Vardiyanın ağır toplarındandı. Sessiz, sakin, duru ve güven veren bir kişiliği olduğunu fabrika yöneticileri bile teslim ederlerdi. O boş gevezeliklerin değil grevlerin, boykotların, direnişlerin adamıydı… Vardiya arkadaşlarının en huysuzunu bile sakinlikle dinler, sözleriyle, davranışlarıyla umut ağaçlarını yeşertir, gönülleri serinletirdi. Direnişlerde o sakin adamın içine kükreyen bir panter girer, işten atılma, aç, açık kalma tedirginliklerini giyinerek meydanlara gelen her bir işçi onun kükreyen narasıyla endişelerinden arınır, korku gömleklerini çıkarıp atarak, grevlerin meydan okuyan narin, saydam tüllerine bürünürlerdi. Polisin kameralarla, videolarla çektiği görüntülerin her birisi “uzmanlarca” incelenir, gerektiği zamanlarda kullanılmak üzere arşivlerde yer alırlardı. Bu “yanılmaz” uzmanlar, rutin günlük yaşamını sürdüren sıradan insanların ruhlarının, pençelerini bileyen birer kaplana dönüştüğünü o an göremezlerdi de, yüksek perdeden çemkiren, tehdit dolu zart zurtlarına verilen karşılıkla, avenelerinin perişan olmuş hallerini görünce dehşetle irkilirler, bunların birer insan görünümlü kaplan olduğunu o zaman fark ederlerdi…
Miting alanlarında gerek sivil giyimli gerekse resmi “amcaların” gözü hep onun üzerinde olurdu… İşgal ve boykotlara şehrin belli noktalarında toplanarak gidilirdi. Kâh teker teker, kâh üçerli beşerli gruplar halinde meydana gelenleri görünmez gözler görünmez inlerinde takibe alırlar, onun geldiğini görmeleriyle harekete geçerlerdi. Arkadaşları da bir âlemdi canım… Olur ya, o, toplanma alanına biraz geç gelse, arkadaşlarında da bir tedirginlik başlar, uğrayacakları saldırının bedelinin ağır olacağını bilirlerdi. Tecrübeyle sabitti bu, yaşamın pratiğinden öğrenmişlerdi. Onun görünmesiyle arkadaşlarının tedirginliği güvene, yüzlerinde gülümsemeye dönüşürdü. “Amcalar” bu gülümsemelerin sırrını çözmüş olmalılar ki hemen harekete geçerlerdi. Hayat ne garipti, insan ne garipti… Bir yanda güven ve gülümseme, bir yanda nemrut suratlar ve kin…
Bir arkadaşına yıllar sonra “O, bir kişi değil ki onun şahsında hikâye edilen bütün devrimcilerdir” demişti.
“İyi de demişti arkadaşı, biz hiç kazanmadık ki her attığımız adım acı yenilgilerle sonuçlandı… Hep onlar kazandı ve biz yenildik”…
“Sen hep iyi bir savaşçı oldun ama felsefesi olan bir derviş olamadın hiç… İnsana rağmen kazanımlar aslında zavallıca bir kaybediştir, insan için uğranılan yenilgiler ise paha biçilmez bir kazançtır. Fiziki kazanımların önemini elbette inkar etmiyorum ama, asıl kazanımlar ruhsal kazanımlar değil midir? Yenildik ve teslim olmadık… Yeniden savaşmaya da istekli ve hazırız. Yani yenilirken bile kazanan biziz”…
“İdeal olan ikisini birlikte kazanmaktır” dedi arkadaşı; “kötünün ve kötülüğün ödemesi gereken bir bedeli olmalı… Yani çalınan düşlerimiz, kılıç şakırtılarıyla bölünen uykularımız demek istiyorum”…
Hey gidi akıp geçen zaman hey… Elbet vardır bir bildiğin senin de… Açtığın yaraları sessizce, sızlanmadan gizlisinde saklayanlara selam olsun…
Dedim ya, çetin zamanların direnişlerinin dilsiz şairiydi o, korkusuz bir serdengeçti. Kime suyunu çekmiş çelik gibi yaman ve sert olacağını, kime kadife eldiven yumuşaklığında eyvallah diyeceğini ondan daha iyi kim bilebilirdi ki…
Bu ağarmış saçın sakalın her teli coşkuların, hayal kırıklıklarının, yaşanmamış sevdaların yaşayan, yenilgilerin ve ayağa kalkışların dipdiri tanıklarıydı. Sanki anası doğururken kulağına “bahtın açık, ömrün uzun olsun” diyeceğine “yenilgilerin ve ayağa kalkışların daim olsun” deyivermişti.
Bulunduğu ortamlarda efendiliği ve sessizliği ile bilinir, her boka maydanoz olmayı sevmezdi. Kimin elinde hıyar görse bir avuç tuzla koşan çokbilmişin birisi “neden içine kapanık yaşıyorsun” diye sormuş, o boynunu yana eğerek soranın yüzüne şöyle bir bakış fırlatmış, sessizce yoluna devam etmişti. Mesai arkadaşı cevaplamıştı bu “gereksiz meraklının” merakını… “İç dünyası öylesine geniş ki demişti, dış dünyada görünmeye pek zamanı olmuyor”…
Gece vardiyasında çalışırdı, neredeyse emekliliği yaklaşmıştı da istisnalar dışında gündüz vardiyasında çalışmaya pek istekli olmamıştı. Oysa mesai arkadaşları çalışma vardiyası gündüze alınsın diye nasıl da gürültü koparırlardı da o hiç oralı bile olmazdı.
Selami’ydi en yakın arkadaşı… Filozof Selami… Aykırıydı her şeyiyle ve karşısındaydı her şeyin… Ve kırıktı kafadan biraz… Bu iki ayrı, farklı kişilik uzun yılların iki arkadaşı arasında hiçbir anlaşmazlığa neden olmamış, hiçbir sorun yaratmamıştı. Selami’nin de ısrarla gece vardiyasında çalışmak istemesi iki arkadaşın yakınlığına mı yorulurdu, yoksa dışa vurulmayan bir ruh hali miydi, kimse bunu merak etmemişti. O ilkyaz günü gece vardiyasının gece yarısı verilen bir saatlik çay molasında Selami titrek eliyle kavradığı çayından bir yudum alarak arkadaşının yanına geldi. Fark etmemişti Selami’nin geldiğini… Nasıl fark etsindi ki, gökyüzünde mavimsi dolunay etrafında toplanan yıldız kümeleriyle ona doğru geliyordu… Tanıdık ve aşına ruhlardı hepsi de… Yüzünü hiç görmediği, adını sanını bilmediği yıldızlar bile o kadar aşinaydı ki şimdi hemen hiç duraksamaksızın hepsinin adlarını birer birer sayabilirdi. Şu harmanisinin içinde kısacık boyu, kırçıl sakalıyla Bedrettin olmalıydı, şu sağındaki Torlak Kemal, solundaki Börklüce Mustafa… Arkalarındaki yıldız kümeleri Sakızlı, Rodoslu, Egeli Bedrettin savaşçıları… Bekliyordu uzun zamandır zaten, kısmet bugüneymiş. Oradan geçerken aralarına onu da alacaklardı, sonra bir başka vardiyadan diğerlerini… Birer birer çoğalacaktı yıldız kümeleri… Yeryüzünü “aşkın yüzü” yapmaya geliyorlardı… Durulur muydu hiç, durmak olur muydu?
Omzuna elini koymasıyla fark etti Selami’yi. Eliyle gökyüzünü işaret etti.
“Görüyor musun” dedi Selami’ye…
Miyop gözlüğünü düzeltilerek başını gökyüzüne çeviren Selami kendi kendine mırıldanarak “Spartaküsün atlıları” dedi.
“Yok” dedi, “yanıldın, Bedrettin savaşçıları”…
Tekrar gökyüzüne başını çeviren Selami gayet ciddi bir tavırla “ben sağ kanattakileri söylüyorum dedi, Bedrettin savaşçıları sol kanattan geliyorlar”…
Bir süre gülümseyerek birbirine bakan iki arkadaş kucaklaştılar… “Bir gün mutlaka” dedi Selami…
İki arkadaş da işyerinin torna tesviye bölümünde çalışırdı. İyi insandı atölye şefi… Müdürün haberi olmadan iki arkadaş gece yarısı işten ayrılırlar, işlerini bitirince hemencecik işyerlerine gelirlerdi. Meraklıların da uygun bir bahaneyle meraklarını giderirlerdi… Aslında şef iki arkadaşın sık sık kaybolma nedenlerini bilirdi de bilmezlikten gelirdi.
Şef sık sık içini çekerek “başınıza gelenler yetmedi mi” diye hayıflanır, başını sallayarak “çok zor, çok” derdi…
Eline bir bardak çay alarak iki arkadaşın yanına geldi… “Üşüyeceksiniz dedi, hava soğuk”… Önce Selami itiraz etti “Yav şef dedi, bu kadar sıcak bir gecede üşümenin lafı mı olur, baksana sıcaktan buharlaşıyoruz”… Şef, Selami’nin kendisine sitem ettiğini düşündü, “ne zaman isterseniz gündüz vardiyasına aldırırım sizi”…
Mola saati bitmişti. İşe başlama zili çaldı…
Selami arkadaşına “halüsinasyon görüyorsun galiba” dedi… “Baksana neredeyse kümedeki bütün yıldızları adlarıyla çağıracaksın. Bedrettin bu dünyadan göçeli yedi yüz sene oldu”.
“Sende mi halüsinasyon görüyorsun” dedi Selami’ye… “Spartaküs de öldürüleli iki bin beş yüz yıl oldu”.
“Benim gördüklerim gerçekti” dedi Selami… “Affedersin, ben miyop gözlerimle iki bin beş yüz yıl öncesini gördüğüme göre, senin yedi yüz yıl öncesini görmen gayet normal”…
Gözleriyle güldü Selami.
Yumruklarını sıktı arkadaşı…”Düşlerimiz de olmasa” dedi, arkasını getiremedi…