Yarın

“Yarın” dedi… Bir an durdu, dilinin ucundan elektrik verilmiş de ağzında tükürük kalmamış gibi ürpererek, kuruyan dudaklarını ıslatıp şaşkınlıkla etrafına bakındı… Ağzından çıkan söz kendi iradesi olmaksızın ve bir dil sürçmesi sonucu söylenmiş gibi ya da söyleyenin kendisi değil de bu olmaz ve kabulü mümkün olmayan söz başkasının ağzından çıkmış gibi, “ne yarını be dedi, hemen, derhal, şimdi”… Yarın çok geç olabilir… Onu paniğe kaptıran “Yarına kalırsa çok geç olacak” olan şeyin ne olduğunu bilmesine rağmen kendisine de itiraf edemedi. Uzun, acı, çok acı yaşanmışlıkların verdiği tecrübeyle, ne yapacağını bilmez bir halde şakın şaşkın etrafına bakındı, derin bir uykudaymış ya da uyuşturulmuş gibi etrafına bakınıyordu. Ağzından gelen acı suyu tükürdü, kendi kendine “ siktir git dedi, senden hiçbir bok olmaz, anlamamaya, kör olmaya sığınıyorsun, sanki daha önceleri birileri güneşi balçıkla sıvamayı başardı da şimdi de sen mi deniyorsun, aptal herif…

Dudaklarının kuruduğunu fark ettiğinde kendini o beyaz badanalı, demir kapılı, hücremsi büyüklükte, bir karyola üzerinde serili beyaz yastıklı ve beyaz çarşaflı odada buldu. Olağandan daha küçük boylu, yaklaşık altmış yaşlarında, beyaz önlüklü ve ağarmış bembeyaz kıvırcık saçlarıyla “Osmanlı beyefendisi” kibar bir adamın kendisine yatağın üzerindeki pijamaları göstererek “üstündeki elbiseleri çıkar, şuradaki pijamaları giy” nezaketi karşısında bu gün ürperdiği gibi ürpermişti. İlk yakalanışı değildi, tecrübeliydi ama o zaman Emniyet Müdürlüğüne götürürler, ne yapacaksa orada yaparlardı. Bu yakalanışında götürülüşü diğer birçok kez yakalanışlardan farklıydı. Minibüs türü araca biner binmez gözleri bantlanmıştı, diğer yakalanışındaki tekme tokat yoktu, refakatçileri daha bir “beyefendi” adamlardı. Gözlerini bağlarken bile naziktiler. Götürüldüğü yer emniyet Müdürlüğü değildi, buranın yolunu da bilirdi, polislerini de…

Güzergâh farklıydı,  ancak içgüdüyle nereye gittiğini kestirmeye çalışıyordu. Araba kasislere girip çıkıyordu, şehirden uzaklaştıkça uzaktan köpek havlamaları geliyordu. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra aynı nezaketle indirilip konulduğu hücremsi oda işte bu odaydı.

Üstündekileri çıkarıp İstanbul beyefendisi adamın gösterdiği pijamalara uzandı. Silkeledi pijamayı. Pijamanın altı da üstü de açılmıyordu. Pijamanın üstündeki kan lekeleri kurumuş, pijamanın altını ve üstünü açılmazcasına yapıştırmıştı. “Tamam demişti, psikolojik savaş burada başladı işte”.

Misafirliği henüz geçmemişti, saçları traşlı iki kişinin gür, bağırtlak, emrivaki sesi duyuldu. “Arkanı dön”. Arkasını döndü, önceden gözlerini bağlayan bağ ile tekrar gözleri kapatılıp, koluna girildi, bir kapının eşiği olduğunu sandığı eşiği geçer geçmez bir koltuğa itilerek oturtuldu. Gözlerindeki bağ çözüldü, gözlerini delercesine gözüne batan ultra parlak bir ışık gözlerini oyuyordu, etrafında hiçbir şey görünmüyordu, yalnızca üst üste aralıksız birkaç kişinin tekrarladığı aynı sözler bu kez kulaklarını sağır edercesine kulaklarında patlıyordu.

Konuş… Konuş… Konuş… Talimatları kim veriyordu, filancayı tanıyor muydu, falancayla filan yerde buluşmuş muydu? Sorular, sorular, sorular… Lâl kesilmişti, falakadan başlayıp, Filistin askısına uzanan bir dizi “ameliyattan” bitap düşmüş, külçe gibi yere uzatılmıştı. Ağzının içinde varlığını hissetmediği dilinden şikâyetçi değildi ama şu vücudunu basan ateş dayanılır gibi değildi. Diz üstü doğrultup, içinde su olduğunu düşündüğü, dışı buz gibi soğuk bir fincanı eline tutuşturmalarıyla fincanı bir çırpıda tepesine dikmesiyle kusması bir oldu. Su diye tepesine diktiği fincan sidik ve tuz karışımıydı. Kahkahaların sesini son kez duydu, derin bir uyku halinde kendinden geçmişti, kendini, gözleri bağlı getirildiği bu yeri, kimin ya da kimlerin elinde olduğunu bile hatırlamıyordu. Uzaklaşmak istedikçe yaklaştığı, kaçmak istedikçe içine düştüğü bir türlü yakasını bırakmayan o malum düşün içindeydi. Ufka doğru uzanıp giden bu çölün ortasında birbirinin kucağında, birbirine değen, birbiri içine geçmiş sayısız yıldızlı gökyüzünün altında, buldu kendini. Yıldızların kendisine hoş geldin demek için sıraya girdiği kuşkusuzdu, kimisi ışıklarıyla gözlerini kamaştırıyor,  kimileri saçlarında geziniyor, kimileri saka kuşu gibi avuçlarına konup ansızın uçuşuveriyordu. “Su” dedi. Bir kadın gülümsedi, “iç” dedi.

“Kimsin” demedi bile, içti, kana kana içti kadının gülümsemelerinden.

Oydu, nerede, ne zaman peyda olduğunu bilmediği, bir kuyruklu yıldız gibi akıp gözünün içine dolan, bakmalara doyamadığı, gözünü alamadığı o kızın karşısındaydı.

“Burası çöl” dedi, her taraf yırtıcı dolu.  Sırtlan sesleri geliyor, pis iğrenç, aşağılık. Sırtlanlar saraylarına insan eti taşıyorlar, insan etine bayılırlar.  Sürüngen akrepler ansızın zehrini akıtmak için sinsice yaklaşırlar, örümcekler narin kanatlarından yakaladıkları kelebekleri huşu içinde boğarlar.

“Burası çöl” dedi tekrar. Bu gökten akarcasına üst üste binmiş yıldızlar da neyin nesi, ya şu kızın bulunduğu çöl parçasını vahaya çevirmesindeki hikmet nedir?. Gözlerini ovuşturdu, burada bir hayat mümkün olmaz ki… Ya bu kız, ya bu gökyüzü, ya bu sularından serinlik fışkıran vaha… Yüzünü buruşturdu, sırtlanlar, akrepler, örümcek ağları… Ayın karanlık yüzündeydi.

Hiç hatırlamadığı, belinden bacaklarına inen sürmene bıçağı yıldızlara inat gecenin içinde pırıl pırıldı.

Ansızın o şehrin sokaklarındaydılar. Issız sokaklar onları gülümsemelerinden, ayak seslerinden tanırdı. Bu yürürken elini bile tutmadığı kızın başını göğsüne dayar, elini yüzünde gezdirir, saçlarını öperdi.  Öyle hayal ederdi kızı.  Yine aynı sokaklardaydılar yine, sokağın başındaki kafede garson kızlar gülen yüzleriyle çay servisi yapıyorlardı, “İki çay lütfen”… Kıza “canımdan ötesin” derken kızın utangaç, mahcup yüzü daha bir utangaç, daha bir mahcup oluyordu. Sessizce kalktıklarında ikisini de ayakları o eve götürmüştü, başını kızın göğsüne koyup yüzünden öpmüş, saçlarına parmaklarını geçirip gözlerine bakmıştı. Aradan ne kadar zaman geçmişti de kız böylesine yaşlanmıştı, gördüğü bir sayıklama, bir halüsinasyondu. Kız yaşlı değildi, yaşlandırmıştı. Yıllar bu aşkın karşısında çaresiz kalacaktı, hiçbir şeyi eskitemeyecekti. Zamanın yıpratıcılığına meydan okuyacaklar, bu sevgi efsaneleşip dillerden dillere dolaşacaktı.   Kızın saçlarını aklaştırdı, bembeyaz yaptı. Zaman hep aynı aşkla, aynı eksilmeyen sevgiyle akıp geçmişti, meşakkatlere birlikte göğüs gerilmiş, fırtınalı günlere birlikte direnilmişti. Kızın bembeyaz saçlarını defalarca öptü, yüzünde doyumsuz bakışlarını gezdirdi. “Seni seviyorum” dedi kıza, “seni seviyorum” dedi kız. Gözleri karşılaştı… Olamaz dedi, daha demin çölde, etrafını sırtlanlar, akrepler, örümcekler sarmıştı… Ya şimdi… Bu kez hüzün dolu gülümsemesi nereden geldiğini bilmediği bir sesle kesildi“ bu bir serap dedi, çöl ortasında serap görüyorsun”…

Bir ara kendine gelir gibi oldu. Bembeyaz saçları ve gülümseyen mahcup yüzüyle kız karşısındaydı. Kızın saçlarının ne zaman bembeyaz olduğunu hatırlayamadı.

Bu kez Olympos’un eteğindeydiler. Kan ter içinde, nefes nefese kalmış, elinde meşalesi ile Prometeyle karşılaştı. Bembeyaz saçlarıyla yanındaydı kız… Emin değildi, serap gördüğünden tereddütlüydü, “Gerçeğim dedi kız”… “Serapsın dedi kıza”…

“Kaçalım” dedi Promete, “Kaçmayalım” dedi Prometeye, övünçle yalım yalım yanan bıçağını gösterdi… Bir taşın dibinde Olympos’a diktiler gözlerini. Tanrıların saraylılarındaki şatafatlı eğlenceleri ortalığı yıkıyordu. Zeus’un ırzına geçtiği iris ırmağı  bulanık akıyordu.. Güzelim tirşe rengi boz bulanıktı. Önce aydınlık dedi Promete, elinde bütün ovayı aydınlatan Olympos’tan çaldığı meşaleyi havaya kaldırarak… “Bıçak” dedi çölde serap gören… Olympos’un yırtıcılarından korunmak için…

Yarın dedi Promete…

Hemen dedi serap gören, meşale gibi aydınlık, bıçak gibi keskin… Şimdi ve derhal… Ne kavganın ne de sevdanın yarını olmaz…  Hemen ve derhal… Hemen ve derhal dedi Promete… Hemen ve derhal… Meşale gibi aydınlık, bıçak gibi keskin…

Kararsızdı kız,  ne düşündüğünü bilemedi kızın…

“Tanrı” dedi yanlarından geçen bir derviş. Tanrıya inanır mısınız? Cenneti de Cehennemi de yaratan tanrıya inanır mısınız?.

Aynı anda cevap verdiler:

Cennetini de Cehennemini de insanın kendisi yaratır. .

Kendine geldiğinde her yanı sızlıyordu.

Kadın kayboldu, yıldızlar gitti, gökyüzü görünmez oldu.

Etrafı sırtlanlar, örümcekler ve akreplerle çevrilmişti.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.