Son güzün başlamasıyla kış bastırıverirdi. Kar yolları kapar, su buz kesilirdi. Güneş Mayısta yüzünü gösterip şöyle dışarı çıkılır hale gelmeden suların buzları çözülmezdi. Yaz mevsimi mi… Onun da olup olacağı üç ay, gerisi yine kış. Çocukları, öğretmenlerinin verdiği ödevi ezberlerken dört mevsimi sayarlardı da her halde bu dört mevsim başka yerlerde yaşanırdı. Buraların mevsimi ikiydi; dokuz ayı kış, üçü ayı yaz. Buralarda bahar yoktu ki toprak kendini rengârenk çiçeklerle donatsın. Güz yoktu ki sararmış yapraklar dallarını terk etsin. Hani hiç olmaz da değildi de yalap şalap şöyle bir görünüverirler, bir de bakmışsın gece yarısı yağan kar dalları işgal etmiş, yaprakları da esir almıştı. Kızı “Anne” demişti “öğretmenimiz güz hüzün ayıdır diyor” demişti de kadın içinden söylenmişti. “Hangi ayımız hüzün ayı değil ki demişti, hayatımız gibi”…Yine de şükürdü, Allah bir kapıyı kapayınca ötekini açar, kullarını çaresiz bırakmazdı. Ne yapsınlardı yani, ölecek halleri yoktu ya… Bucaklık kap kacak doluydu, ev horantasının kimi leğeni, kimisi ilistiri kucaklar, kazana kar çekerlerdi. İsli ocakta kös kös yanan tezeklerin üzerindeki koca kazan karı eritir, içi su dolardı. Leğenlere, testilere doldurulan su; aşa, bulaşığa bir hafta yeterdi. Zaten çamaşır, yunak işi ayrı bir merasime tabiydi. Kardan su elde etme işi ayda bir yapılırdı. Asbaplar yunur, çoluk çocuk çimerdi. Yazı kısa olan insan ömürleri vardır; uzunca yaşamlarında hatırlananlar, övünçleri, coşkuları ömürlerinin bu mevsimine sıkışıverir, bütün hayatın anlamını içinde taşırdı. Buraların yazı da öyleydi; kısaydı kısa olmasına ama Allah’ın işine de karışılmazdı ki… Takdiri ilahi… Hikmetinden sual olunmazdı, yüce yaratan öyle buyurmuştu, kulun ne haddineydi yazgıyı değiştirmek… Neme lazım, yine de bu daracık dünyada hayatlarından öyle yana yakıla şikâyetçi değillerdi, yavan yaşık, bulgur bulamaç yiyip şükrederlerdi. Allah’ın bugününe şükürler olsundu da insan hali bu, hastalık, sökellik şu zaman geliyorum demezdi ki… Saati yoktu, günü belli değildi, kar sıralı aşılmaz dağlar gibi kapatırdı yolları, insanın yürüyemediği cılga yollardan motorla araçlar nasıl geçsindi. Yazın, hastalanan kişi bir battaniyeye sarılır, geçgereye yatırılır, kâh elde, kâh omuzda konu komşunun yardımıyla şifa bulmaya götürülürdü. Kışın o dereler adamı yutardı, suyun soğuğundan insan donardı… Geçilmezdi meret bir türlü. Yaz bitip kırağılar yeşil çimenlerin üstünü bembeyaz kapladığında herkes içinden kışın hasta olmamaları için bildikleri bütün duaları okurlardı.
Kızları, kasabadaki akrabalarının yanında ortaokula gidiyordu. Yazın köylerine gelirdi. Tarla, bağ, mal, maşat aileye yardım ederken o okullu kız giyimi kuşamıyla, dili ve şivesiyle tipik bir Kürt kızı olup çıkardı. O yaz, giyiminden, kuşamından, konuştukları dilden şehirli olduklarından kuşku duyulmayan kızlı erkekli gruplar kendilerini ziyaret etmişler, kızlarıyla tanışmışlardı. Kızlarının ortaokulda okuduğunu söylediler. Gelenlerin hepsinin gözleri parlamıştı. Kız, üniversite okuyacak, doktor olacaktı. Kışın çetin, yazın yoksul yaşamı bir ur gibi yapışmıştı yakalarına… Düşmez Allah düşmez. Fakirlik soykası yazın yapıştığı yakalarını kışın bırakır mıydı sanki… Kışın hayat daha bir çetindi. Doktor para isterdi, eczacı ilaçları parasız vermezdi ki… Elde yok, avuçta yoktu. İşte bunun için kız doktor olacaktı, kışın köyden ayrılmayacaktı. Çevrede köyler yakındı. Hastalarını at üstünde, katır üstünde rahatlıkla getirirler, tedavisini yapar, maaşından da iğne ilaç paralarını kendisi öderdi. Gelen ablalardan biri bir heyecanla kızı kucakladı, başını göğsüne bastırdı… Öylece kala kaldı… Abla gözyaşlarını saklamayı başaramadı, kadının gözünden kaçmadı. Abla titrek bir sesle “Bir gün bu yoksulluğunuz bitecek” dedi, lafının gerisini getiremedi, boğazı düğümlendi. Ne güzel bir kızdı şu abla… Ne tadar alçak gönüllüydü… Upuzun sarı saçları yanaklarının iki yanında benekler oluşturan çilli yüzüne ne de çok yakışmıştı… Kadın içinden “melek gibi” dedi. Ne iş yaparsınız dedi kadın gelen gruba. Grup adına kız; ”Devrimciyiz” dedi. Hani, öğretmenliği, baytarlığı, doktoru, eczacıyı duymuştu da, Devrimciliği hiç duymamıştı. “Ya, öyle mi?” demekle yetindi. “Devrimciler ne iş yapar?” diye sormaya utandı. Grubun sarışını kız, anneden kızının okuması için söz aldı. Kendisi de arkadaşları da kızının bütün ihtiyaçlarını karşılayacaklarına dair söz aldı. İkinci gelişlerinde hatırı sayılır giysiler getirdiler; sanki kızın ölçüsüne göre yapılmıştı her biri, cuk diye oturdu üzerine…
O kış yine her zamanki gibi geçmişti. Güneşin şöyle bir iki saatliğine de olsa sıcağını hissettirdiği o bahar çamur çaylak yolları arşınlayarak yeniden geldiler… Hoşgeldinler, sarmaş dolaş olmalar… Hasret giderdiler. Getirdikleri çayı demleyip çay içtiler; keçi peynirinin üstüne… Kızı aradı gözleri. Anne, “okulda” dedi, “bir ay sonra gelir…” Grubun erkekleri sorulmadıkça lafa karışmazlar, sessizce oturup sarışın kızla annenin sohbetini dinlerlerdi. Sarışın kız, “tekrar geleceğiz, bu yaz buralarda biraz işimiz var, kızına selamımızı söyle” deyip çıkmak için kapıya yöneldiler. Grubun arkasında kalan kız annenin eline para sıkıştırdı “kızının harçlığı” dedi, “söz vermiştik…”
Karlar erimeye, patika yollar yürünebilir hale gelmeye başlamıştı. Arkada bir arabanın homurtusu duyuldu, pek aşina olmadıkları bir homurtu. Arabanın içinden inen birkaç kişi yıldırım hızıyla eve daldılar. Kız ve annesi evde, baba ahırdaydı. Sesleri gök gürültüsü gibiydi, korkutucu, iç bunaltıcı, tehdit edici… “Yat, yat, yat… Çabuk, çabuk… ellerini başının üstüne koy, çabuk dedim sana”…Diğer bir kişi yaka paça, ite kaka babayı getirip itti… Yattılar upuzun…
Sesi kadınımsı olan ince cırtlak, öfke dolu bir sesle lafı uzatmadı. “Neredeler?”… İlk dipçik, yüzükoyun yatan babanın sırtına indi… Anne, kızı tepiklediler… Ev köşe bucak en ücra yerlerine kadar, çuvallar, çömlekler arandı. Homurtulu sesler çıkararak çıkıp gittiler…
O yaz, kızgın akan derenin üstüne köprü yapıldı. Komşu köylerden görenler olmuştu, hatta birkaç köylü köprü yapımına yardım etmiş, çalışmıştı. Köprüden sonra hayat güllük gülistanlık değildi ama dere rahatlıkla geçilir olmuştu. Söylentiye göre köprüyü Üniversiteli kızlı erkekli bir grup yapmıştı, köprünün ahşap, demir, çimento paralarını ceplerinden ödedikleri gibi kendileri de paçaları sıvayıp amelelik yapmışlardı.
Söz verdikleri halde köye gelmemişlerdi. Anne sitemle “senin abla bizi unuttu” dedi, “sen öyle san” der gibi gözünün altından annesine baktı kız. Üç yıl sonra ancak gelebilmişlerdi. Grubun bazı üyeleri yeniydi. Yeniden kucaklaşmalar, hasret gidermeler, hoş geldinizler… Sarışın kız yine grubun başındaydı, gözleri kızı aradı. Yine elleri dolu gelmişlerdi, giysiler, kitaplar…
Annenin gözleri yerden kalkmıyordu. “Bize kırgın galiba” diye geçirdi içinden anne… Tutuklanmışlardı, “hapisteydik” demedi. Kızı sordu, okulunu sordu, şimdi liseyi bitirmiş olmalıydı, üniversiteye hazırlık için bir çanta dolusu kitapla gelmişlerdi. Baba “evlendirdik” dedi… Sertçe karşılık verdi sarışın kız “Ne diyorsunuz, okuyup doktor olacaktı”… Gücümüz yetmedi dedi anne, elde yok. Avuçta yok, nasıl okutabilirdik ki dedi. Bütün grubun morali alt üst olmuştu. Gerisini anne baba birinin eksiğini diğeri tamamlayarak anlattı. Kocası muhasebeciymiş devlette, devletin kayıtlarını tutuyormuş. Tozdan topraktan kurtulmuş, kendilerinin çektiği yoksulluğu kızları çekmeyecekmiş. Baba “damat iyi adam” dedi, efendi birisi.
Birkaç kez köye gelmişlerdi, altlarında araba… Rahat, konforlu… Bir de çocukları olmuş… Komşulardan bir kaçı değişik zamanlarda babaya “Ya hasan ağa demişlerdi, senin damat kasabada ayakkabı boyacılığı yapıyor, sen muhasebeci demiştin ya”..
Bir diğeri hemen itiraz etmişti, yok canım demişti, kel Mehmet’le beraber gözümüzle gördük, kasabanın kahvelerini dolaşıp simit satıyor, hatta birer simit de biz aldık…
Bir başka gün Komşuları Ayşe kadın anneye “yavrum” dedi, “senin damat okulu bitirmedi mi, üniversiteye oğlanı görmeye gittik, senin damadı öğrenci olarak gördük.”
Kalıpçı Mehmet çaldı kapılarını bir akşam geç vakit… “Lisede okuyan oğlu filanca dersten zayıfmış, öğretmeni senin damat, konuştum, çocuğun zayıf olduğunu söyledi, hani bir konuşsan”…
Anne, kızına damadı hakkında konu komşunun söylediklerini açtı; ”kızım dedi kocan ne iş yapıyor”… Ana dedi kız “ size ne söylediyse bana da onu söylüyor, muhasebeciymiş, devletin kayıtlarını tutuyormuş”… La havle çekti anne, “kocasının ne iş yaptığını bilmeyen karı” dedi.
O yaz yine karı koca köye ziyarete geldiler. Damat cebinden kızlı erkekli birkaç fotoğraf çıkardı “bu anarşist orospu çocuklarının, geçen sene sizin köye geldikleri söyleniyor, ben ihtimal vermiyorum ama zaten hepsinin hakkından gelindi”…
Kadın fotoğraftan bir türlü gözlerini alamadı, onlardı, o sarışın “melek gibi” kız, şu sessiz kıvırcık oğlan, şu…. Ansızın geri çekildi… Yok dedi, tanımıyorum, bizim köye gelmişlerse bile biz görmedik, bize gelen giden olmadı… Çocuğun ağlama sesi duyuldu, anne öbür odaya gidip torununu kucağına aldı, tekrar oturdukları odaya geldi. Damat bu kez cebinden bir gazete parçası çıkardı. Bir kaç kişinin bedeni delik deşik edilmiş, cesetlerinin fotoğraflarını gösterdi. “Hepsinin hakkından gelindi” dedi…
Kadının kolları çözüldü, çocuk kucağından düştü… Nefes alamıyordu, hırıltılı sesler çıkarmaya başladı… Kızı yetişti, annesinin ağzından nefes verdi, ıslak bezle yüzünü sildi… Kadın kendine gelir gibi oldu. Yarı duyulur bir sesle yavaşça “bu fotoğraflar sen de ne arıyor, nereden aldın” dedi. Kızın içeri odada ağlamaktan gözleri şişmiş, belli etmemek için oturdukları odaya girmemişti. Gözü gazetedeki fotoğrafa takıldı, yan tarafa yatmış başı arkaya doğru, gözleri açık ceset ablasının cesediydi. Kocası bu gazetedeki cesetlerin fotoğraflarını daha önce kendisine göstermemişti. Kollarında tuttuğu annesinin başını bırakıp ayağa kalkarken sesinin avazından ve yumruk yapılmış iki eliyle göğsüne indirdiği darbenin şiddetinden devrim köprüsünün korkulukları sarsıldı, sular kabardı, ağaçlara tüneyen kuşlar dalları terk etti.
Kadın, hınçla büzülmüş dudaklarıyla sözcüğün altını kalın kırmızı kalemle bastırarak çizer gibi tane tane konuşarak ve her bir sözcüğe olağan üstü anlamlar yükleyerek “hak mizan terazisi kurulur bir gün” dedi.