Nihilist

Sıradan bir günün akşamüstü telaşı… İşin bu ya… Hani para kazanmak zorundasın ya,  para da bu adamda ve sen bu adamın işini yapıyorsun ya… Bok herifin birisi… Görgüsüz, kaba, hantal ve aptal… Kendini, parasının ayrıcalıklı kıldığına inanan bu avul uvul zırtapozun,  aptallığını zekâ pırıltısı olarak sunan, kendince bu “çok önemli şahsiyetin” kendini methiyesini dinliyorum. Ya da dinlediğimi sanıyor…

Bir restorandayız… Şık ve alımlı bir genç kadın servis yapıyor… Güler yüzüyle  “buyurun efendim” diyor…

“Şöyle yağlısından Adana, bir buçuk haaa, acılı şalgamı da unutma” derken kasılıyor.

Garsona işaret ediyorum, “beyefendiye bir duble de viski diyorum, iyisinden”. Velinimetim duymuyor “ne dedin” diyor. İyisinden bir duble de viski söyledim sana. Yağlı Adana kebapla iyi gider… Tereddütlü gözüme bakıyor “içkili bir yere benzemiyor diyor”.

Garson kız makarayı çaktı. “Maalesef efendim diyor, restoranımızda içki servisi yok”. Keşke olsaydı diyorum içimden, bu başa bu tarak yakışırdı. Garson kız şef garsonla bir şeyler konuşuyor, gözlerinin altından bizim masaya bakıyorlar. İkisi de gülümsüyor.

Benim siparişi soruyor.

“Ya sizin efendim” diyor.

Doğrusu açım. Velinimetimin görgüsüzlüğü ayrıcalık sanan davranışı çoktan doyurdu beni.

“Aç değilim, teşekkür ederim” diyorum. Garson kız nezaketle uzaklaşıyor.

Şef garson geliyor.  Mesleğinin duayenliğini konuştururcasına “efendim sizi yarın misafir etmek isteriz”…

Şef garsona da teşekkür ediyorum, işim var kalkmam gerek. Şef bir şey söylemeye yelteniyor ama çabuk vazgeçiyor. Muhtemelen baltayı taşa vuracağımdan çekinmiş olmalı,  beni başından savmanın rahatlığı ile bir “oh be“ çektiğini anlıyorum davranışından,  “nasıl isterseniz” diyor…

Bir süre oturup dışarıyı seyrediyorum. Akşamüstü trafiğinde, araçların arasında aheste aheste yürüyen bir kadın, eteğine asılan çocuğunu azarlıyor. Akşamüstü güneşi ışıklarını son kez caddeye düşürüyor, ağaç dallarının üst kısmı kendini sere serpe güneşe teslim etmiş, rüzgâr kundak bebesini sallar gibi usul usul dalları sallıyor. Ciyak ciyak sesleri arasında kuş sürüleri yer değiştiriyor.

Benim işveren ağzına tepeleme doldurduğu lokmalardan akan yağlar çenesine aşağı süzülürken kaşık havası kıvamında dudak şapırtısıyla “dur diyor, şunu bitireyim de de beraber gidelim” diyor. “İçimden bu yamuk herif tam bir hacıağa” diyorum, paranın ve görgüsüzlüğün ağası… Bana, gözüyle kadını işaret ediyor… Hani “bıçkın” havası… “O iş tamam”…

Aklımda annesinin eteğini çekiştiren çocuğun hırçınlığı… Muhtemelen restoranda yağlı kebap yiyenlerin çenelerine doğru akıttıkları yağdan kendi payına düşeni istiyordur.

“Çocuk diyorum, sere serpe kebap yiyenlerin lokmasına ağzı sulanarak bakanlarınız dünyanın her tarafında öylesine çok ki… Öylesine çoksunuz ki… Kiminizin açlıktan kaburgaları sayılırken kimileri lüks masalarda göbeklerini dayayacakları yer arıyorlar. Hırçınlaş be çocuk, hırçınlaş… Başka türlü olacağı yok bunun”

Kalkıyorum, “otur diyorum” velinimetime. birazdan gelirim.

Yan gözle bizim hacıağaya bakıyorum, farklı versiyonları geliyor gözümün önüne… Ruhum daraldı, bu zırıltıdan kurtulmalıyım. Daha önce aşina olduğum caddeye çıkıyorum, bildiğim bir cadde… Dalgın yürüyorum, kafamda bir sürü vesvese… Hani boşa koyuyorum dolmuyor, doluya koyuyorum almıyor dedikleri cinsten…

Cadde kenarındaki bahçemsi arsada top oynayan çocukların topu ayağıma geldi… Çocuklara toplarını verirken başımı yukarı kaldırmışım… Tepemdeki erik ağacı çiçeklerle donattığı dallarıyla gösteri şöleni sergiliyor… Usulca bir dalı kendime çektim, çiçeklerini kokladım, hafif serinletici bir koku… Günlerden şubat ayının onuncu günüydü.

Benim batıl inançlarım vardır. “Bizim tanrımız doğadır” diyen Kızılderili kabile şeflerinin bilgeliğindeki yüceliği kıt aklımla anlamaya çalışırım ama nerede ben de o felsefi derinlik, o sanatsal sezgi,  o zihinsel kapasite…

Ben Kızılderililerin yaşadığı dağlara hiç gitmedim ki… Ne nehirlerini bilirim, ne ovalarını… Ne de kuşlarla konuştukları doğanın dilini bilirim… Erik ağacının gaipten çıkıp gelmiş gibi ansızın çiçeklerini gözüme sokmasında bir hikmet yok mu sizce…Şayet öyleyse, dünyayla ilişkisini kesmiş gibi kös kös önüne bakıp yürümekten etrafından bi- haber olan beni çekip çeviren güç nedir?. O ana kadar bezginlik akan yüzümdeki gülümsemenin gülistana çevrilmesini, içimdeki  “dur bakalım, gün ola harman ola” umudunun ateşlenmesini kim nasıl açıklayacak ki…

Benim dudaklarımdan döküldüğünden, dilimle söylediğimden pek emin olmadığım, daha doğrusu bana ait olup olmadığını bile bilmediğim bir ses  “dur bakalım felek diyor, bize borcun var, ödemeden hiçbir yere kaçamayacaksın.  Bütün aşağılık kusmuklarını üzerimize boşalt,  tığ gibi gençliğimizi hücrelerde çürüt, mitralyözlerini üzerimize çevir, bedenlerimizi delik deşik et… Ant olsun pes etmeyeceğiz,  yaralarımızı sarıp yine karşına çıkacağız, senden alacaklıyız, mahşere kadar peşinde olacağız”…

“Bu ben miyim?”…  Sensin, ta kendisisin diyor, gülümsüyor dallardaki çiçekler… Biz emeksiz çiçek olmadık, dallarımızı kırdılar, kendi kendimizi yeniledik, kökümüze balta saldılar, kabuklarımızla sardık yaralarımızı, yeniden başladık, tomurcuklandık, kirlerimizden, paslarımızdan arındık,  havayı kokladık, etrafı kolaçan ettik… “Tam zamanı” deyip, pürü pak, lekesiz çiçeklerimizi salıverdik…  İçine çektiğin koku bizim arılığımızın, saflığımızın temizliğimizin kokusudur…

Ansızın, nedensiz ürperiyorum. Benim işveren hacıağa bu dalları görmemeli, çiçekleri saklamalıyım onun gözünden… Köyde büyüdüm ya hani, oradan biliyorum, fırsatını bulan öküzlerin saksıdaki çiçekleri saman diye yediklerini… Ya bu pis herif de yağlı kebap niyetine bu güzelim çiçekleri yemek için dalları kırarsa… Bir an onu öyle hayal ediyorum… Kebap lokmalarını boğazına indirdiği gibi indiriyor çiçekleri boğazına… Gülüyorum, birisi görüp de tuhaf tuhaf bana bakıp “deli midir nedir” diyecekler diye çekinerek gülüyorum. Hacıağaya değil, kendime gülüyorum…

Hava soğuk… İçimden “bir battaniye olsa şu çiçeklerin dibinde yatsam” diye geçiriyorum… “Peki, ama görenler ne der?”…Vazgeçip, arkama baka baka erik ağacından ayrılıyorum.

O yıl o erik ağacını bir daha görmedim. Meyveye durmuş olmalı… Seneye on Şubatta tekrar çiçeklerini açacaktır…

Bu yazının yazıldığı yılın Şubat ayındayım… On Şubat beynimde yer etti ya… Tam on şubatta erik ağaçları çiçek açacak… Dokuz şubat erken, On bir şubat geç… Tam On Şubat…

On şubatta, kenarında o erik ağacının çiçek açtığı caddeden geçtim. Erik ağacı yerindeydi, dallarına tünemiş birkaç kuştan başka bir şey yoktu. Ağacın çiçekli dallarını görmedim… Bu gün on Şubat, eeee?

Elimin tersiyle “hadi lan sende” dedim,  senden başka erik ağacı yok sanki… Yürüdüm gittim. Basbayağı küstüm işte… Bir erik ağacı sen değilsin ya… Sen olmazsan başkası, sanki sende olan dallar onlarda yok, senin çiçek açarsın da onlar açamaz…

Aradan kaç gün geçti… Merakımı yenemeyip yine gittim… Dallarda,  Allah için açan bir tek çiçek yok.

Sonraki bir gün günlük, işlerimi yaptığım kamu binasından aynı yorgun ruh haliyle çıktım. İlerideki kafede çay içip gideceğim, kimseyle konuşmak da canım istemiyor. Aheste aheste kafeye doğru yürüyorum… İş yaptığım kamu binasına komşu başka bir iş yerinin bahçesinin kıyısındaki erik ağacının dalları, genç kızın gelinliği gibi bembeyaz… Şaşkınlık mı, sevinç mi bilemiyorum… Avazım çıktığı kadar bağırmak geçti içimden… “Ya etraftakiler ne der”? İçimdeki coşkuyu bastırıp, erik ağacının çiçek açmasını herkes gibi olağan karşılar gözüküp, ağacın göründüğü bir masaya oturdum. Gözüm dallardaki çiçeklerde…

Etrafta selam verenleri bile görebilecek durumda değilim. “Bu gün ayın yirmisi, yirmi Şubat”… On günlük gecikme… Beni sınıyor sanki bu erik ağacı,  tepkimi ölçmeye çalışıyor… İyi de sen o caddenin kenarındaki ağaç değilsin ki, biz seninle yeni tanıştık… Sen niye On Şubatta değil de yirmi şubatta açtın çiçeklerini… Yok, yok, teşekkür ederim, iyi ki uzaktan el ettin bana, iyi ki bembeyaz çiçekli dallarının gösterdin.

Beynimde akşam izlediğim deprem haberleri, yıkıntılar, çaresizlik, ölüsünü dirisini arayanlar…

Cız etti içim…

Benim batıl inançlarım olduğunu söylemiştim zaten…On Şubat insanlığımızın kahrolduğu günün ertesi değil miydi?. Orada insanlar çaresizliğin,  çocuklar depremin enkazı altında ölürken ağaçlar çiçek mi açardı…

Nereden bileyim ki… Dedim ya bir çiçeğin nezaketini anlayacak zihinsel kapasite ben de ne arar…

Etiket(ler): , , , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.