Rüzgârlı Tepeler

İşte böyle bir şeydi hayat… Doğarken çıplak ve yalnız doğardın, ölürken iki metre kefen beze sarılır yalnız defnedilirdin. Yalnızca musalla taşında “merhumu nasıl bilirdiniz” sorusuna cenaze cemaati usulen de olsa “iyi bilirdik, mekânı cennet olsun” derlerdi. Gerçekten iyi miydik ya da gerçekten iyi mi bilinirdik… Mesela üç kuruşluk dünya malı için bütün hınç, öfke ve kinimizle tilkinin duvarı aşıp kümese daldığı gibi bütün hatırı, gönülü yıkıp kırmızı görmüş azgın boğalar gibi birilerinin boğazına mı sarılırdık… Hele ki gözümüze kestirdiğimiz av bizden zayıf, arkası önü olmayan çaresiz biriyse… Hay şu ömür boyu bitmez tükenmez sahtekârlık mirasını bize bırakanlardan Allah razı olsun… Geçin efendiler şu “iyi bilirdik” riyakârlıklarını desem de çenemi boşa yoracağımı bilmez miyim? Bilmem mi bu safça dileğime kıs kıs güleceğinizi… Böylesi bir mirastan kim vazgeçer ki… Amentü eşliğinde ölenin mekânının cennet olmasını ağdalı, genizden gelen davudi sesiyle, birazda etrafına duyurma niyetiyle yüksek sesle dileyenler, merhumun yaşadığı hayatı cehenneme çevirenlerden başka kim olabilirdi ki… Zavallı merhum, yaşamın boyunca toprak üstünde bulamadığın rahatlığı şimdi toprak altında buldun işte… Artık kimseden ne bir şey umacak, ne bir şey bekleyecek durumda değilsin… Filanca sana tepeden mi bakardı, falanca seni küçümser, el âlemin içinde küçük mü düşürürdü, birisi çıplaklığınla, boğazının ak ayran görmemişliği ile alay mı ederdi… Artık bunların hiç birisini görmeyecek, duymayacaksın… Kimseden bir şey umup beklemeyeceksin, kimsenin seni kırmaya gücü yetmeyecek, kırgın da olmayacaksın, kızgında… Açıkçası, sen öldükten sonra sana her kim ne yaşatmışsa sikinde bile olmayacak… Hayat senin mi ananı sikti, sen mi hayatın amına koydun, meçhul… Hem bir önemi de kalmadı artık bunu düşünmenin…

On dakikalık merasimin ardından camiye çıkılan dik yokuştan aşağı inan cemaat rahmetlinin yaşadığı, nefes aldığı hayata ilişkin arkasının nasıl geleceğini gayet iyi bildiği ilk lafı ortaya atar, geri çekiliverir. Cenaze töreninde yapmacık hüzünleriyle merhumu iyi bilenler, kokmuş leşe hücum eden sırtlanlar gibi dişlerini göstermeye başlarlar, her birisi bir parçasına dişlerini gömer, ağızlarına layık lokmalar gibi parça parça ederlerdi… “Sümsüğün biriydi… Ondan adam olursa bizim damdaki eşekten de vezir olur… Ne olacak, kimin dölü kimin kunnadığı… Karısına sahip çıkmayan birinden adam mı olur, çekip vursaydı da “biz de aferin deseydik”… Ne diyeceksin, tanrının bile adam yerine koymadığını kulları mı adam yerine koyardı… Yoksulluk ondaydı, cahillik ondaydı, gece çalı dikenlerinden bile korkardı… Birisi “heyyyt” dese ödü patlardı…

Çocuktum… Benim dedem ağaydı, sürüler bizdeydi, tüfekler bizdeydi, zenginlik, mal mülk bizdeydi… Dedemin karşısında sayısını bilmediğimiz avratları kadar itaatkâr, köy meydanında fakir fukaraya göz açtırmayacak kadar efeydiler… Söylemesi ayıptır, babamın teşvikiyle el âlemin içinde ben bu kâinat delikanlıların avratlarına söverdim de bunlar memnuniyetlerini gülümseyerek gösterirlerdi.

Hala çocuk sayılırdım ama yaşım bu işleri anlayacak kadar vardı. Bizim köyün en garibanıydı Çulsuz Ali. İki çıplağın bir hamama yakışacağı, kendisi gibi fakir, kimsesiz birisini kaçırdı. Köy yeri burası, milletin ağzında çulsuz Alinin kız kaçırması… Tipi de çok matah sayılmayacak, dili tipinden beter birisi, çulsuz Alinin ahırdan bozma evine doğru huşu içinde bağırıyor… “Çulsuz Aliii, sen onu beceremezsin”… Ahali bu şenliğe gülmekten neredeyse kırılıyor… Hahahaha, hihihihi… “Len çulsuuuzzz, len çulsuzzz, len sen o kızı beceremezsiiinnn”… Hani o işlere aklım yetecek yaştayım ya… Bu tipi ve dili bozuk efeye adını söyleyerek avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, “Len Ahmeeettt… Len Ahmeettt…  Seninkini getir, onda denesin, senin avratta denesin, sen de avradının başını tuuuttt, amına koyduğumun pezevengiiii…”. Hani yiğitlik atla olurdu, silahla olurdu, malla, mülkle olurdu ya… Eeee, tamam işte dedemde hepsi vardı, benden daha yiğit kim olacaktı ki… Çulsuz Alinin kapısız avlusundan girdim, bağırdığımı duymuş “Gel, emmin kurban olsun” dedi. Eşi, bulgur pilavını yufka ekmeğin içine katarak dürüm yaptı, ayran yoktu… Çulsuz Ali ayranı nereden bulacaktı ki, inek yoktu, davar yoktu, mal yoktu, maşat yoktu… Dedemin kapısına dayanıp da “bir köyün hakkını sen zapt ettin, ver bakalım bana düşeni“ diyecek cesaret de yoktu…  Ağzımdaki lokmayı ıslatacak ortalık pınarın suyunu bakır maşrapa içinde sessizce yanıma bıraktı… Ali emmimi severdim ben… Maharetli biriydi… Bahar gelince söğüt kabuğundan en iyi mızıkayı Ali emmim yapardı, sesi de kendisi gibi yalnız ve yanıktı, uzun hava çekişi insanın yüreğini burkardı…

Ali emmim öldü kurtuldu… Cenazesinde “iyi bilirdik dedi cemaat, yaşarken bir dilim ekmeğine göz dikenler, ölünce cömertçe “mekânı cennet olsun” dileklerini de esirgemediler”.  Anama çocuklarının ne olduğunu sordum. “Yavrum dedi, fakirin çocuğu da leyleğin yuvadan attığı civciv gibidir, ya kurt kapar, ya akbabalar parçalar, başlarını alıp köyü terk ettiler, kimse nereye gittiğini bilmiyor”.

Ali emmim bir güz günü öldü… Rüzgâr sert esiyordu. Benim böyle bir huyum vardır işte, huy bu elimde değil ki… Yalnız kalmak için epeyce yüksek olan Göktepe’ye çıktım, elime geçirdiğim taşları köye fırlattım, avazım çıktığı kadar bağırdım, küfrettim, hıçkıra hıçkıra ağladım… Rüzgâr sert esiyordu, üşüdüğümü fark etmedim… Eve gelince anam “gâvurun piçi dedi, yine kiminle kavga ettin, benzin sapsarı kesilmiş”… Anam biriyle kavga ettiğim zaman beni azarlardı, ben de çemkirirdim anama, o gün hiçbir şey söylemedim, çemkirmedim, sessizce odaya girdim. Sedirin üstünde uyuya kalmışım.  Gece ateşim çıktı, sultan karı gelip başımda dua okudu.

İnsan bebek doğar çocuk olur, bunu anlarım da neden çocuk kalmaz ki… Niye büyürüz ki… Mesela ben şimdi Çulsuz Ali Emmiyi adam yerine koymayanlara eskisi gibi niye “avratlarınızı becereyim” diyemem ki… Bunu avazım çıktığı kadar bağırmaktan neden kendi elimle kendimi alıkoyarım ki… Hem de en gerekli olduğu bu zamanda… Keşke çocuk kalsaydım, keşke çocuk korkusuzluğumla ben ağlayıncaya kadar korkuyu ağlatsaydım…

Bu kusurum elbette bağışlanacak gibi değil… Şeytana uyup büyüdüm bir kere… O ağız dolusu küfürleri savururken bana mısın demeyen manda gönü gibi kalın yüreğim şimdi kendi kendini yiyor, inceldi, en ufak bir şeyi bile kaldırmaya takati kalmadı… Küfür etmeye bile korkuyorum artık.

Yazgı işte… Delikanlı çağıma geldiğimde yalnızca bizim köyde olduğunu sandığım çulsuz Alilerin meğer bütün ülkeye yayılmış, öteye beriye dağılmış karınca sürüleri gibi çok olduğunu gördüm. Uzaktaydılar, ben duymuyordum ama o köylerde, şehirlerde, kasabalarda da, çaresiz, aç, yoksul bırakılmış, sessiz çulsuz Alilerin ekmeğini elinden alanlara fısıltıyla  “Allah belalarını versin, Allaha havale ediyorum” beddualarında da bir hayır vardı ama pek işe yaradığı da söylenemezdi. Çulsuz Alilerin yaşadığı yörelerden esen rüzgârlar “yüksek sesle küfür edilmesinin kaçınılmaz” olduğunu düşünenlerin seslerini birbirlerine iletti, birbirlerinin seslerini duydular. Garptan şarka, mağripten maşruka yola çıkıldı. Yalın yapıldakdık, parasız pulsuz… Meğer ben sadece kendimin sanırken bu yolcuların tümünün de yüreği iki büklüm olmuş, patladı patlayacak… Yürüdüğümüz yolun her toz zerresi arkeolojik bir kıymetti… Kimler aynı yola düşmemiş de kimler bu yolun bir sapağında haramilerin kılıçlarından geçirilmemiş ki… Serezli Bedrettini mi dersin, Torlak Kemali mi sayarsın, Börklüceyi nereye koyarsın… Hepimiz biliyorduk, hepimiz bildiğimizi bir tek kelimeyle bile olsa birbirimize söylemiyorduk.

Anam “Yavrum demişti, atın yiğidi donundan, insanın yiğidi kanından” belli olur… Yamyamların insan eti yiyen yuvalarını dağıtacaktık, yüksek beyaz taşların üzerine çıkıp Çulsuz Alilere avazımız çıktığı kadar bağıracaktık, “hepiniz bura tarafa geliiinn, hepiniz bu tarafa geliiinnn…”. Karıncaların fillere saldırması gibi saldıracaktık yedi başlı ejderhaların yuvalarına… Ejderhalar tarafından yutulmamız hesaba dahildi.

Bir yaz günüydü… Hava sıcak… Yolun bir dönemecine doğru gece yarısı bir arkadaşımla yola çıktık. Gökyüzünde süt beyazlığında ay vardı… On, on beş dakika anamı ziyaret edip ejderhaların tuzağına düşmeden yola revan olacaktık. Köy yolunda yürürken karşımdaki Gök tepenin bana el salladığını gördüm. Arkadaşımla Çulsuz Ali emminin evinin önünden geçecektik, yufka ekmeğe sarılı bulgur pilavı yiyecektik. Göktepe’de rüzgârlar sert eserdi. Benimle bağıra çağıra küfür etmek için O da Göktepe’ye gelirdi, o zaman üşümezdim. Şimdi Üşüdüm, bir titreme tuttu beni..

Çenem titreyerek Göktepe’yi gösterdim arkadaşıma. Kayalıkların üzerinde bana sesleneceğini düşündüğüm Çulsuz Ali emmiyi arkadaşıma gösterecektim. Yoktu, göremedim, buna çok alındım, üzüldüm. Ben seni seviyordum Ali emmi, sen benim çulsuz emmimsin..

Neyin var dedi arkadaşım.

Rüzgârlar çok sert esiyor, üşüyorum dedim. Gözüme baktı, bir anlam veremedi.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.