Diktatörün Ölümü

Bir Rind’e has yaşam tarzıyla meydan okumuştu hayata. Kendine özgü direnme gücünün harcına kırmaların, dökmelerin isi sinmemiş, bütün kırılmışlığına, incitilmişliğine rağmen kabalığı, gönül kırıcılığı eşiğinden içeri sokmamıştı.  O, değil sadece dostları nazarında, düşmanlarının indinde de nezaketin ve inceliğin sembolü olmuştu.  “ insan nasıl yaşarsa öyle ölür” vecizesi yalnızca onu tarif ederdi.

Çok bilinmeyenli matematik denklemleri gibiydi. Oldukça varlıklı bir aileye mensuptu ve ucu bucağı bilinmeyen bir servetin sahibiydi. Benim gözlediğim yaşam tarzıylaysa Hint fakirlerinden beterdi. Üstü başıyla, gömleği ayakkabısıyla, saçı sakalının dağınıklığı, oturuşu kalkışı ile bir tiyatro oyununda mahallenin saf, aldatılmış bir garibinin yaşamından kesitler sunan profesyonel bir oyuncuydu. “Eğitim şart” derler ya, kendi yaşam pratiğimin onunla yolumuzun her kesişmesinde rahatsızlığım had safhaya çıkar, ondan uzaklaşmanın bir bahanesini yaratırdım. “Ya iyi eğitilmiş, peşime taktıkları biriyse”…Tanıştığımız günden o güne kadar en ince ayrıntılarına kadar sözlerini, davranışlarını, bakışlarını, ilgili ilgisiz ettiği sözleri süzgeçten geçirir, bir açığını yakalamaya çalışırdım. “Bu oyunu yalnızca siz oynamazsınız ya, sizinle boğuştuğumuz uzun yılların öğrettiği, elimizin altında “suya götürüp susuz getirme” numaralarımız vardır lan, lanet olası hacı”…

“Senin hiç düşmanın olmaz mı” demiştim de gözleriyle mi, ağzıyla mı güldüğünü kestiremediğim bir gülüşle gülmüştü. “Benim düşmanım çok da ben kimsenin düşmanı değilim” demişti.

Keyifsiz bir günümdeydim. Her gün gittiğim vakit geçirme yerindeydim, bizim müdavimler beni bekliyordu, “ nerede kaldın yahu, kareye dördüncü lazım”…onlarla birlikteyken gırgıra şamataya başlar, günlük can sıkıntılarını unuturum. O, kahve erkânının oyunlarını bilmez, katılmaz, oturur çayını içer, seyrederdi. Kafamı kaldırdığımda omuz başımdan oyunumu izliyordu. Bir arkadaşa benim yerime oynaması için rica ettim, “yok, yok dedi, rahatsız olma, ben de izleyeyim”…oyun bitti, dışarı çıkıp birer sandalye çektik altımıza, hal hatır, ne var, ne yok…”Dikkatimi çekti” dedi, buradakiler seni çok seviyor, imrendim” dedi. “Ben de onları çok severim dedim, bizim insanlarımız… Doğrusu yanlışıyla, eğrisi büğrüsüyle, safı kurnazıyla… Şimdi sorma sırası bende dedi “ Burada çok sevildiğini gördüm, defalarca izledim, buradakiler yapmacıksız, içtenlikle seni seviyorlar, peki senin düşmanların yok mu”?

Lamı cimi yoktu, bu herif benim sabrımı deniyordu sanki. Sorusuna soruyla karşılık verdim. “Düşmanlıklar da, dostluklar gibi açıkça ilan edilmezler dedim, sen onu hissedersin… Tabi hissedecek sezgilerin gelişmişse…

“Peki, senin sezginin derecesi kaç”

“Sadece aptal olmadığımı biliyorum” dedim.  “Oyunu, karşındaki gibi ustaca oynadığın sürece mesele yok, sanırım asıl sorun senin çözemediğin çok bilinmeyenli denklemin çözüm ipucunu karşındakine vermediğin sürece pek aptal sayılmazsın…

Onu soru yağmuruna tutarak sıkıştırmak, iğneleyerek paniğe kapılmasını sağlayıp “lolo” çekmek ona verilecek iyi bir ders olur muydu? Fırsatı kaçırmadım… Madem çok varlıklı bir aileye mensupsun, ucu bucağı bulunmaz servetlerin sahibisin de niye Hint fakirleri gibi yaşıyorsun… Seni bu halde gören birisi servet sahibi değil de bütün dünya nimetlerini elinin tersiyle geri iten bir tekke dervişi zanneder… Anladığım kadarıyla iyi bir eğitim görmüşsün, birkaç dil biliyorsun, yeteneklerinin ne olduğunu bilemem ama becerilerinin maddi yaşamında bir karşılığının olduğuna ilişkin en küçük bir emare yok… Gerçekten bir işin yok mu, yoksa işin zaten bu mu? Neyi kastettiğim i anlamıştı, aynı çelebi gülümseyişiyle karşılık verdi… Umarım bir gün böyle düşündüğünün üzüntüsü içinde benim gibi gülümsersin…

“Seni yüz yüze tanımadan önce tanıyorum” dedi… “Nereden tanıyorsun”  der gibi yüzüne baktım… Önce sahaftan ismi ilgimi çeken bir kitabını aldım, itiraf edeyim, sadece yüzümü değil, kalbimi de güldürdün… Sonra aynı sahafa başka kitaplarının olup olmadığını sordum, öykülerin, şiirlerin, politik incelemelerin aynı destedeydi… Sahaf hangisini istediğimi sordu, hepsini aldım, seni tanıyıp tanımadığını sordum, aynı gelenektenmişsiniz, samimiyetiniz olmasa da seni tanırmış, o anlattı seni bana… Dünyaya ilişkin irdelemelerin benim açımdan bilgi düzeyinin de göstergesiydi… Özlediğim bir dünyanın, her yanı insan, her yanı lekesiz bir içtenliğin eksiksiz bir haritasını çıkarmışsın, gıyabında teşekkür ettim sana… Bu birikimin sahibi kitabi bilgilerin kuru formüllülerinin ezbercisi olamaz… Bunu kavrayacak kadar sezgiye sahip olduğuma inanırım… Demin bana sorduğun sorularda bu zekâyı gördüm…

Yüz yüze tanışmamız sadece rastlantı…Yeteneklerini, becerilerini elbette teslim ediyorum ama yaşama seninle aynı gözle bakmıyorum… Mal, mülk servet düşüncesinden o kadar zaman önce koptum ki, ilgimi bile çekmiyor… Bir yaşam tarzındaki, bir davranıştaki samimiyetin ölçüsü, üstelik hiç kimse sizi böyle düşünüp davranmaya zorlamamışken o yaşam tarzının gereklerine göre davranıp yaşamak kendinize göstereceğiniz saygı gereğidir.  Bir şeyi hissetmek, hissettiğiniz şeyin aromasını duyumsamanız için illa da buna bir isim koymanız gerekir mi?. Asıl dervişlik, taşıdığın etiketin siktiri boktanlığına sığınmadan, şu kast sisteminin mensuplarının aidiyetlerinin ispatı olarak taşıdıkları ayrıcalıklı hiçbir tanıtım kartı taşımayan, sıradanlıklarının doğallığı içinde yaşayan  insanlarla içli dışlı olmuşluğundadır ve inanmışlığının, samimiyetin ölçüsü de budur bence… Bu insanlar senin bir statün olduğunu biliyorlar ve sen o statünün mensuplarına ilişkin hiçbir çiğ davranışla onlara tepeden bakmıyorsun,  insan olabilmenin onurunu onlarla birlikte yaşarken, onların insan olmanın iç rahatlığını sadece burada yaşadığına bahse girerim… Yıktığının ve yerine neyin konulmasının sessiz dersini izliyorlar ve birileri bundan çok fena rahatsız olurlar… Bir insanın ulaşmak istediği mertebenin bundan daha gönül fethediciliği var mıdır? … İşte sadece bundan dolayı bile birilerinin gözleri üzerinizde olacaktır. Ne yaptığınızın siz ne kadar farkındasınız bilemem ama onların en çok korktuğu da budur. Hakkımda kuşkulu düşünmeniz beni elbette üzdü ama bunun için size kızamam ki… Siz, bizim servetlerimizin ağaç kakan kuşlarısınız,  bizim avcılar niçin sizin peşinizi bıraksın ki… Ve bunu ıskalayan bir beyin, kurdun dişlerine yem olmak için cilve yapan bir tavşandır. Benden kuşkulandığının farkındayım, seni tedirgin ettim, özür dilerim…

Onu sakinleştirmeye, gönlünü almaya çalıştım. Kaldığı yerden anlatmaya devam etti.

Yetiştiğim aile aristokrat geleneklere sahip bir ailedir, amentüye iman eder gibi itaat ederler geleneklerine… İlk gençlik yıllarıma kadar şatomuzun dışında bir yaşam, servetimizin sefalete düşürdüğü hayatlar olduğuna ilişkin hiçbir şey öğrenmedim… Şimdi imrenerek baktığım çocukların yoksulluklarının yansımalarını, ayrı gezegenden gelenlerin zayıflığına karşı bizim üstünlüğümüz olarak gördüm… Ne kadar da kavgacı, gürültücü çocuklardı, birkaç kez ailemden habersiz, kaçamak gittiğim mahallelerinde yaşıtım çocukların yalın ayak başıkabak, çamur çaylak içinde top peşinde koştururken benim pısırık davranışlarımın ne kadar dışında olduğunu gördüm. İmrenirdim onların ağız dolusu küfürler edip, ağız dolusu gülüşlerine.  Ancak onlar gibi yoksul ama özgür, bir simidi dört çocuğun paylaştığı, ağız dolusu gülüp, ağız dolusu küfürler edebilecek bir yaşam alanım yoktu. Bizim surlarla çevrili yaşamımızda olsun, günlük yaşamımızda ilişki içinde bulunduğumuz diğer aristokrat çevrelerde olsun vaktinde yenilen ve düzen disiplin içinde oturulan sofralar vardı, sokak simitçilerinden simit alınıp dörde paylaşmak yoktu. İleride bu servetin koruyucu bekçisi olmak istiyorsak böyle yaşayıp, böyle davranmamız şarttı. Sonra Üniversite yılları… Orta öğrenimimi seçkin bir kolejde tamamlayıp, üniversite eğitimini aynı kolejin Üniversitesinde tamamladım… Öğrenciler mal varlıklarıyla, servetleriyle bir avuç azınlığın çocuklarıydı… Yaşamımız, özel şoförlü lüks arabalar, diskolar, pahalı eğlenceler, peşimize düşen kızlardan ibaretti. Aynı varlıklı ailelere mensup çok yakın bir arkadaşımın giderek bizlerden uzaklaştığına, davranışlarının değişikliğine bir anlam verememiştik. Şımarıklığını, yılanın kabuk değiştirmesi gibi kabuk değiştirerek üstünden atmış, derslerinde takdir toplayan seçkin bir öğrenci olmuştu… Ortalığın karışık olduğuna ilişkin bilgimiz gazete haberlerinden ibaretti… Bir gün bir gazetenin sekiz sütunluk manşetinde o arkadaşımızın vurulmuş halde cesedi teşhir edildi… Babam, “devletimiz bütün anarşistlerin üstesinden gelecek güçtedir” dedi. Başım, baharda dalından koparılmış bir gül gibi önüme düştü… Onun bizden ayrılmasıyla edindiği kimliğe ilişkin davranışları sinema şeridi gibi geçiyordu gözlerimden… Gruptan bir arkadaşımız koltuğundaki kitabı işaret ederek “ yasak kitaplar okuyor” demişti… Gerçekten kantinde oturur, yerinden kımıldamadan kitaplar, dergiler okurdu.

Sahafları o günden beri sever, ziyaret ederim. Mitolojilere düşkünlüğümü de sahaflara borçluyum. Mitolojiler hep döneminin egemenlerine karşı direnenlerin hikayeleriydi… Güç, kudret sahiplerinin kaya kütlelerinde ayak izleri yoktu. Zulme karşı Sevgiyi bir yudum içecek niyetine sofrasına koyanların siren kayalıklarındaki ayak izleri binlerce yıldır ziyaretçi akınına uğruyordu… Yunusun, Karacaoğlan’ın dizelerinde yüzünüz gülüyordu da, isimli isimsiz hiçbir diktatörün rahmetle anıldığını görmedim. Zenginliğin servet değil, gönül olduğunu öğrendiğimde ise bu bedeli ödeyecek yaşı çoktan geçmiştim. Servetin, gönül zenginliğini kemiren güve olduğunu öğrendiğimde gülmüştüm. Yaşamımın en içten, en yapmacıksız gülüşüydü… İçten ve yapmacıksız her gülüşün asık suratlı ya da gülümseyen pozlar veren resmi ya da sivil diktatörlerin korkulu rüyası olduğuna inanırım, gülüşler, gülümsemeler anarşisttir, hiçbir diktatörü siklemezler.  Bütün diktatörler dünyanın bütün  sokaklarının güldüğü gün ölür.

Gülüşlerin eksik olmasın…

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.