Anadolu’nun kırsal kesiminde bilmem kaç yıl sosyolojik araştırmalar yapmıştı. Deneyimlerini, gözlemlerini makalelere dökmüş, televizyonlarda programlara çıkarılmış, yazılı ve görsel medyada ateş püskürüyordu… Ne tuhaftı şu kocaman kocaman adamların el kadar çocukların ense köklerine vurdukları tokattan aldıkları anlatılmaz haz… Ağlardı çocuklar; ürkekçe, ense köklerine bir tokat daha yemenin korkusuyla… Büyüklerinin yanında oyun oynamak ayıpmış, birbirlerine öyle çocukça şakalar yapmaları örf ve adetlerimizle bağdaşmazmış. Babalarının, Dedelerinin yaşındaki koca koca adamların önünde kaydırak oynamak, öyle terbiyesizce bağırıp çağırmak ne büyük terbiyesizlikmiş… Köyün birinde şahit oldum. Meymenetsiz herifin birisi ahırda atların terbiyesine soyunmuş seyis gibi çocukların terbiyeciliğine soyunmuş… Kimisi iğde kütüğüne belini vermiş, kimisi çeşmenin başındaki taşa sırtını dayamış, kimisi de suyu çekilmiş derenin kumuna boylu boyunca uzanmış ihtiyarlar terbiyeci başının çocukların ense köküne indirdiği tokadı kutsar gibi bu meymenetsiz herifi kutsuyorlardı…
Bilim adamı sosyoloğumuza televizyonun ekran camından karşılık verdim. Yok canım dedim, ne tuhaflığı, tuhaflık bunun neresinde… Çocukların tokatla terbiye edilmesi nasıl vazgeçilmez bir mirasımız ise, bu mirası çocuklar büyüyüp devlete karşı mırın kırın etmeye başladıkları zaman devlet devralır… Artık tokat devletin tokadıdır ve devletin tokadı da kutsaldır. Nasıl ananın babanın vurduğu yerde gül biterse devletin vurduğu yerde de rengârenk güller biter. Çocukların tokatla terbiye edilmesinin devlet terbiyesine bir hazırlık olduğunu bilmez misin bre bilim insanı, tuhaflık bunun neresinde… ? Tez/ anti tez ve sentezin eksiktir, umarım tamamlarsınız…
Yazan mı bilir, yaşayan mı? Böylesi çetrefil bir soruya cevap verecek bilgi birikimine sahip olmadığımı itiraf edeyim. Ben yaşadıklarımı bilirim, kem küm etmeden, retorik kaygısı taşımadan alelade konuşmayı bilirim.
Her ne kadar dilimize sürülen acı biber sosuyla karışık terbiye edilme adetlerimiz, geleneklerimizin demirbaşıysa da geceleri yatağa işememiz, gördüğümüz rüyadan çığlık çığlığa kan ter içinde uyanmamız “vaka-i adiyeden” sayılsa da çocuk dediğin böyle büyürdü, anasına babasına saygılı, büyüklerine karşı itaatli, onların karşısında ağzı var dili yok heykeller gibi suskun… Heykeller konuşmazdı ki biz çocukların da büyüklerimizin yanında konuşmaları, gülmeleri ne kadar ayıptı…
O meymenetsiz herifin tokadının kar etmediği bir çocukluk arkadaşım vardı. Pestili çıkıncaya kadar dayak yemesine aldırış bile etmez, kirpi gibi kapanır, gıkı bile çıkmazdı… Onu tekme tokat dövmekten, yerlerde sürümekten meymenetsiz herif de bıkmış, illallah demişti. Yok, canım bu çocuk adam olmayacaktı, ana baba terbiyesi mi görmüştü sanki. Şunun şurasında kimin kunnadığı kimin piçiydi… Hem dayak yiyip, hem de arsız arsız gülmesine ne demeli…
Terbiyecimiz hepimize küfrederek ve kükreyerek üstümüze geliyor, işin içinde dayak var, sıvışmak gerek… Birbirimizi tepeleyerek bir kişinin ancak yan yan yürüyebildiği sokaktan kaçmaya başladık. O, kaçmazdı… Dedim ya kirpi gibi kıvrılırdı… Tekme tokat Allah ne verdiyse… Terbiyeci başımız terden sırılsıklam oldu, arkadaşımız yerinden kımıldayamıyor bile… İhtiyarlardan biri terbiyecimize bastonunu uzattı, “ al al dedi, kemiklerini kır”… O arkadaşımız hepimiz adına dayak yerken biz kaçmanın yollarını arardık, hepimiz adına dayağı o yer, hiç kimseye de sitem etmezdi…
Övünmek gibi olmasın iyi koşarım, mübalağasız gökte uçan kuşla yarışırım. Çam devrildi ya da çelik çomak oyunlarında oyun takımlarının beni kendi takımlarına almak için kavgaya varan tartışmaları boşuna değildi… Utandım kaçışlarımızdan, korkularımızdan, o arkadaşımızı dayağın önüne tek başına sürmemizden… O gün kaçmadım, yüzüme yediğim tokat gözlerimden yıldızlar uçurdu, hiç sesimi çıkarmadım… Arkadaşlarımın kaçıştığı yere de gitmedim… Akşamüstüydü, komşumuzun camızları yaylımdan gelirken peltemsi okka gibi dışkılarını peş peşe bırakmışlardı… Dışkının birini elime aldım, kokuyor, bayağı hayvan dışkısı kokuyor… Terbiyecimiz dizlerinin üstüne çömelmiş, vaveyla okuyor… Yokuşun başından köy meydanını izliyorum… Arkadaşımız hala ayağa kalkamamış… Dışkı dolu ellerimi arkamdan bağlayarak yanaştım, hepsinin arkası bana dönük, beni görmüyorlar… Ense köküne yaklaştım, elimdeki dışkıyla ağzına yüzüne sıvamamla kirişi kırmam bir oldu… Eli sopalı ya… Neye uğradığını şaşırdı, ihtiyarlar gülme krizine girdi… Hava kararıncaya kadar eve gitmedim. Evin yolunda beni bekler diye bahçe duvarından atlayarak girdim eve. Yanılmamışım, evin sokağında beni bekliyormuş, duvardan atlayıp eve girdiğimi görmüş. Günler öncesinden babamın bu adama diş bilediğini anama söylerken duydum… “Bu pezevenk elimde kalacak”…
Dış kapıdan babamı çağırdı… Anam “ elini belaya koyma” der gibi endişeyle babamın acele acele kalkıp dışarı çıkmasına ses etmedi. Babamı merdivenlerden inerken görür görmez “ oğluna terbiye ver dedi, sonra karışmam”… Babam gayet sakin “ hayrola komşu dedi, benim oğlanı karıyın üstünde mi tuttun yoksa, valla bu gün küçük ama yarın ne olur bilemem” dedi… Babamın eline geçirdiği meşe sopasının muhtemel “gevşetici” tadı pek hoşuna gitmemiş olmalı ki ne sesi çıktı, ne soluğu…
O arkadaşım birkaç gün kalkamamış, evlerine gittim, yine gülümsüyordu… Nasıl la dedi, camız bokunu ağzına mı tıktın”…
Bu arkadaşımla yıllar önce ayrılan yollarımız yıllar sonra yine kesişti. Daha doğrusu büyük bir şehre çalışmaya gelmişti, arayarak buldum… Kucaklaşıp hasret giderdik, hal hatır sorduk. Fırtınalı günlerdi… Hava kalın sis tabakasıyla kaplı, göz gözü görmüyor… Doğuşunu beklediğimiz güneş kat kat, üst üste binmiş bulutların arasından sıyrılıp bize bir türlü göz kırpmıyor. Ayine durmuş müminler gibi katıksız inancımızla güneşin ışığını, aydınlığını, sıcaklığını bekliyoruz… Vakitlerin birinde geleceğine mutlak inandığımız güneş, ışığıyla aydınlatacak, sıcağı ile yüzümüzü güldürecekti… Bencillik edemezdik, sadece ülkemizi değil, bütün yeryüzünün yoksul insanlarını ısıtacak, bütün evreni aydınlatacaktı. Lakin güneş yüzünü bir türlü göstermedi bize… Biz yeryüzünde tutsaktık, güneş gökyüzünde…
Cezaevi, araya yine uzun kopuş mesafeleri sokmuştu. Uzun yıllar birbirimizi görmeyeli… Yaşadığım şehirde buldu beni. İkimizin de yaşı kemale ermişti… Artık o durduğumuz yerde duramayan iki arkadaş değildik. Onun deli fişekliği yerini sakin bir insan görünümüne bırakmıştı. Birbirimizin hassas yanlarını bilirdik, dokunmazdık, basmadık o yaraların üstüne… En iyi başardığımız şey o günlere ilişkin dilimizin ucuna gelen sözcükleri yutmaktı. Nereden nereye gelmiştik, ne olmuştu bize de üzerimizdeki ölü toprağını silkip atamamıştık, bunun adı ölüme teslim olmak mıydı?…
“O meymenetsiz terbiyeci başının dayaklarını çabuk atlattık da dedi, devletin terbiye sopası belimizi kırdı”.
Gece geç vakitti. Dolaşmaktan yorulmuştuk, geçtiğimiz parkın içinden önümüze çıkan çay ocağının taburelerine çöktük, park kadınlı erkekli cıvıl cıvıl… “ iki demli çay”…
Genç bir kadın… Parkın loş bir köşesinde arkasındaki İki küçük çocuğu perdeliyor… Dikkatimi çekti… O değilden davranarak kadının iki küçük çocuğu niye perdelediğini merak ediyorum… Arkadaşımın ardımdan geldiğinden habersizim. Benim gördüğümü o da gördü… Çocuklar, parkın kenarına atılmış atık ekmek, sebze meyve parçalarını topluyorlar… Kadın bizi gördü, paniğe kapıldı… Utanmış incinmişti… Hızla çocukların elinden tutarak uzaklaştı. Çocukların topladığı sebze meyve parçalarının bir kısmı yere saçılmıştı.
Arkadaşım, ağzına biriktirdiği okkalı bir tükürüğü hızla tükürüp, üzerini ayağıyla ezdi… Parktakiler göz ucuyla bize bakıyorlardı, ne tuhaf adamlar dediklerini duyduk… Parktan sessizce ayrıldık.
İkimizin de sesi soluğu kesilmişti… Bir süre hiç konuşmadan yürüdük. Sessizliği bozan o olmuştu… “Bir kadın çocuklarına ekmek kırıntısı toplatıyor, diğer kadın çocuklarıyla şen şakrak eğleniyor… Bunların ikisi de kadın, ikisi de çocuk… Ne tuhaf bir dünya, ne tuhaf adamlar” dedi.
Gözüme baktı, yere tükürmesine çıkışacağımı düşünmüş olmalı… “Tükürdüğüm toprak değildi dedi, o kadınla çocukları adına, soluksuz bırakılan büyük insanlık adına kendi yüzüme tükürdüm”…