Burjuva tarihçilere bakılırsa bir bütün olarak Amerika kıtasının tarihi, 1492 yılında kıtayı keşfeden (aslında, Avrupalı sömürgecilerin kıtanın varlığından haberdar olduğu) Kristof Kolomb’la başlamaktadır. Böyle bir başlangıç, daha sonraları soykırımlarla yok edilecek olan kıtanın güneyindeki Aztek, İnka ve Maya uygarlıklarının, Kuzeyde baskın olan Kızılderililerin yok edilmesinin de zemini hazırlayan bir keşif başlangıcıdır. “Keşif” tarihi, Avrupa’da siyasal erkte aristokrasinin, ekonomi ve ticarette ilkel kapitalizmin de doğuş tarihidir.
Amerika kıtasının güneyini kapsayan Latin Amerika ülkelerinin özgün tarihi 15. yüzyılda başlayan, önce İspanya ve Portekiz sömürgecilerinin açık işgallerine karşı, 19. yüzyıldan itibaren de aslında kendisi de Latin Amerika ile birlikte Avrupa ülkeleri tarafından yağmalanan, bu yüzyıldan itibaren ekonomik ve siyasi bir güç olarak tarih sahnesine çıkan Kuzey Amerika (ABD) tarafından sömürülen, sistem olarak emperyalizme karşı anti sömürgeci/antiemperyalist mücadeleler tarihidir. Latin Amerika halklarının tarihi Eduardo Galeano’nun deyimiyle “ kesik damarlarının” tarihidir.
Latin Amerika’nın, kapitalizm öncesi dönemin klasik devletlerinden ziyade, yerli halkların direniş örgütleri olarak değerlendirilmesinin daha doğru olacağını düşündüğümüz “devletiyle” hiçbir kuramsal ve pratik işleyişle ilişkisi bulunmayan, kapitalizmin kendine özgü “devlet” kavramıyla tanışması da emperyalist/kapitalizmin kıtayı açık ve gizli işgallerinin tarihiyle eş zamanlıdır. 15. Yüzyılda kıtanın işgaline karşı başlayan, Simon Bolivar’ın adıyla özdeşleşen direniş, o ülkenin “ devletinin” karşı koyuşu değil, işgale karşı direnen yerli uygarlıkların direnişidir. Bu dönemde Latin Amerika ülkelerinin devletinden söz etmek yerine yerli uygarlıkların klan örgütlenmelerinden bahsetmek daha doğru olacaktır.
İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğine karşı uzun erimli direnişten sonra bu kez kıta, zengin yer altı kaynaklarıyla Avrupalı yağmacıların istilasına uğrayacak, yer altı ve yer üstü kaynakları Avrupa’ya ham madde olarak taşınacaktır. Kıtanın kuzeyi ( Bu günkü ABD) işgal edilerek sömürgecilerin akınına uğrayacaktır. Kıtanın yerlileri Kızılderililer soykırıma uğratılarak adeta yok edilecektir. Avrupalı sömürgecilerin kıtaya yerleşimleri devlet olarak ABD’nin ilk çekirdeğinin de atıldığı dönemdir. Diğer taraftan dünya kapitalizmin hâkim gücü İngiliz emperyalizminin kıtada böyle bir devletin oluşmasına ilgisiz kalması beklenemezdi. 19. Yüzyıla kadar süren çatışma sonrası nihayet Kıtanın kuzeyi İngiliz emperyalizmine karşı bağımsızlığını kazanarak ABD kendini devlet olarak tescil ettirmeyi başaracaktır. Bu dönem aynı zamanda kıtanın kuzeyini işgal eden ve yerleşen Avrupalı “beyazlarla” kıtanın güneyindeki yerlilerin “Kuzey-Güney savaşı” patlayacaktır. Savaşın sonucu kuzeyin galibiyetidir ve ABD’nin çekirdek oluşumdan emperyalist/kapitalizmin “hükmeden devleti” olarak tarih sahnesine çıkışıdır.
Kıtanın güneyinde yer alan ve geniş bir alana yayılan halkların devletleşme süreci kapitalizmle başlayan, siyasal bağımsızlık kazanan “uluslaşma sürecinin” sonucu oluşan bir formasyon değildir. Kıtanın güneyinin devletleşmesi, Kıta üzerinde hâkimiyeti olan farklı emperyalist/kapitalist güçlerin farklı bölgelerde hâkim olan, geniş tarım alanlarına sahip ve ticareti elinde tutan yerli egemen güçlerle işbirliği sonucu ve yukarıdan aşağı doğru oluşturulan, kıtada “kapitalizmin bekçisi” olma göreviyle misyon yüklenen bir formasyonun sonucudur. Bu anlamda Latin Amerika ülkelerinde oluşan büyüklü küçüklü devletlerin hiç birisi üretim süreçlerinin ortaya çıkardığı kapitalizmin gelişim aşamalarına uygun aşamalardan geçerek oluşan klasik devletler değildir. Kapitalizm üretim süreçlerinde kendi kültürünü, felsefesini, ekonomi ve politikasını da geliştirerek toplumsallaşır. Bu toplumsallaşma beraberinde işçi sınıfıyla çatışmayı da beraberinde getirmesine, toplumda ağır basan yan burjuvazin toplumsal değerlerinin toplumda kabul görmesidir. Kapitalizmin sağlıklı ve kendi iç dinamiği ile geliştiği ülkelerde burjuva devlet kapitalizmin istikrarlı dönemlerinde kitlelerin rızasına dayalı olarak” yöneltilir. Bu burjuva devletin sürekli istikrar içinde ve kitlelerin siyasal desteğini alarak “rızaya dayalı olarak” yönetildiği anlamına gelmez. Sınıf mücadelelerinin yükseldiği dönemlerde olsun, bunalım ve krizlerin derinleştiği dönemlerde olsun burjuvazinin açık zordan faşizme varana kadar zorun bütün uygulamalarına tereddüt etmediği, etmeyeceği anlamına gelmektedir. 1848 Haziran ayaklanması, 1872 Paris Komünü gibi işçi sınıfının ayağa kalktığı dönemlerde olsun, Klasik faşizm dönemlerinde olsun kitlesel katliamlara başvurmaktan çekinmediği görülmüştür. Özellikle kapitalizmin yapısal hastalığı olan bunalımın derinleştiği, krizlerden çıkamadığı küresel kapitalizm döneminde klasik burjuva devletlerin de artık rızaya dayalı yönetme olanaklarını tükettiği, kapitalist ülkelerde faşizmin hızla kitleselleştiği, faşist partilerin iktidar adayı olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Kapitalizmin adeta paraşütle indirildiği, toplumda klasik kapitalist ülkelerin tersine sağlıklı sınıfların oluşmadığı, bu sınıfların ilişki ve çelişkilerinin yansıması olan kurumsallaşmadan uzak Latin Amerika devletlerinde zora başvurarak yönetme asıldır ve bu devletlerin tarihinin hiçbir döneminde kitlelerin rızasına dayalı yönetme süreci yaşanmamıştır. Emperyalist/kapitalizmin sömürünün bekası için yerli işbirlikçilerle oluşturduğu yapı baştan itibaren mafyatik özelliğe sahiptir ve bu tür devletlerin yönetilmesi için baskı, sindirme ve mafyatik güçlerle polis teşkilatının iç içe olduğu yapıların kitlelerin pasifize edilmesine yönelik dolaylı zordan, askeri faşist diktatörlüklerin uyguladığı bir dizi açık zorun her türünü içinde barındıran açık uçlu zor başlıca yöntemdir. Latin Amerika devletlerinin “ısmarlama ve ıskarta devletler” olduğunu, başlıca yönetim araçlarının da “zor” olduğunu söylemek yanıltıcı olmayacaktır.
Emperyalist/kapitalistlerin Latin Amerika’nın egemen işbirlikçileri ile oluşturduğu, Kıta egemenlerinin ““kapitalizmin bekçisi” devletleri, oluşturulduğu- oluştuğu değil- tarihten beri kitlelerin rızasını alarak, meşruiyet içinde yönetmek için hiç de şanslı sayılmayacaklardır. Yüzyıllardan beri İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğine, devamında İngiliz, Fransız, Hollandalı ve diğer sömürgecilere ve giderek ABD emperyalizmine karşı direnişleri, hiçbir sömürgeci güce “rahat yüzü göstermeyecek” bir direniş geleneğine sahip olan, direnişi yaşam biçimi haline getiren Latin Amerika halkları, emperyalist/kapitalistlere ve yerli işbirlikçilerine “rahat yönetme” fırsatını vermemiştir. Latin Amerika tarihinin gerilla direniş hareketlerinin tarihi olmasının nedeni de budur.
Öyle ki kıta ABD’nin “arka bahçe“ si olmasına rağmen ABD ve yerli işbirlikçileri, Latin Amerika ülkelerinin neredeyse tümünde birinin etkisizleştirilmesiyle yerine hemen bir başkasının kurulduğu devrimci örgütlerle başa çıkamamaktadır. Devrimci örgütler bütün mücadele yöntemlerini birbirini destekler biçimde koordineli olarak kullanmalarına rağmen gerilla savaşları mücadelenin temel biçimi olarak kullanılmaktadır. ABD ve işbirlikçileri, kapitalist sistemin bütün militarist gücünü kullanmasına karşın Küba devriminin gerçekleşmesini engelleyemeyecektir.
Birbirinden farklılıklar gösterse de kıtada Meksika, Nikaragua ve Küba devriminin gerçekleşmesini engelleyemeyecektir. Gerçi Küba devrimini biraz da küçümser bir havayla “ şanslı bir avuç gerillanın zaferi” diye tesadüflere bağlayanlar çıksa da durum böyle değildir. Küba halkının sömürgecilere ve işbirlikçilerine karşı uzun mücadele geleneği, Küba Komünist partisinin kitleler arasında örgütlü gücü, devrimin kitlesel desteği ve gerilla hareketinin kararlılığı göz ardı edilerek Küba devriminin “ bir avuç gerillanın” zaferi olarak lanse dilmesi kasıt değilse aymazlıktır.
Bugün kıtanın tümüne yayılan gerilla hareketlerinin programı antikapitalist programdır. Bu husus sübjektif bir seçenek olmayıp kıtanın tarihsel yapısının yansımasıdır.
Özetle, Latin Amerika halklarının uzun direniş gelenekleri, mücadele azimleri kıtanın egemenlerine rahat yüzü göstermemektedir. Bu nedenle Latin Amerika devletlerinin aşağı yukarı tümünün yönetme biçimi olarak askeri faşist diktatörlüklere başvurmaktan başka seçenekleri de yoktur. Bu ülkelerde kapitalizmin demokrasiye, demokratikleşmeye tahammülünün bile olmadığı, gerek Şili gerek yüzlerce başka karşı devrimci deneyle kanıtlanmıştır.