Ne mevsim o mevsimdi, ne de gün o gün. Yazın yakıcı ve boğucu sıcaklarının şehri terk ettiği, sonbaharın ılık bir akşamı… Hani yaş ta kemale ermiş, eş dostla muhabbetin dibine vurulacağı akşamdı… Çok istemesine karşın bir türlü o kaygısızlığa kendini bırakamadığı, beyninde kurdeşenlerin birbirini kovaladığı bin bir türlü vesveseyle o sohbet erbaplarının içlerinde olmasına rağmen bir türlü içselleştiremediği sohbetlere de bir tutam tuz biber katamıyordu. En olmadık zamanlarda eşin dostun bir araya geldiği ağız dolusu kahkahalara limon sıkarak suratını ekşitmek onun Allah vergisi huyuydu.
“İzninizle dedi, lavaboya”…
Şöyle bir dolaşıp geri dönecekti. Cadde upuzundu ve boylu boyunca yere serilmiş, herkesin üstüne basıp geçmesi kaderiymiş gibi de umursamazdı… “Caddelerde şöyle bir silkinip ayağa kalkar mıydı acaba”…
“Sana bağlı dedi kendi kendine, yani size”….
Rüzgâr meltem esiyor. Hava üşütmese de serin… Caddeler şehir ışıklarıyla sütbeyaza kesmiş. Kafasının içinden boynunu uzatan on üç kişiyle böyle sere serpe el alemin içinde konuşamazdı ki… Olur ya bir izleyeni, bir gözleyeni olabilirdi. Nesine lazım, sokak lambalarının iştahsızca bir görünüp kaybolduğu, gecekonduların alaca karanlık sokaklarına dalmalıydı. Cismen, kanlı canlı bir tek kendisiydi, ismen ve mealen on üç kişiydiler. O başarısız grevde her birisi devleşen, on dördünden tutun da altmış yaşlarına kadar birbirleriyle orantısız yaşlarda on üç kişi… On üç kişiden on biri zihnindeki adlarını, sanlarını o grevde kazanmıştı. Ya ikisi, arkadaşıyla kendisi… Orasını şimdilik kurcalamayın.
O devasa inşaatın bulunduğu şehir kendisine önceden işaret edilmişti, yaklaşık iki bin beş yüz ile üç bin kişi çalışıyordu ve işçilerin büyük çoğunluğu Kürt kökenliydi. İşin taşeronuyla konuşulacak, temin edilecek on on beş kişi ile amele olarak çalışmaya gidilecekti. Arkadaşı kendisinden daha çok sahadaydı ve toplumun en yoksul, her türlü güvenceden yoksun, yaşamını günlük inşaat işlerinde amele olarak çalışarak geçinen insanlarla daha çok iç içeydi. Arkadaşını bulup verilen “görevi” i anlattı… Ameleleri arkadaşı bulacaktı. “Tamam dedi arkadaşı, bana iki gün süre ver”…aranan “kan bulunmuştu, kendilerinin dışında on bir inşaat işçisi hazırdı.
Hareket edileceği günün sabahı amele kahvesinde buluşuldu. Kimisi çocuk denen yaşta, kimisi babamız yaşında tamı tamına on bir kişi… Arkadaşının gözüne baktı, “herkesin üstlerinden geçmesini itirazsız kabullenmiş caddeler gibi, kıpırtısızlar dedi, içinden”…
İçlerinden en küçük yaşta olanı bıçkın gecekondu delikanlısı rolünü öylesine benimsemişti ki, bedeninin sola yatırıp elindeki kehribar teşbihi sallayarak “o yevmiyeye şu pahalılıkta eşekler bile çalışmaz, çık, çık” dedi. İçlerinden daha yetişkin olanlar birbirlerinin gözlerine baktılar, tamam dediler. En yaşlısı “ oğlum, ben kazma sallayamam ama ekmeğinizi, suyunuzu eksik etmem, yemeklerinizi yaparım, bulaşıklarınızı yıkarım. Eee, yaparsın bu yaşta kazma kürek işine gücüm yetmiyor”… O akşam hareket saati konusunda anlaştılar, otobüs terminalinde saatinde herkes mitillerini sırtına yüklenip hazır bulunacak. Kahveden çıkarken bıçkın delikanlıya takıldı… “Daha yüksek bir yevmiye işi bulursan beni de unutma”…
Arkadaşıyla kahveden çıkıp dik inişli yoldan birlikte indiler. Konuyu ve yapılacak işi arkadaşına anlatması gerekiyordu. Ne de olsa kendisi arkadaşından kıdemliydi ve arkadaşını hiyerarşik yapıya kendisi dahil etmişti. Zayıf, çelimsiz biriydi arkadaşı, başı gövdesine göre daha iri yarı, sanki mesleğinin inceliklerini el yordamıyla bulmaya çalışan, işi yaparken acelesi olan acemi bir tornacının tezgâhında üretilip gövdesine monte edilmişti.
Paraları yoktu, akşama on üç kişinin otobüs bilet paralarının bulunması gerekirdi. Para bulma işini kendisi üstlendi. Yapılacak işi anlattı. Kendilerine verilen görev buydu. İş mutlak surette başarılacaktı, bunun hiçbir şekilde tartışması bile olamazdı. Tamam demişti arkadaşı ama onun içinde büyüyen endişesi azalmamış artmıştı. Ücret pazarlığı yapan adamlarla ne, nereye kadar nasıl yapılabilirdi ki… Bu insanlar yevmiyelerinden başka bir şey düşünmüyorlardı, nasıl olacaktı bu iş, nasıl yapılacaktı… Ne kendinin ne de arkadaşının grev deneyi vardı, ikisi de öğrenci… Hayatı aradıkları gibi grev örgütlemeyi de el yordamıyla arayacaklardı.
“Başka bir yolu yok mu” derken arkadaşının endişesinin de kendisinden kalır yeri olmadığını anlamıştı. Azıcık ikircikli bir yanını yakalasa “ bu iş olmaz” deyip çıkacaktı. Arkadaşının bu umutsuzluğu endişelerini daha da artırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Tedirgindi ikisi de… Neylersin emir büyük yerden…
Olanca gücünü sinirlerini kontrol etmeye verdi. ”Bana bak dedi, hemen çekip gidebilirsin, vazgeçmektense tek başıma yaparım, başlamadan pes etmektense adam gibi yenilirim”…
“Senin olduğun her yerde, her İş’te varım” derken arkadaşı yine bildik neşesini takındı.
“Sorun benim olmamam değil, düşün ki bana bir şey oldu, ben yokum diye bırakıp gidecek misin”?
Mahcup olmuştu arkadaşına söylediklerinden, gönlünü aldı. “Ya bu işi biz yapacağız, ya da kaldırımlar gibi yere uzanıp üstümüzden gelip geçenlerin bizimle alay edip bizi aşağılamalarına ses çıkarmayacağız”.
Cesaret bulmuştu arkadaşı, işi şakaya getirdi “Ne aksi adamsın yahu” dedi… Birbirlerine bakarak ağız dolusu güldüler… “İşbaşına dedi”, “hareket saatini kaçırmasınlar, başlarında dur”. El sıkışıp, hareket saatinden yarım saat önce otobüs terminalinde buluşmak üzere ayrıldılar.
Yılkı atları gibi sahibinin gözden çıkardığı, hurda deposuna terkedilmemek için canını dişine takıp zorla yürüyen otobüsümüz hareket ettiğinde anlaşılan bizimkiler ısınma hareketi yapıyorlardı” diyecekti yıllar sonra olayı anlatırken. Bir süre sonra makaralar koyuverilmeye başlandı, espriler, gırgır şamata… Sere serpe üstü açılmadık küfürler gırla gidiyor. İşin garibi diğer yolcular da rahatsız olmak ne kelime onlar da şamataya katıltıveriyorlar. Allahtan otobüste bir tek bayan yolcu yok. Beyni iki ayrı cephede cebelleşiyor, bir yanı “ya başaramazsak” endişesinin toplarını ateşlerken bir yanı başarılmış grevin zafer naralarını atıyordu.
Nihayet geldik. Bizimkiler uykulu gözlerini silerek birer birer inip mitillerini kucaklıyorlar. İş yerini sorduk. On beş kilometre şehir dışında. Taksiyle gidecek değiliz ya, üstü açık bir pikap kamyonet kiralayıp kasasına doluşuyoruz. Kamyonet ıhlaya tıslaya toprak yoldan bizi işyerine getiriyor. İş yeri devasa büyüklükte… Kuşluk vakti. Arkadaşıyla şantiyeyi kontrole çıkıyorlar… Bir tek Türkçe bilen birisi yok. İçlerinden birisi yanımıza yaklaşıyor. Demirciymiş. Üniversite öğrencisi olduğunu, okullarının boykotta olması nedeniyle harçlığını çıkarmak için çalışmaya geldiğini söylüyor. Mal bulmuş gibi seviniyorlar. Soruları daha çok kendisi soruyor, arkadaşı susuyor. Üç bin kişilermiş. İçinden “ verilen sayı doğru “ diyor. Kaç lira yevmiye aldıkları, yattıkları yerler, yemekleri, çalışma koşulları… Gülüyor. “Hemşerim diyor, amelenin çalışma koşulu mu olur, yemesi içmesi kimin umurunda. Şehir buraya on beş kilometre, gidip gelme imkânsız. Günlük otuz lira yevmiye verirler, temizinden on beş lirasını dayı başı alır. Şu gördüğün kulübe onundur, bizi de o getirdi buraya, ekmek, domates, zeytin gibi yiyecekleri oradan alırız. Pazarda bir lira olan şey burada dört beş liradır. Aybaşında elimizde dört yüz ya da beş yüz lira kalır ya da kalmaz. Adam bizim sırtımızdan keseyi doldurur.
Kendileri kazma kürek kanal kazıyorlardı. İş çıkışında bu arkadaşla sık sık bir araya gelirler, sonra ikisi bir köşeye çekilip o günün gelişmelerini değerlendirirlerdi…
“Bence bu arkadaşla işe başlayabiliriz” dedi arkadaşı. Yarın açıkça konuşalım. Öyle de yapıyorlar. Kampın garsonları her kampın çay bahçesine gidildiğinde yüzlerini buruşturup, azarlar gibi konuşuyorlar. “Sakın diyor hem arkadaşına hem de yeni tanıdıkları arkadaşa”. “Bir çuval inciri bok ederiz sonra”.
Bu arkadaş bu konuyu konuşacak kadar güvenlerini kazanıyor. Devrimciyim diyor, filanca siyasetten. Konuyu açtıklarında “zor diyor, ama denemeye değer”.
“Peki, ama biz Kürtçe bilmiyoruz”.
“O işi bana bırakın” diyor.
Kendi cephelerinde on bir kişinin homurtuları yükselmeye başladı. Bizimle tatlı tatlı dalgalarını geçiyorlar. Bizim on dörtlük bıçkın delikanlı en çok da kendisine takılıyor. Onun belini işaret ediyor “ Ah şu belindeki ben de olacak ki”…Yanındaki en yaşlımıza dönüyor, “ bu gece şu barakayı yağmalayalım, ne kadar meyve varsa hepsini yiyip tüketelim, yiyemediklerimizi ayaklarımızla çiğneyelim, her şeyi tarumar edelim de pezevenk gününü görsün”… Sonra bir kahkaha patlatıyor.
Ortam ısında. Kürtlerle akşam sohbetlerimiz meyvelerini vermeye başlıyor. Şu yatakhane denen harabenin düzenlenmesi, yevmiyelerin yükseltilmesi, yiyeceklerin satıldığı barakanın, kar amacı güdülmeden işçiler tarafından işletilmesi, haftada bir gün izin… Bizimkiler ister istemez konuya vakıf oluyorlar… Onlardan saklanacak, gizlenecek bir şey kalmadı… Nerede nasıl davranmamız gerektiğine dair öneriler getiriyorlar… Allah, Allah, yahu daha dün benimle çeke çeke ücret pazarlığı yapan bu adamlar değil miydi? Arkadaşına bizi on birlerin bu işe duyduğu heyecanı anlatırken kendisi de heyecanını gizleyemiyor. “Eylem öğreticidir” diyor arkadaşı.
Bir heyet oluşturulup şantiye şefiyle işçilerin talepleri görüşülüyor. Şantiye şefinin cevabı kesin ve net: “Çalışan çalışır, çalışmak istemeyene işte yol”…
Yaşasın grev… Hummalı telaşlar başlıyor. Boya, karton, fırça.. Para temini gerekiyor. Arkadaşıyla paralarını biriktiriyorlar… Bu parayla bu işin kotarılması mümkün değil. . Mevcut işlerin yapılması için paralarının yetmediğine ilişkin yakınmaları on birlerin önlerinde yapılmaya başlanıyor. Sabah şehre gidilip grev duyurusu için gerekli malzemeler alınacak. Akşam duvar dibinde sohbet ederken mevcut paralarını yeniden sayıyorlar. Duvar dibi konuşmaları duyuluyor. İkisi de sinirli, gergin. Bizden bir kaç metre uzaktaki bizimkiler akşam yemeği telaşı içindeler. Hepsi bir arada… Göz ucuyla bize bakarak bir şeyler konuşuyorlar kendi aralarında… Kaşla göz arasında yemeği tüpün üstünde bırakıp yanımıza geliyorlar… “Merhaba”
“Buyurun, geçin çömelin”
Herkes sırayla o güne değin dişlerinden tırnaklarından artırdıkları paraları çıkarıp sessizce ve saygıyla üst üste koyuyorlar. Sessiz ve vakurlar… Yaşlı amcamız yorgun belini tutarak yavaş yavaş bize doğru geliyor. “Beni pek adamdan saymadınız galiba” diyor, kuşağına sakladığı parayı çıkarıp diğer paraların üstüne koyuyor. “Gözlerinizden öperim”…
Ne zaman gözlerin yaşarmıştı, ilk miydi bu, yoksa son mu? Daha birkaç gün önce seninle yevmiye tartışması yapan on birlerin hiç beklemediğin o vakur davranışlarını cömertçe sergiledikleri gün müydü? Yaşlı amcamızın ağrıyan belini tuta tuta gelip kuşağındaki alın terini grev parasının üstüne boca ettiği an mı? Kırk yıl sonra bu anının ilk günkü gibi canlı olmasına bir kutsiyet mi atfetmiştin…
Bıçkın delikanlı “ belindekinin işe yarama zamanı” demişti kerata böbürlene böbürlene…
Güneşin ilk ışıkları grev pankartlarında cilveleşiyordu. Devasa işyerinde iş başı yapan tek bir işçi bile yoktu. Greve katılım yüzde yüz…
Öğleye doğru otobüslerle, o güne kadar iş yerinde hiç görülmeyen silahlı adamlar geldiler, denizden kıyıya doğru büyükçe bir tekneyle iş yerine girmek isteyen tosuncuklar eldeki imkânlarla püskürtüldü. On dörtlük bıçkın delikanlı en olmadık bir anda, tosuncuklara karşılık verilirken kendini ateşin içine atıp “ abi, seni öpmek istiyorum” dedi…
Baraka yakıldı. Delikanlının kaşından akan kan gözlerinden yüzüne doğru akıyordu. Saldırılar gücümüzün çok üstündeydi. Sanki on bir kişi “üç yüz spartalı”nın inancını kuşanmıştı. Yevmiye pazarlığı yaptıkları kimliklerini kendi elleriyle yırtıp atarlarken yaşamlarının ileri yıllarında yeni kimlikleriyle “düzene itaatsizlikten” faşist darbenin aranan isimleri olmuşlardı… Hayatta olanlar, hayatı terk edenler… Hepinize teşekkürler… O gün her birimizin aldığı yaralar bu günün nişanesiydi…
Birkaç yıl sonra ziyaretine gidilen köyünde yaşlı amcayla karşılaştılar. Hoş beşler, sarılıp kucaklaşmalar… O günler anı olmuştu. On birlerden hemen hepsi aynı köylüydü, aynı hikâye anlatılıyordu.
Yaşlı amca iyece yaşlanmıştı. Konuşurken zorlanıyordu… “Amma da dik kafalıydınız” dedi.
Grevin yıldızı da sendin dedi. Yaşlı amca mahzundu, övünçle gururla gülümsedi…