Şeyler

Ayağını kaldırım taşlarına sürüyerek yürüdüğün o Ağustos ayının aysız gecesinde beyninde hangi fırtınalar esiyordu, hangi deryaların korsanıydın, hangi uçsuz bucaksız denizlerin derinliklerinde sana merhaba diyerek gülümseyen bir damlanın hayaliyle kendinden geçiyordun a benim acemi korsanım, a benim acemi oğlum, canımın ötesinde canım olan kardeşim.

Düşünüyorum da nasıl da asık suratlıydın, yanına yanaşmak ferman, seninle iki çift laf edebilmek derman, senin söylediklerini aksini söylemek mangal gibi yürek isterdi de sanki öyle görünmeyi bir görev edinmiştin… “Sert adam” olmak için kendini çok mu zorluyordun a benim yufka yüreklim, a benim gani gönüllü dervişim… Ben dâhil, niçin hiç kimsenin aklına gelmemişti ki, seni bir bıçakla yarsalardı, içine baksalardı, beynine, yüreğine baksalardı, kılcal damarlarına kadar kesip biçselerdi görüntüsünü verdiğin fotoğrafla, fotoğrafın arabını karşılaştırsalardı nasıl şaşar kalırlardı, nasıl elleri ayaklarına dolaşırdı bir düşünsene. Hangisi gerçek sen olurdun, görüntüsünü verdiğin “sert adam” mı, o sertliğin altında yatan yufka yürekli, kadife yumuşaklığındaki adam mı? Niçin kimsenin aklına bu operasyonu yapmak gelmedi, niçin hep görüntüye inandık da o görüntünün altındaki gerçeği kurcalamadık… Belki bizim de “ bir sert adamımız” olması lazımdı, onun sertliği bizim için yüksek limitli bir krediydi… Bu olanağın nimetlerini kim tepmek ister ki…   Oysa sen de bu durumdan, sana yakıştırılan bu imajdan rahatsızdın. Bir gün “Herhalde demiştin milletin bir Kasap’a ihtiyacı var, herkes elime bir satır tutuşturmak için sıraya giriyor”…

Bak, birlikte yaşadığımız bir olayı hatırlatayım sana: Hani malum günlerdi, sana göre “herkesin üzerine düşeni eksiksiz yaptığı günler”… Gerçekten herkesin üzenine düşeni eksiksiz yaptığına bir sen inanırdın, hatta bu konuda öylesine inanırdın ki, içimizden birisi cesaretini toplayıp bu konuda sana bir tek laf etse onu yerin dibine geçirirdin de say ki senden korktuğumuzdan, say ki sana saygımızdan bu konu üzerinde konuşmak bile istemezdik. İtiraf edeyim ki senin dışında hiç birimiz herkesin “elinden geleni” yaptığına inanmazdık.

İşte o günlerin en civcivli günleriydi… Bir saldırıda bozguna uğramıştık, hepimiz kaçışıyorduk. Bir arkadaşımız faşistlerin eline düşmüş, ağzı burnu Çarşamba çanağına döndürülmüştü. Kafasında ve kaşında birkaç yarık vardı ve ortalık kıpkızıl kandı. O arada sen peyda oldun. Yaralı arkadaşımızı o babacan kahveciye teslim edip, o çok sert üslubunla kızlı erkekli kaçan kalabalığa küfredercesine bağırdın, hakaretler yağdırdın. Sana göre sayıca azdık ama biz devrimciydik ve faşist saldırganlara hadlerini bildirirdik… Utanmadan arkanıza bakmadan kaçmak da neyin nesiydi… Kalabalık mahcup ve suskundu, ne yapacağını bilemez halde panik içindeydi. Konuşmanı bitirip saldırının geldiği yöne doğru koşmaya başladın. Kitleyle mesafeyi açmıştın. Saldırganlar üstüne yağmur gibi mermi yağdırıyorlardı. Siper ettiğin evin köşesinden karşılık verirken gördük seni… o kaçan, paniğe kapılan kitleye bir ruh gelmiş ti ki herkes elindeki her türlü direniş aracıyla daha on dakika önce çil yavrusu gibi kaçıştıkları saldırganların üzerine yağmur gibi yağmaya başladı. Saldırı merkezi dağıtıldı, bu it yuvasının içine girilip tahrip edildi… Kalabalık coşmuştu… Saldırı merkezinden arkadaşımızı bıraktığımız kahveye yine hep birlikte geldik. Sayıca kalabalıktık, kahve hepimizi almıyordu… Kızlı erkekli birkaç arkadaşla yaralı arkadaşımızın yanına sen girdin. Yaraların üzerine bandaj atılmış, kan durdurulmuştu.  Ben hemen arkandaydım. Karşılıklı gülümsediniz. Yaralı arkadaşımız “bir şeyim yok aldırma” der gibi gülümsemişti. Elinle yaralı arkadaşımızın başını okşarken gözlerinden yanaklarına süzülen yaşları gizlediğini gördüm, benim dışımda başkaları da gördü. Şaşırdım, “ bizim bildiğimiz sen”  ağlamazdın, ağlamak zayıflara mahsustu, ama ben gördüğüme inanırdım ve gördüğüm gerçekti. Oysa sen “ bizim kitabımızda zayıflık” olarak yazan bu durumu kimseye göstermek istemezdin değil mi?.  Oysa sana biçilen çelik elbiselerin içinde hiç yakınmadan sert görünmen gerekiyordu ve gereğini yapmalıydın. İşte o günkü olay senin iraden dışında ve sana rağmen kendiliğinden gelişti.  Farklı bir sol siyasi gruba mensup bir kız arkadaşımız da senin yaralı arkadaşımızın başındaki durumunu gördü. “ İnanamıyorum dedi, on dakika önceki taş gibi katı, asık suratlı herifle on dakika sonraki gözünden yaş dökülen insanın aynı kişi olduğuna inanamıyorum, kaç yıldır tanırım, şaşırdım, çok şaşırdım hem de”.  Bu kız arkadaşımız mensubu olduğu siyasi grubun önde geleni ve sözcüsü, senin de amansız bir muhalifindi… Sonra bu kız arkadaşımız senin yanına geldi, yaralı arkadaşımızın başından kaldırdı, sana sarıldı, mendiliyle yüzünden akmaya başlayan gözyaşını sildi, onun da gözünden yaşlar boşalıyordu… İşte o an buna da ben inanamadım… Sana kıyasıya muhalefetlik yapan birisi senin boynuna öyle sıcak, öyle içten sarılıp duygularına ortaklık ediyordu ki… Bu ortak duygudaşlık karşısında yönümü dönüp elimin tersiyle gözümü sildim… Devrimci olmak kadını için de erkeği için de böyle bir şeydi demek ki… Dağılıyorduk, duygusal hava saldırganları püskürtmenin haklı gururuna bırakmıştı yerini, herkes şen şakraktı, herke birbirine matrak şakalar yapıyordu.  Bu kız arkadaşımız sana “ epey küfrettin dedi, bu gün rahat uyursun artık”…  Arkasından da eklemişti “ hani biz de hak etmedik değiliz”…

Senin yakınındaydım ve seni herkesin gördüğü gözle görmezdim, bu yakınlığımız nedeniyle iç dünyanı epeyce tanımıştım. Ne kadar epeyceydi bilmiyorum ama hiç olmazsa yüz asıklığının sabitliği baki kalmak üzere iç dünyanın genişliğini, hayal gücünün şaşırtıcılığını bilirdim. Benim için epeycenin ölçüsü buydu.  Şehirde barınmamızın zora girdiği o kış “ortalık sakinleşinceye kadar” bir çıkış arayışındaydık. Benim bir öğretmen akrabamın, şehre yakın bin ilçenin dışında bir gecekondusu vardı, hem evin ilçe dışında olması da uygundu, gelen olmazdı giden olmazdı. Akrabam öğretmen şehirde kalıyordu, yani ilçedeki bu ev boştu. Buraya gitmeliydik, güvende olurduk. Öneriyi ben getirmiştim sana, hep birlikte kabul ettik, beş arkadaş bu eve gidecektik. Arkadaşlarımızdan birisi sözlüydü, kız ben de geleceğim diye tutturmuştu. Kızın gelmesini uygun bulmasan da “hayır” diyememiştin. Bir taraftan polis baskını tedirginliğini yaşarken bir taraftan da, bu gün bile fani ömürde yaşadığım bir şölendi. Ev içi iş bölümü yapmıştın. Herkes, sobanın yakılması için odun kırma, yemek, bulaşık, temizlik gibi işleri günlük yaşamımızın gereklerini nöbetleşe yerine getirecekti. Gerçek bir düşüncemi şakayla söylemiştim, “ Yemek bulaşık işleri kadın işiydi, bunu kız arkadaşımız yapmalıydı”. Azarlamıştın beni “ sıçarım lan erkekliğinize, herkes üzerine düşeni yapacak”… Bozulmuştum ama laf edemezdim ki… Kaç gün kalmıştık, beş mi altı mı?  Sonra şehirden haber gelmişti, dönmek zorundaydık. Günün büyük bölümü okuma, seminer, tartışmalarla geçerdi. En çok gecenin geç saatlerini beklerdim, o damağımda ayrı bir lezzetti. İnsan dışarda, bazı günler birkaç saat, bazı günler birkaç dakika ayaküstü görüşmelerde birbirini ne kadar tanıyabilirdi ki… Bu evde geçirdiğimiz beş altı gün seni gerçekten tanıma fırsatı bulmuştuk. Senin yokluğunda da senin dedikodunu yapmaktan geri kalmazdık. Senin için şöyle bir yargıla varmıştık: Devrimci pratiğin içinde bunca yer tutan birisinin köklü tarih bilmesi,  felsefeyle bu kadar alakalı olması, romanı, şiiri günlük uğraşının bir parçası yapması, bundan kendine hiçbir pay çıkarmaması,  sanki çok olağan bir şeymiş gibi oralı bile olmamasıyla bize “ bir devrimci çok yönlü insandır” mı demek istiyor acaba… Ben şiirden pek bir şey anlamam, hatta sevmem de… Ama o gece bizim zorlamamızla bir şiir okumuştun ya hani, öyle bir ses tonuyla, öyle bir içinden gelerek okumuştun ki, birbirimize bakmaktan kendimizi alamamıştık. Biraz uzuncaydı, şiirin diğer dizelerini unuttum ama öyle iki dizesi vardı ki, ağzım açık kalmıştı… Bunca yıl hala aklımdadır o iki dize:

“Asıl biz biliriz kederi

Ve asıl bizim aramızda güzeldir hasret”.

Seni tanımak güzeldi sevgili arkadaşım. Seni hatırladıkça gece yarıları astığımız afişler gelir gözümün önüne,  polisten kaçarım,  bir mitingde slogan atarken bulurum kendimi, bir grevde gözcü olurum. Azarlamalarını, gönlümü almalarını hatırlarım.  O meşhur Azeri türküsü düşer aklıma, mırıldanır, efkârlanırım… “Dostuma dost, düşmanıma yamanam”.

Bu gün, dünün neresindeyim, belki kendimi ileriye taşımayı başarmışımdır, belki olduğum yerde patinaj yapıyorumdur, bırakalım bu bahsi, bir önemi yok. Senin “ bir şeyin dışına bakarak hüküm vermek yerine, içine bakarak anlamaya çalıştığımız gün insan olmaya da başlamışızdır” sözünü hiç unutmadım.

Söylesene, hala hayal denizinin fırtınalarıyla boğuşuyor musun asık suratlı arkadaşım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şeylerin dışına değil, içine bakmayı başardığımız gün insanlaşmaya da başlarız.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.