Kullanılan dilde ne bir kaşlığı vardı, ne bir anlamı. Yöresel bir şive olmalıydı adının başındaki lakabı. Çoluk, çocuk, büyük küçük öyle seslenirlerdi, Cer Mehmet beri, cer Mehmet öte. Araptı Cer Mehmet ama bana neydi Türkünden, Kürtünden, Arap’ından Çerkez’inden. Cana yakın, hoş sohbet birisiydi işte, daha başka ne istenirdi ki. Lakabının anlamını o da bilmiyordu, ya da bana öyle gelmişti. Arap arkadaşlarıma sordum, onlar da bilmiyordu. Önceden bir tanımışlığım, tanışmışlığım yok. Sık sık gitmek zorunda kaldığım kasabadaki arkadaşlar öyle hitap ediyorlardı, sonra ben de onlar gibi hitap etmeye alıştım. Çok geçmeden de alıştık birbirimize. Biz emsallerden birkaç yaş daha büyüktü. Merakımı yenemeyip bir gün oluruna getirdim, lakabının anlamını sordum, güldü, bir açıklama yapmak yerine “ su ister misin” dedi. Gülme sırası bendeydi, “ulan karnım zil gibi açken ne suyu”ydu bu, anlamadım. Ben de bir daha üstelemedim.
Ne iş yapardı neyle uğraşırdı, merak da etmedim, yaptığı işe tanık da olmadım. Zaten, yaşanan dönem de şöyle ayaklarınızı uzatarak çay, kahve eşliğinde oturup sohbet edecek zamanda değildi. Benim için sadece Cer Mehmet’ti ya, işte o kadar. Biz, ilişkilerimizde dikkat etmek zorundaydık, herkesle senli benli olamazdık, olur ya… Olur muydu olurdu, o kasabadaki arkadaşların hepsi aşağı yukarı devrimci hareketin adı sanı bilinen kişileriydi. Zaten şöyle gönül rahatlığı ile gidip ayağımızı uzatarak yatacak bir evimiz de yoktu. Yöre halkı bir yandan hatır belasına bize bir yer yatağı verirken, bir yandan da bizim evlerinde yakalanacağımıza ilişkin korkularından göz bebekleri büyürdü. Cer Mehmet herkesle dosttu ve her yere rahatlıkla girip çıkan birisiydi. Öyle sağcılık, solculuk da Cer Mehmet’e göre şeyler değildi. “Hepimiz kardeşiz” deyip arkasından da kahkaha atarak gülmesi cinleri tepeme çıkarırdı. Günün koşullarındaki psikolojik ruh halim, tedirginliğim Cer Mehmet gibi apolitik kişiliklerden ister istemez uzak durmamı gerektiriyordu. Maazallah, ihbar edilsek yüklüce bir ödül alacağı da muhakkaktı. Böyle zamanlarda devrimcilerden başkasına nasıl güvenebilirsin ki… Bu adam ilericisiyle de gericisiyle de iç içe, senli benli… Gel de tedirgin olma… Ben kasabadaki arkadaşlara sık sık Cer Mehmet’ten uzak durmalarını, yanında hiçbir şekilde konuşmamalarını, onu ilgilendirmeyen konuları açmamalarını öğütlerken, arkadaşlara yarı alaycı bir gülümseme ile Cer Mehmet’in sık sık beni sorduğunu, ne zaman geleceğimi merak ettiğini söyleyince de, başlangıçtaki kuşkum giderek kurdeşene dönüştü. Cer Mehmet sürekli bizimkilerle beraber… Kuşkumun kafama perçinlenmesinden sonraki günlerde kasabaya bir iki gelişimde, daha birçok arkadaş haberdar edilmemişken beni yolda karşılar, başlar sohbet etmeye. Sohbete katılsan bir türlü sussan bir türlü… Cer Mehmet’e, benim kafasında tahmin ettiği kişilerden olmadığımı anlatmam gerek… Dikkatini başka yöne çekmeliyim, tabi yerse… “Cer dedim, sizin kasabaya ne zamandır gelip gidiyorum, şöyle eli yüzü düzgün, temiz bir kız çıkmadı karşıma, evlenme çağımız, yoksa ailem görücü usulü evlendirecek beni”…”Sizdeki kızlar hiçbir yerde yok dedi, evleneceksen neden onlardan birisiyle evlenmiyorsun ki, hem siz evlenmezsiniz ki”…
Hoppala dedim, bunu da nereden çıkarıyorsun… “Siz devrimle nikâhlısınız ya”…dedi.
Uzatma dedim kendi kendime, yemiyor işte…
Kuşku beynimi kemiriyor…
“ Polisin bu adamı bizim peşimize taktığı kuşkusuzdu, beni ve arkadaşlarımı tavşan yakalatır gibi yakalatıp ödülünü alacaktı”. Kuşkum, tedbire yöneltti beni. Artık kasabanın merkezinde şurada veya burada buluşmak güvenli değildi, tedbir önlemini alıp havanın kararmasını bekleyip bağ evlerinde, kasabaya yakın köylerin koyun ağıllarında buluşmaya başladık. Sürekli, sabit bir yerleşim yerim değildi kasaba elbette, ama sık sık gidip geldiğim, çoğu zaman birkaç gün kalmak zorunda kaldığım bir yerdi.
Sıkıyönetim, benim kasabada bulunduğum sırada ilan edildi. Filan ya da falan örgütten arananlar radyoların haber bültenlerinden isim isim açıklanıp ilan ediliyor, bunları ihbar edenlere ödül verileceği vaat ediliyordu. Sıkıyönetimin ilanıyla hareket alanımız sınırlanmış, çember daralmaya başlamıştı.
İşlerimizi yoluna koymaya başladığımız koyun ağılına beklenen haber geldi. Sokağa çıkma yasağı konulmuştu ve ev ev aramalara başlanmıştı. Arkadaşlar benim adıma tedirgindi ve yüzlerinden okunan tedirginlikleri saat başı artıyordu. Bir tek seçeneğimiz vardı: Benim kasabayı güvenli şekilde terk etmem gerekiyordu. Radyolardan aranılanlar listesinde kasabadaki arkadaşların ismi geçmiyordu. “Biz buranın yerlisiyiz, şayet ihbar edilmemişsek bizden şüphelenmezler, ancak sen yabancısın ve durumun belli”…diyorlardı.
Kaldığımız köyün ağılı köyün dışında sapa bir yerde. Pek insan izine rastlanır yer değil. Ancak çobanın ve sürüsünün girip çıktığı bir yer. Bir insan hareketliliğinin hemen dikkati çekmemesi içten bile değil. Birkaç gün çıkış yolu arıyoruz, her ürettiğimiz çözümün ucu gelip açmaza dayanıyor. Kısaca çözüm bulamıyoruz. Çoban, arkadaşlardan birisinin yakın akrabası olmanın dışında güvenilir bir kişi. Türkçeyi zar zor konuşuyor ama arkadaşlar çobanın dilini biliyor. Çobanla aynı etnik kökendenler. Arap Alevileri yani.
O gece çoban gelmeden isli çinko demliğinde çay demledik. Çoban koyunlarını ağıla yerleştirdikten sonra yanımıza geldi, çay doldurduk. Mahcup bakan gözleriyle teşekkür etti. Arkadaşlar çobanla Arapça konuşuyorlar, ben konuşulanları anlamıyorum ama konuyu biliyorum. Çoban “ o işi siz bana bırakın” der gibi ve bana güvende olduğumu anlatmak ister gibi gözlerime bakarak konuşmasına devam etti. Kasabadaki devrimci hareketin önde geleni bir arkadaşla ağılın dışına çıktık, konuşulanları anlattı. Çoban “ yöreyi çok iyi bilen ve etini kezsen kötülük gelmeyecek birisiyle beni selamete çıkaracakmış”.
Sabah erkenden uzaktan gelen takırtılarla uyandım, ağıl kapısından yola baktım. Ağıla doğru bir at arabası yaklaşıyordu. Çoban dışarı çıktı, eliyle “gel gel” işareti yaptı. Biz ağılın içindeyiz, gelen her kimse bizi görmemeli. Gıcırtılı sesler çıkararak ağıl kapısından içeri giren Cer Mehmet’ti… Arkadaşların gözüne baktım, “ satıldık mı” yani… “Kasabaya evlenmek için gelen bir damat adayı” olarak soğukkanlılığımı korumalıydım. Cer Mehmet benim endişelerimden habersiz, oralı bile değil. Elindeki yarım yırtık torbadan tuluma benzer bir elbise çıkardı, agel dedikleri Arapların yerel başörtüsünü düzenleyip başıma geçirdi. Benim elbiselerimi çıkarıp torbaya doldurdu. Cer Mehmet’in Türkçesi daha anlaşılır.
Plana göre Cer Mehmet’le ikimiz çobanın sürülerine, karşı köyden ot getireceğiz. Bu işi yaparmış Cer Mehmet. O köy, Cer Mehmet’in anasının köyü, dayılarının dönemin siyasi otoriteleriyle arası iyi. Cer Mehmet dayısının arabasıyla beni gideceğim yere kadar getirip, otobüse bindirecekler… El mahkûm, kafamın içi Çıfıt çarşısı gibi, karabasanlardan birini kovuyorum, onu birlikte geliyor. Giydiğim tulumun içine benim gibi birkaç kişi daha sığar. Şu agel kafamda bir ileri bir geri gidip geliyor. Cer Mehmet ageli iyice sarıp sarmalayarak sıkılaştırdı, artık kafamda bir o yana, bir bu yana gidip gelmiyor. “Hani olur ya diyor, şayet yolda…”. Endişelendiğini görüyorum. Yol güzergâhında birkaç Jandarmaya rast geldik, Cer Mehmet mektep arkadaşlarına selam veriyormuş gibi Jandarmaları selamlayıp dayısının köyüne vardık. İyi karşıladılar. Yemek yiyip, çay içecek zamanımızın olmadığını söyledi. Arabayı kendisi kullanacaktı, dayısının arabası tanınırdı, çevirme olursa dayısının bir selamı yeterdi.
Bir olumsuzlukla karşılaşmadan dinlenme tesislerine kadar geldik. Cer Mehmet içeri gidip benim gideceğim otobüslerde boş koltuk olup olmadığını sordu, en arka sırada bir tane varmış. “Ulan dedi tepene çıkacak boş adam arasan başını alamazsın da üstüne oturacak boş koltuk aradın mı en arka sırada bir tane çıkar, o da tesadüfen”. Otobüsün kalkma zamanına kadar zoraki sohbet ettik. Cer Mehmet bana her zamanki umursamazlığı ile “ Hani dedi lakabımı sormuştun da ben de sessiz kalıp bir şey söylememiştim”…Eee, der gibi gözüne baktım. Benim lakabımın anlamı “ sucu” dedi. Dedem takmış bu lakabı. “Küçüklüğümde sıcağın alnında bağırları yanan ırgatlara, darda kalanlara su taşırmışım. Cer, sucu demekmiş, o gün bu gündür Cer aşağı, Cer yukarı… Bu günde sana nasipmiş, serinledin mi” dedi. Diyecek bir söz bulamadım, başımı eğip teşekkür ettim.
Onun hakkındaki olumsuz düşüncelerimin yüzümü kızarttığını hatırlıyorum.