz yılda biriktirdiğimi bir günde kusarım, öyle bir zamanım olur ki sizin için bir ömür dediğiniz onlarca yıl benim iki nefes aralığımdır. Sandığınız kadar cimri değilimdir, bana verdiğinizi ödünç kabul edip olduğu gibi size iade ederim. Boş alıp dolu verme gibi bir cömertliğim de yoktur. Ne verirseniz onu alırsınız. Yarım yamalak, düşünmeden, hesap kitap yapmadan ulaşacağınızı sandığınız hedefi ıskalayarak yüz üstü kapaklanmanızın günahını ben de aramayın… Tekerleğimin geç dönmesinden bu kadar şikâyetçiyseniz, enerjinizi hazır reçeteler kolaylığına harcayıp, boşa tüketmek yerine o anı yaratan tekerleğime omuz verin… El sizden, şifa benden… Hangi kuytularda hangi yılanların beslendiğinin, hangi taşların altında kaç akrep saklandığının, hangi dağdaki kurtların kaç kuzuyu kurban ettiğinin, dallarda tüneyen sığırcıkları hangi akbabaların pençesine takıp havalandığının ölçüsü, endazesi sizin umurunuzda değilse, siz de benim umurumda olmazsınız. Ben ağlama duvarı değilim. Hiçbir hazır reçetem yok, doğru soruyu sorup doğru cevabı bulmak da sizin işiniz… Her şeyi hep aynı şeyle ölçüp tartma alışkanlığınızdandır ki hep başınızı taşa vuruyorsunuz. . Tahammülsüz olmanız yetmez, tahammülsüzlüğünüze harcadığınız enerjiyi, sürüleştirilen insanların başlarını kaldırmalarına harcayın ve ateşe odun atın ki kül soğumasın…
İşte o vakit… Hoş geldin yeni zamanlar… On dokuzuncu yüzyıl Paris Komüncülerinin mezarlarından başını kaldırıp 21. Yüz yıl İstanbul Gezicilerine dayanışma mesajlarını da ben getirdim. Prometeden Şeyh Bedrettin’e köprüler kurdum, şimdi kâh hüzünlenerek kâh gülümseyerek okuduğunuz hikâyeler insanlığın ortak ideallerinin hikâyesidir.
Yeter be tarih baba, “aceleci ruhumu” örselemekten, aldığın zevki sana tattırmaktan hiç hoşnut olmadım. Senin acelen yok anladım, benim de sabrımın kalmadığını kim anlayacak…
Asasına dayanıp ayağa kalkıyor, yolcu yolunda gerek… Belli ki yorgun…
Gülümsüyor…
Nereye diyorum.
Sri Lanka üzerinden Arjantin’e…
Yolun açık olsun, acele et diyorum, bekleyenlerin var kentlerin meydanlarında, hani olur ya bize de uğrarsan misafirimiz olursun.
Çay, kahve filan…