Yeni Sömürgeciliğin Değişkenleri

Yeni Sömürgeciliğin Değişkenleri

Bölüm-1

Güncel durum açısından AKP kanadının ve hiç de onun paralelinden uzağa düşmeyen sağlı-sollu siyasal görüşler açısından yansıtılan kapitalizm açısından “olması gerekenler” yoğun bombardıman altında kitlelerin bilinçaltına yerleştirilmekte ve sistemin politik siyasasına kitlesel destek sağlanmaktadır. Güncele ilişkin analizlerin sol ağızlardan/kalemlerden, “soldan” yapılması da pek bir şeyi değiştirmiyor. Egemen kılınan görüş kapitalist sistemin değirmenine su taşıyor. Olanlar seyirlik bir oyun gibi izlenmekte, değerlendirmelerde sahnede görünen oyun ve oyuncuların rol kabiliyetleri esas alınmaktadır. Emperyalist Burjuvazinin tam da istediği budur. Nesnel olanın yerine öznel değerler konulmakta, değerlendirmeler bunun üzerine inşa edilmektedir. Egemen sesin kalabalığına koro olarak katılmanın adı da “soldan yaklaşım” ya da muhalif bakış olarak adlandırılmaktadır. Soruna sınıfsal bakış yerine magazinel entelektüel bakış açısından yaklaşıldığında sorunun kaynağında ne emperyalizm görülecektir, ne de kapitalizm. Ana etmen kapitalizmin ötelenerek sorunlara yaklaşımın zorunlu sonucu da bu sorunu çözecek olan dinamiğin ötelenmesi, sorunun sınıfsal eksenden kaydırılması ve sınıfın/işçi sınıfının/çözücü, yaartıcı gücünün görmezlikten gelinmesini beraberinde getirecektir. Böyle bir yaklaşımın “ sol” adına yapılması burjuvaziyi ziyadesiyle memnun eder. Hatta memnuniyetini çaktırmamak için görünürde hiddetini dışa vururken, el altından himayesini de esirgemeyecektir. Zaten Burjuvazinin yaratmak istediği “sol” da bu soldur. Karşı devrimin pratiği grift ve karmaşık, ülke özelinde ve küresel kapitalizm belirleyiciliğinde ve olanca hızıyla devam etmektedir.  Doğru yaklaşım sorunların çözümünün de ilk ve belirleyici adımıdır. Kapitalizmin hedefi yeni hegemonya ilişkilerinin ihdasıdır. Karşı devrimci İlişkiler zinciri örülürken de sadece devrimci güçlerin tasfiyesi değil, belirlenen sürece ayak uyduramayan, şu veya bu şekilde ayak bağı olan/olacağı düşünülen tabaka, sınıf ve zümreler de tasfiye edilmektedir. Varılmak istenen hedef, Emperyalizmin yeni sömürgecilik ilişkilerini düzenleyen Büyük orta doğu ve Kuzey Afrika ( BOP) projesinin gerçekleştirilmesidir ve rol dağılımında esas hedef de budur. Olan bitenler bu projenin gerçekleştirilmesinin yansımasıdır ve dışa vurumudur.

Kapitalizmin yeni sömürgecilik ilişkilerini irdelerken içten dışa doğru, özelden genele giden bir metotla yaklaşmayı, biraz da ülkenin içinde bulunduğu ve güncelliğini koruyan bir meselenin “aslında olan nedir”? ini irdelemek açısından gerekli gördük. Gerçekten ülkemizdeki güncel durum açısından “olan nedir”?.  Sorunlara devrimcilerin yaklaşım metodu ne olmalıdır?. Yakın gündemin ana başlıklarına kısaca göz atılırsa her bir sorunun diğerine bağlı, birbirini etkileyen ve birbirinin içinde olduğu görülecektir.

Küresel kapitalizmin gözdeleri Hantington ve Fukiyamanın tezleri yeniden hatırlanmalıdır:  Fukiyamaya göre ideolojilerin sonu geldi ve yaşamın bütün alanlarında liberalizm hakim kılınmalıdır. Huntington’a göre ise 21. yüzyıl dinsel temelli uygarlıklar çatışmasının yüzyılıdır. Aslında isimleri farklı olan bu iki akıl danenin de söyledikleri aynı şeydir. Tüm korkuları “Tanrı kapitalizme bir daha sosyalizm kabusunu yaşatmasın” dır ve kapitalizmin bir daha sosyalizm travmasını yaşamaması için akıl hocaları seferber olmuştur.  Gerçekten SSCB nin yıkılmasıyla yer küre ardı ardına alt üstler yaşamaya başlamıştır. Sovyet Cumhuriyetleri yeniden dizayn edilerek, turuncu pembeli devrimlerle (!) sisteme karşı etkisizleştirilmiş sistemin içine çekilmiştir. Bütün yer kürenin tek, büyük ve bütün bir pazar olması için, ulusal burjuvazinin de anası olan ulusal sınırlar yıkılmaya başlamıştır. ( Dış işleri A. Davutoğlunun yakın geçmişte, birkaç önce “ ulusalcılıkla hesaplaşmanın zamanı geldi” açık ifadesi hatırlanmalıdır). Bu sürecin başlangıcı sayılabilecek Doğu Avrupa’da belirlediği hedefe ulaşabilmek için Yugoslavya’nın parçalanmasında kullandığı araç, halkların “din ve etnik” köken duygusudur. Yangını çıkarmak için etkili olan yerlerde Sırp-Boşnak gibi etnik kökeni,  etkili olabilecek yerlerde ise Müslüman- Hıristiyan gibi dinsel öğeleri kullanmıştır. Romanya’da yoğun kara propaganda ile, dünyanın gözünün içine baka baka imal ettiği yalanlarla Çavuşeskuları yolsuzluk yapmakla, cinayet işlemekle, Romanya’nın kaynaklarını üzerine geçirmek ve Romanya’yı borç batağına sokmakla ( sanki Romanya halkı çok umurlarındaydı) itham etmişler,  kurşuna dizdirmişlerdir. Yıllar sonra Romanya’nın dışarıya tek kuruş borçları olmadığını, Çavuşeskuların da kişisel servetleri olmadığını, aynı dönem kara propagandayı yapan CNN muhabiri kendisi açıklayacaktır.  Çekoslavakyayı Çek ve Slovakya olarak bölmüşlerdir. Yani doğu Avrupa’nın yeni sömürgecilik ilişkilerine uygun dizaynı böylece tamamlanmış görünmektedir. Bir kez daha altını çizmekte yarar var: emperyalizmin bu ülkelerdeki yıkıcılığında etkin propaganda araçları etnik ve dinsel argümanlardır. Ulus devletler artık küreselleşen kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap veremez durumdadırlar ve ulusal sınırlar kapitalizmin sömürüsünün geleceği adına ortadan kaldırılmalıdır. Ülkesel/ulusal Kapitalizmin temel hareket noktası budur. Kapitalizm artık sınır ve siyasa olarak, ekonomi ve politik olarak adeta ultralaşmıştır. Şarlatanların aktardıklarının ve hayranlıklarının aksine AB, insan hakları ve demokrasi abidesi değil kapitalist sömürünün birleşmiş ahtapot kollarıdır. Ulusal sınırların tasfiyesi sonucu tekelci kapitalizmin işbirlikçisi ulusal burjuvazi de tasfiye edilmiş, sömürüden elde edilen değerler doğrudan uluslar üstü/küresel kapitalizme aktarılmıştır. Yani, tekelci kapitalizmle işbirliği sonucu ülkede siyasal/ekonomik ve politik iktidarı elinde tutan ulusal burjuvazi sınıfsal dayanağını yitirmiş, siyasi iktidarıyla birlikte ekonomik iktidarını da küresel kapitalizmin ülkedeki temsilcilerine terk etmek zorunda kalmıştır. Kapitalizmin bu evresinde bir  “ulusalcılıktan” söz edilebilir mi?. 20. yüzyılda Emperyalizme bağımlı ülkelerde siyasal İktidarların belirleyicisi emperyalizmin yine kendisidir. Emperyalist mihrakların onayını almadan iktidar olan bir bağımlı ülke iktidarı gösterilemez ve bunun istisnası da yoktur. Bu iktidar ilişkilerinde Emperyalist kapitalizm sömürüden aslan payını alırken işbirlikçi burjuvazi de iktidar olmanın avantajıyla kendi sömürü payına kanmaktadır. Ancak küresel kapitalizmin ulusal sınırlara artık tahammülünün kalmayışıdır ki ancak ulusal sınırlar içinde iktidar olma olanağı olan ulusal burjuvaziyi de ortadan kaldırmıştır.  Bu ülkelerde siyasal iktidarlar, iktidarlarını belirleme iradesine sahip değildirler. Deyim yerindeyse uluslar üstü küresel burjuvazinin temsilcisidirler, sekretaryasıdırlar. İktidar olan küresel kapitalizmdir.

Doğu Avrupadan ve Balkanlardan sonra sıra Orta Doğu, Afrika ve Kafkasların yeni sömürü ilişkilerine uygun hale getirilmesidir. “Ulusal” olma iddiasındaki ülkelerin ülksel bütünlükleri ortadan kaldırılmalıdır. Bütünlük yerini sisteme daha kolay entegre olabilecek parçalara bırakmalıdır. Bunun ilk adımı mevcut statükonun ortadan kaldırılmasıdır.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız mevcut durumun değerlendirilmesinde içine çekilmeye çalışıldığımız tuzak da ağzı açık beklemekte, gerek ideolojik yetersizliğimiz, gerekse mevcudu kavrayamayışımız devrimcileri adeta sistemin sözcüleri durumuna düşürmek, karşı devrimin pratiğini onaylar noktaya sürüklemektedir. Kişisel sübjektiflik de burada kendisini ele vermektedir. Ülkemizde AKP nin iktidar olması yeni sömürgeciliğin yukarıda özetlemeye çalıştığımız işleyişinin ikame edilmesidir. Egemen güçler arası çekişmeler bu değerlendirmenin konusu değildir. Sorun gelişmelerin mantığını kavrayabilmekte ve devrimci hareketin dinamiklerini harekete geçirmek için ne yapılması gerektiği hususunda düşünce üretmek, devrimci pratiğin rotasını belirlemektedir. 2002 yılında iktidar olan AKP nin hızla kadrolaşması, kadrolaşmanın temel unsurlarının İslamcı kesimlerden oluşması adeta bir demokrasi şöleni olarak karşılandı. AKP nin demokratlığına toz kondurulmadı. Güya o güne dek kamu hizmetlerinde soğuk bakılan İslamcı kesimin kamu hizmetlerine alınması bu skime yapılan haksızlığın ortadan kaldırılmasıydı. Gerçekten durum bu muydu?. Sıradan bir insan bile bilir ki kamu hizmetleri “sol” a kapalı olmanın ötesinde siciline “sol” bulaşmış kişilerin yedi göbek sülalesine de kapalıdır. Dinsel/mezhepsel inanç olarak alevi kesime tapalıdır. Tersine son altmış yıl İslamcı skimin kamusal alanda korunup kollandığı ve giderek etkinleştiği bir süreçtir. İktidarın ağızlarının üst perdeden söylediklerinin toplumsal yaşam gerçekleriyle uyuşmadığı, örtüşmediği bir gerçektir. Oysa ipuçları ortaya çıkmıştı ve R.Tayyip Erdoğan kendisinin “BOP”un eş başkanlığını çoktan ilan da etmişti. İslamcı kadrolaşmanın amacı da –sokaktaki insan için olması bile- devrimciler için öngörülebilir bir olguydu. Bu değiştirilmesi gereken statükonun “değiştirici”  kadrolarının devşirilmesiydi. Küresel kapitalizmin yeni sömürgeciliğine uygun ve kapitalizm açısından uluslar arası rol alabilecek bir iktidarın oluşumunun ilk ve temel şartıydı. AKP de iktidarını şekillendirmeye buradan, yani başlaması gereken yerden başladı. Yani AKP nin demokrasiyle, insan haklarıyla ilişkisi olamazdı. O, küresel kapitalizmin uygun iktidar biçimini oluşturmakla meşguldü. İktidar kadrolarının İslamcı kesimden seçilmesi Orta doğuda verilen rolün yerine getirilmesi için bir zorunluluktu ve aynı zamanda İslamcı/Sünni eğilimleri güçlü bir toplumda siyasal destek sağlamak için de bulunmaz kaftandı. AKP iktidarının birinci döneminde statükoyu değiştirecek kadrolarını oluşturmuş, kuran kursu, imam hatip, türban gibi alanlardaki söylemleriyle de dinsel motifli kitlelerin desteğini kazanmıştır.

Bölüm-2

Küresel kapitalizmin dinsel referansları esas alan AKP’yi niçin iktidar yapıp desteklediği ve bu yazının birinci bölümünde sözü edilen AKP iktidarının, yasama ve yürütme üzerinden sistemin temel güçlerini -ama asla yapısını değil- tasfiye ve yeniden yapılandırılmasının, Yargı üzerinden Ergenekon, balyoz gibi davaların açılması/açtırılması gibi sindirme, 12 Eylülcülere soruşturma açtırılması gibi sol dinamik güçleri oyalama ve yanına çekme yoluna gitmesine ilişkin tavrının anlaşılması açısından aşağıdaki giriş açıklamasının zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Soruna sınıf ilişki ve çelişkilerini öteleyerek, yok sayarak yaklaşmak, magazinsel ve görünen olana teslim olmak demektir. Bunun bir başka ve dolaysız anlatımı, burjuva gericiliğinin desteklenmesi, “ilerici, demokrat” olma adına iktidara koşulsuz destek demektir.

Emperyalist kapitalizmin kendini yeniden üretiminin görünür biçimi olan Küresel kapitalizm, gerek klasik kapitalizm döneminin gerekse emperyalist/kapitalizmin çeşitli evrelerinde sergilediği kitlesel pasifikasyon araçlarında da yeni değişkenler üretmiştir. Örneğin klasik kapitalizm döneminde –ki bu dönemin kapitalizmin kuruluş dönemi olarak adlandırılması bizce yanlış olmayacaktır- burjuvazi, feodalizmin ve feodal iktidarların temel dayanaklarından olan dinsel gericiliğe karşı edebi, felsefi, ideolojik, kültürel alanlarda başlattığı ve Avrupa’da üstünlük sağladığı ideolojik materyallere bu gün yeniden sarılmaktadır.

Bunun anlaşılmayacak bir yanı da yoktur. Her iktidar, her sınıfsal egemenlik kendi dayanağı olan ideolojileri de yaratır ve iktidarının devamını kendi sınıfsal orijininin üzerine inşa eder. Kurumlarını -üretim ilişkileri, bölüşüm, üretim araçlarının niteliği gibi- maddi sınıfsal ilişkilerinin ifadesi olan ideolojileri üzerine inşa ederler ve bu kurumlar vasıtasıyla da toplumsal yaşamın alanlarını düzenlerler. Burjuvazinin, feodalitenin maddi ve manevi dayanaklarını yıkarak toplumsal egemenliğini elde etmesi için dinsel gericiliğe karşı savaş açması kendi iktidarının önündeki engeli ortadan kaldırması demekti. Burjuvazi Avrupa’da bunu başardı ve dinsel gericiliğin yerine aklı, pozitif bilimi, felsefede, edebiyatta sanatta aydınlanmayı koydu. Din, ait olduğu yere, kiliseye hapsedildi ve toplumsal yaşamdaki etkisi ortadan kaldırıldı. Bu nedenle burjuvazinin tarih sahnesine çıkışının ilericilik olarak adlandırılmasının nedeni dinsel doğmaların yerine aklın ve pozitif bilimlerin aydınlığında toplumsal iktidarını kurması ve yaşam alanlarını akıl ve pozitif bilimler ışığında düzenlemesidir. Avrupa’da Reform ve Rönesans orta çağ gericiliğine karşı aydınlanmanın adıdır. İster hukuki düzenlemeyle,  isterse “de facto/fiilen/ olarak dinin toplumsal yaşama yeniden dönmemesi için toplumsal yaşam laisizmle güvence altına alındı. Erken dönem Burjuvazinin/serbest rekabetçi dönem burjuvazisinin/ ilericilik vasfı da buradan gelmektedir. Yani toplumsal yaşamın düzenlenmesinin dinsel doğmalardan arındırılmasıdır. Burjuvazinin iktidara atım attığı bu dönemde hiçbir ülke burjuvazisi bu feodal kalıntıların ayıklanmasında hoş görü, erteleme, öteleme tavrı göstermemiştir. Kitlesel kabullenişin düzeyine göre bazı ülke burjuvaları bu ayıklamayı “yasal bir zor” unsuru olarak hukukileştirmesine karşı örneğin anayasal ve yasal bir hüküm olarak düzenlemesine karşı/Fransa gibi/ bazı ülkeler buna ihtiyaç duymamıştır. –İngiltere gibi- Ancak buradan, ayıklamayı yasal bir zor unsuru olarak düzenlemeyen ülke burjuvalarının feodal Avrupa iktidarlarının bu kalıntılarına ses çıkarmadığı anlamına gelmez. Toplumsal kabullenişin daha evrimsel bir yoldan ve uzun dönemde gerçekleştiği nedeniyle ayıklamanın yasal bir zor unsuru olarak düzenlenmesine ihtiyaç duyulmadığı anlamına gelir sadece. Laisizm burjuvazinin ilerici döneminin toplumsal kazanımıdır ve laisizme ihtiyaç duyulan toplumsal/ kitlesel ilişkiler ortadan kalkmadan sırt çevirmek insanlığın ilerici birikimlerini görmezlikten gelmek, yok saymak demektir. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde görülecektir ki burjuvazi yaratıcısı olduğu laisizm üzerinden ancak aptalların anlayamayacağı kurnazlıklar sergilemekte ve dinsel inanış öğelerini yeniden toplumsal yaşama çağırmaktadır. Yani burjuvazinin bu noktada, özellikle İslami coğrafya olan Orta Doğuda laisizme savaş açmasının nedeni nedir? Sözüm ona “sol”cuların laisizmi “Kemalist baskı unsuru olarak” adlandıran davranışlarını nereye koymak gerekecektir. Ve asıl önemlisi laisizmin ve ilerici değerlerin yaratıcısı burjuvazinin bugün gerici değerleri yeniden “repertuarına” almasının ve orta Doğu için “ılımlı İslam” olarak adlandırılan bu unsurları iktidarının temel unsuru olarak inşa etmesinin ısrarlı gerekçesi nedir?

Burjuvazinin hortlattığı ikinci gericilik unsuru geri bıraktırılmış ve bağımlı ülkelerde “etnik köken” kışkırtıcılığıdır. Burjuvazi “etnik köken” kışkırtıcılığının sonuçlarını Hitler faşizmiyle gördü ve yaşadı. Sınıf bilinçsiz kitlelere şırınga edilen Hitler faşizminin Batılı Burjuva ülkelerin karşı koymalarıyla yenilgiye uğratıldığı yalanının aksine, Hitler faşizmini yerin dibine gömen Sovyet işçileri Cumhuriyetinin Kızıl ordusu ve Sovyet halkıdır. Üstün propaganda ve kitle iletişimi araçlarıyla sonuçlara sahip çıkan da Batı burjuvazisi olmuştur. Oysa aynı batı burjuvazisi Yugoslavya’nın parçalanmasında iki gericilik unsurunu dinsel ve etnik gericiliği birbirine paralel olarak eş zamanlı olarak kullanmıştır. Hıristiyan-Müslüman çatışması olarak Sırplarla Boşnaklar arasındaki boğazlaşmada dinsel gericilik unsuru kullanılırken, aynı zamanda Sırp-Boşnak, Hırvat- Sırp ayrımının altını çizen etnik kışkırtıcılığı da yedeğinde tutarak yerine göre kâh birini kâh diğerini kullanmıştır. Irakta aynı değerlerin kullanılması bilinen gerçektir. Dinsel/Mezhepsel gericilik Sünni-Şii çatışması olarak tezgâhlanırken, aynı zamanda Arap-Kürt-Türkmen etnik farklılığı bir başka kitlesel kışkırtma aracı olarak kullanılmaktadır. Suriye malum: Emperyalizmin Suriye’ye müdahalesinin gerekçesi de malum ve pek inandırıcıdır, en az Irak’a yapılan müdahale kadar, Libya’ya yapılan müdahale kadar inandırıcıdır tabi… Batılı Burjuvazinin gerekçesi, nüfusun çoğunluğu Sünni olmasına karşın, Suriye’de iktidar Esat vasıtasıyla azınlıktaki Şiilerin elindedir. Tam da bu noktada bu gerekçe öyle meşru temellere oturmaktadır ki, anlayana aşk olsun. Burjuvazinin bütün küresel kurum ve kuruluşları bu gerekçeleri taçlandırmakta, “iyi niyet” heyetleri oluşturulmakta, Esat’a iktidardan çekil çağrısı yapılmaktadır. Tabi Esat’ın iktidardan çekilmesi için böylesine barışçıl çabalarını eksik etmeyen emperyalistler, diğer taraftan da emperyalistler eliyle bizzat oluşturulan, silahlandırılan, finanse edilen Özgür Suriye ordusu adı verilen paralı lejyonerleri örgütlemektedir. Görünürde etnikçiliğe karşı sözüm ona “amansız karşı duruş sergileyen” batı burjuvazisinin bu gün geri bıraktırılmış ülkelerde etnikçiliği körüklemesinin nedeni nedir, “sol” adına, solculuk adına etnikçiliği ilericilik sayan sözüm ona devrimcilerin açmazları nerede başlıyor?

Yargılananların AKP ye darbe düzenlemekle suçlanmaları iddiası, iddianın doğasına aykırıdır ve iddia sahiplerinin de inandığı bir gerçeklik değildir elbette. “İktidara darbe yapma” kavramı kişisel ihtirasların alanı olmayıp sistemin ihtiyaç duymasıyla ilintilidir. Siyasi iktidarı elinde bulunduranlar ne zaman ki sistemin sorunlarına çare üretememişlerdir, sistemin tıkanıklıklarını giderememişlerdir, bu konuda yeterli ve gerekli iradeyi gösterememişlerdir, emperyalist/kapitalizm, kitleler nezdinde de darbenin sorunu çözeceği inancını yaratarak darbenin esaslı unsuru orduyu devreye sokar ve ülkede emperyalist sömürüyü istenilen, arzu edilen derecede ikame edemeyen iktidar sahiplerini uzaklaştırır. Darbecilerin oluşturduğu yürütme gücü seçilirken bu tıkanıklıkları giderecek unsurlardan seçilir ve darbenin hukuku yapılır ve meşrulaştırılır. Ülkemiz yakın tarihinde 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, hazırlık dönemleri, darbe esnası, darbenin hedefine koyduğu ve yanına aldığı güçler tam da işaret ettiğimiz analizleri doğrulamaktadır. Yani, emperyalizme bağımlı ülkelerde darbe yapma birkaç kudretli generalin ihtirasıyla açıklanamaz ve darbe yapıp yapmamaya karar verme mercii de generaller değildir. Darbenin koşulları iç v dış karşı devrimci mihraklarca oluşturulur ve darbe yapılmasına ilişkin karar emperyalizmin siyasi merkezlerinden verilir. Hal böyle olunca elbette darbelerin ilk önüne koyduğu hedef öncelikle işçi sınıfının örgütlü gücüdür ve giderek diğer ilerici güçlerdir. Darbe sürecinin karşı devrimci zoru da darbeyi gerçekleştiren güçler tarafından uygulanır. Yani askeri darbeler hedefine emperyalizmin varlığına karşı güçlerin ortadan kaldırılmasını ve sömürünün de emperyalist/kapitalizm adına en yüksek derecede disipline edilmesini hedefler. İşkence haneler, çatışma bahanesiyle öldürülenler, faşizmin yargısı eliyle idam edilenler bu nedenle devrimcilerdir. Darbeciler ise darbenin tekniklerini emperyalizmin “teknik okullarında”, ABD’nin Panama Kontr-Gerilla okulunda, CIA’nin bilmem ne işkence merkezlerinde öğretilerek yetiştirilir ve mensubu bulundukları ülkelerde uygulamasını yapar. Bu nedenle kimsenin devrimcilerden bu yargılamalarda yargılananlara “ah vah etmesini bekleme ” hakkı yoktur.  Ancak diğer taraftan bu yargılamalar “ selam durma” gibi bir saflığın da ne anlamı ne de âlemi vardır. Olan biten şudur: Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinin bilinen ve görünen amacı, Sovyetlere karşı emperyalist/kapitalist sistemin bekçiliğini yapmaktır. Gerçekten ordunun böylesine sıkı Anti Komünist bir yapılanmaya sahip olmasının, Antikomünist, karşı devrimcilere açık “alan alan” olmasının nedeni budur. Sovyetlerin yıkılmasıyla, “Komünizme karşı bekçilik” görevi de sona ermiştir. Emperyalizm, Orta Doğudaki iktidar ilişkilerini, sömürüsünü yeniden yapılandırmaktadır ve bu yapılanma içinde Türkiye’ye verilen rol BOP projesidir ve Türkiye’deki iktidar ilişkileri de bu yeni role göre biçimlendirilmektedir. Peki, ama ABD’nin Ortadoğu da “ılımlı İslam”ı iktidar yapmasındaki ısrarlı amacı nedir? İrdelemelerimizi sürdüreceğiz.

Bölüm-3

Orta Doğuda ve Kuzey Afrika’da BOP projesini gerçekleştirecek iktidarların biçimlenmesinde esas faktör iktidarın ılımlı İslam üzerine inşasıdır. Bu faktörün iktidara taşınmasında öncelikle bu ülkelerdeki iktidar sahipleri kim olursa olsun zahiridir ve esas iktidar olan emperyalizmdir. Emperyalist batılı merkezlerin bir yandan İran’daki “ Şer’i İslami rejime” tahammülsüzlükleri ortadayken Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika ve Kafkasya’da “ılımlı İslami” referans alan iktidarları işbaşına getirmeleri ve bu bölgede bu referanslı iktidarları etkin kılmayı temel politik ve siyasi amaç olarak belirlemelerinin nedeni nedir?

Kapitalizmin ekonomik ve politik bir erk/güç olarak ortaya çıkması kapitalizme karşı işçi sınıfının sosyalizm talebini de beraberinde getirdi. İki sınıf arsındaki mücadele her dönemde dönemin özelliklerine göre, kâh barışçı biçimde kâh zora dayalı olarak sürgit devam etmiştir. İşçi sınıfının kapitalizme karşı yegâne silahı Marksizm’in ideolojisi ve bu ideolojinin şekillendirdiği sınıf partisi olmuştur. Öyle ki kapitalizmin tekelci aşamaya ulaşmasıyla birlikte her alanda örgütlü saldırganlığını artırmış, işçi sınıfının en masum istekleri bile kanla bastırılmıştır. Burjuvazinin mücadele araçlarının geliştirilmesi ve etkinleştirilmesi karşısında işçi sınıfı da mücadele araç ve gereçlerini artırmıştır. Toplumsal yaşamın bütün alanları burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadelenin arenası haline gelmiştir. Merkez kapitalist ülkelerde bir yandan genel ekonomik ve politik içerikli genel grevler yoluyla üretim durma noktasına getirilirken, bir yandan da işçi sınıfı yoksul köylülüğü ve kent küçük burjuvazisini yanına alarak mücadele cephesini genişletmiş ve her alanda burjuvaziye alternatif iktidar olduğunu göstermiştir.

Burjuvazinin ideolojik ve karşı devrimci zoru işçi sınıfının özellikle politik iktidar istemli taleplerini zor yoluyla bastırarak iktidarını korumayı başarmıştır. Avrupa ülkeleri burjuvalarının kendi aralarındaki fiili savaş esnasında bu ülkelerde patlak veren işçi sınıfının isyan ve ayaklanmalarını bastırmak için savaş halindeki diğer burjuva iktidarlarla anlaşarak kendi ülkeleri işçi sınıfı hareketlerini ezmeleri tarihin bir çok kez tanıklık ettiği olaylardır. Yani burjuvazi rekabet halinde ve fiili savaş durumunda olduğu diğer ülke burjuvaları ile aralarındaki sorunun tali ve uzlaşır olduğunu, kendi ülkesi işçi sınıfı ile aralarındaki sorunun ölüm kalım savaşı ve uzlaşılmaz olduğunu kendisi kanıtlamıştır. Engelsin “Burjuvazi bizi savaşa davet etmiş, daveti kabulümüzdür” deyişi hatırlanmalıdır. İşçi sınıfı yaşamın her alanında miadını doldurmuş iktidarı burjuvaziden istemiştir. İşçi sınıfının bu talebini karşı-devrimci zor yoluyla bastıran burjuvaziye karşı devrimci zoru kullanmaktan başkaca da çaresi kalmamıştır. Görünen odur ki yerkürenin büyük çoğunluğunda sosyalizm inşa edilip kapitalizmin uluslararası etkisi kırılmadıkça burjuvazi siyasal iktidarlarını silah zoruyla dayatmaya devam edecektir. Bunun açık anlamı şudur: Kapitalizmin varlığı devam ettiği sürece burjuvazi karşı devrimci zoru kullanmaya, işçi sınıfı bu zora karşı devrimci zor seçeneğini gündemine almaya devam edecektir. Bu olgu tarihsel olarak yaşananları doğrulamıştır. Gerek 1871 Komün ayaklanmasının kanla bastırılmasında, gerek 1790 Fransa’sında, 1848 Haziran ayaklanmalarında, Avusturya’da,  karşı devrimci zor burjuvazinin an acımasızca kullandığı yöntem olmuş ve 1917 Ekim devrimi yaşanan bu deneyimlerin sonucu olarak diğer mücadele biçimlerinin yanında devrimci zoru kullanmadan iktidarın alınamayacağını kesin bir dille açıklamıştır.

Burada hemen belirtelim ki “zor” kavramıyla kastettiğimiz yalnızca silahlı zoru kapsamaz. İşçi sınıfının eylem ve mücadele alanlarını daraltan, işlevsiz kılan burjuvazinin bütün ideolojik, ekonomik, kültürel saldırısı “karşı devrimci zor” kapsamının içindedir. Artık her iki sınıfın arsındaki uzlaşmaz zıtlık, tarihin hiçbir döneminde bu denli net ve aralarında hiçbir ortak nokta bırakmayacak kadar uzlaşmaz olmamıştır ve her iki sınıfın birbirine karşı tahammülü ortadan kalkmıştır. Üstelik burjuvazi kapitalizmin yapısal krizlerinin yükünü işçi sınıfının dışında kalan gerek merkez ülkeler gerekse bağımlı ülkelerin yoksul kesimine ödetmesi ile bu uzlaşmazlık diğer sınıfları da işçi kapitalizmin karşısına dikmiştir. Merkez kapitalist ülkeler ile bağımlı ülkelerin çalışan kesimleri de sınıf mücadelesinin içine çekilmiştir.

Kapitalizmin iç çelişkilerinin ürünü olan Birinci ve İkinci paylaşım savaşlarının çatlağından SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist iktidarlar inşa edilmiş, kapitalizmin bu alanlardaki varlığına son verilmiş, pazarları daraltılmıştır. Sorun sadece pazarların daralmasıyla kalmamış, aynı zamanda merkez kapitalist ülkeler işçi sınıflarının burjuvaziye karşı iktidar mücadelesinin ve bağımlı ülkeler halklarının ulusal Kurtuluş mücadelelerinin de esin ve moral kaynağı olmuştur. Bu iki sürecin ardından birçok bağımlı ülke emperyalizme karşı vermiş olduğu Antiemperyalist mücadelelerde başarı sağlamış politik-siyasi bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Asyada Vietnam, Kamboçya, Çin, Afrika’da Angola, Yeni Gine, Latin Amerika neredeyse kıtasal olarak emperyalizme başkaldırmıştır. İşçi sınıfının ideolojik ve örgütsel mücadelesi Ulusal Kurtuluş mücadelesi veren bağımlı ülkeler örgüt ve partilerinin de esin kaynağıdır. Yani Marksist ideoloji ve mücadeleye öncülük artık yalnızca merkez kapitalist ülkeler işçi sınıflarının mücadele rehberi olmayıp, aynı zamanda emperyalizme bağımlı ülkelerin ulusal kurtuluş savaşı veren örgüt ve partilerinin de kabul ettiği bir rehber ve yol gösterici olmuştur.  Bu ülkelerde sosyalizmin o günkü koşullarda mümkün olup olmadığının tartışılması bu yazının kapsamı dışındadır. Bunu tartışmıyoruz. Ama örneğin Vietnam’da, Laos’ta Kamboçya’da Gine Basao’da, Angola’da, Eritrede, Kıtasal Latin Amerika’da antiemperyalist mücadeleye öncülük eden bütün örgüt ve partiler Marksizmden esinlenmişlerdir ve tümü “Komünist” sıfatıyla mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Mücadele aynı zamanda yer kürenin hemen hemen tümüyle geniş sempati yaratmış ve destek görmüştür.

Tarihten sadece devrimciler ders almaz. Küresel kapitalizmin bugünkü yeniden örgütlenmesinde burjuvazinin tarihten aldığı ders budur ve ideolojik ve kültürel saldırılarının temelinde Marksizmin etkisinin kırılması vardır. Marksizm ideolojisi ve örgütsel yapısıyla burjuvaziyi ürkütmüştür ve kitlelerin hafızasından silinmesi, hiç olmazsa bu etkinin sınırlandırılması bu günkü saldırısının temel nedenidir. Hatırlanmalıdır ki, Kapitalizmin ortadan kaldırılması sorunlu bir düşman olarak gördüğü SSCB ile ilişkileri 1970 lerden sonra değişmeye, “prestroyka, glasnost” gibi burjuvazinin “yok etme” ağaç kurtları kavramları aklıevvel solcuların ve goygoycu liberallerin derin övgüleriyle SSCB yönetiminin içine salınmıştır. Bu kavramlarla sözüm ona sosyalizm yumuşatılmış, artık burjuvazi ile birlikte yaşamaya karar verilmiştir. Aslında verilen karar sosyalizmin içine salınan öldürücü virüstü ve zamanı beklemek gerekecekti. Kapitalizmin beklediği sosyalizmin ölümünü ilan etme zamanı nihayet 1990 larda gelecek ve Gorbaçovla başlayan Truva atlarının kalenin içine sokulmasıyla Yeltsin adlı sarhoş ölüm ilanını açıkça okuyacaktı. Ancak bir kez daha hatırlatalım ki bu süreç yoğun bir kaşı devrimci ideolojik saldırıyla başlamıştır ve uzun süre bu bombardıman ardı arkası kesilmeden bütün iletişim, propaganda araçlarıyla devam edilmiştir. Sosyalizmin kalesinden ilk delik böylelikle açılınca bunun arkası gelmiş ve kale fethedilmiştir. Karşı devrimci İdeolojinin etkinlik kazanması sosyalizmin fiili varlığına son vermekle yeni bir aşamaya gelmiştir. Kapitalizm daha 1980 lerde başlattığı bu ideolojik saldırının doğuracağı boşluğu özellikle İslam ülkelerinde İslamcı güçleri örgütleyerek doldurmayı planlamıştır. Bir yandan SSCB ile yumuşama politikalarını devreye sokarken bir yandan da İslam ülkelerinde İslamcı güçleri SSCB ye karşı kullanmak üzere örgütlemekte ve savaşa sürmekteydi. Afganistanda islamcı Talibanı örgütleyen ilerici Babrak Karmal ve   Necibullah  iktidarına karşı savaştıran ABD ve diğer emperyalist ülkelerdir. Daha sonra “baş düşman” ilan ettiği El kaide ve Usame Bin Ladinin de ABD imalatı olduğu bilinmektedir. Ancak ne zaman boynuz kulağı geçmiştir ve İslamcı örgütler emperyalizmi hedef tahtasına kaymaya başlamıştır, yaratıcısı emperyalizmin de hışmını üzerine çekmiştir. Sorun bu örgütlerin şeriatçı filan olması değildi elbette. Kapitalizmin hizmetinde olup olmadığı esas kriterdi. El Kaide ile Talibanla savaşan, İrana burnundan soluyan Emperyalist/Kapitalizm Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap emirlikleri gibi şeriatçı rejimlerle can ciğer kuzu sarmasıdır. Artık yukarıdaki giriş açıklamasından sonra sorunun cevabı açıktır. Kimliği ve kültürü İslam olan orta Doğu ve Kuzey Afrika için yeni bir ideoloji yaratılıp bu ideoloji iktidara taşınmalıdır ve emperyalizm için korkulu rüya olan sosyalist ideolojinin kitleler üzerindeki etkisi kırılmalıdır. Siyasal İslam bu noktada Kapitalizmin ölümünü geciktirmeye aradığı çaredir. Kapitalizm “Siyasal İslam” ile iki kuşu birden vurmayı hedeflemektedir. İlk amaç sosyalist düşüncenin, ideolojinin kitleler üzerindeki etkisini kırmak, ikincisi tamamen kendi imalatı olan bu ideolojinin kendi buyruğundaki unsurlarını iktidara taşımaktır. Bu nedenle BOP nin ideolojisi siyasal islamdır ve Kapitalizm kendi imalatı bu türün iktidar yapılması ile BOP kapsamındaki ülkeleri yeniden düzenlemektedir. Az çok Demokratik geleneği olan ülkelerde seçimler yoluyla, demokratik geleneği olmayan ülkelerde ise silah zoruyla bu iktidarların başa getirilmesinin nedeni budur. Bu iktidarlar iktidar oldukları ülkelerin yaşam biçimlerini siyasal İslam ideolojisine göre yeniden düzenlemekte, adeta dayatmaktadır. İktidarın eski yapı taşları yerinden sökülüp atılmaktadır. Balyoz ve Ergenekon gibi davaların iç yüzü budur. İddia edildiği gibi darbelerle hesaplaşmak, faili meçhul cinayetlerin ortaya çıkarılması gibi kimsenin bir derdi de yoktur. Güncel olanı bu arada anımsatalım: “Devlet sırrı” denilen arşivlerin ortaya çıkarılması için AKP nin verdiği önerge neyin üstünü açacaktır?. Örneğin ABD nin protesto eylemlerinde devrimcilerin üzerine salınarak Kanlı Pazar olaylarının yaratıcısı Milli Türk Talebe birliğinin rolü de “devlet sırrı” olmaktan çıkarılarak teşhir edilecek midir? O günün Milli Türk Talebe Birliği yöneticilerinin bugün iktidarın etkili ve yetkili şahsiyetleri olmasının bir anlamı olmalıdır. Devrimciler her karşı devrimci iktidarlarca yok edilmeye çalışılmıştır. Bu AKP öncesinde de böyledir, AKP ile de böyledir. AKP nin şimdilik sosyalistlere, komünistlere “ dokunmuyor” gözükmesinin nedeni, demokrasi aşkı filan olmayıp toplumu etkileyecek güç ve örgütlükten yoksun olmalarıdır. Gerek Askeri Faşist diktatörlüklerin, gerekse sivil görünümlü iktidarların devrimcileri hedef tahtasına koymalarının nedeni bu güç ve örgütlülüğün toplumda hissedilir derecede olmasıdır. Bu nedenle geçmiş siyasi iktidarların devrimcilere karşı tavrı neyse AKP nin de tavrı odur. Birisi biraz daha uzak, diğeri biraz daha yakın değildir. AKP nin iktidar olmasında davul zurna keyf çatan ve kendilerine “liberal” diyen zihniyeti anlarız, ancak devrimci olma adına tutulan çanakla da ne anlatılması gerekiyorsa öyle anlarız. Devrimci tavır Kim il Sung’un “ Bize bir ayağı eksik sakat sandalyeye oturmamız söyleniyor. Biz komünistiz, Marksizmin dört ayağı sağlam sandalyesini, sakat sandalyelere tercih etmeyiz” tavrıdır.

Bölüm-4

  1. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve kurgulanan ve 21. birinci yüzyılın başlarında ekonomik-politik siyasaya damgasını vuran yeni sömürgeciliğin bu yüzünün ortaya çıkışı ve 20. yüzyıldaki yeni sömürgecilik ilişkilerinde bir aşama yapmasının sebebi Emperyalist/Kapitalizmin bir tercihi olmayıp, objektif-nesnel bir gerçekliğin zorunlu sonucudur.

Esasen serbest rekabetçi dönemden emperyalist aşamaya sıçrayan kapitalizmin bu aşamaya sıçramasının sebebi nasıl ki sermaye hareketlerine bağımlı olarak ortaya çıkan bir değişim ise ve bu aşamanın işaret ettiği değişim nasıl ki iki faktörü, sınıfsal çelişkilerin artmasını ve kapitalizmin bunalımını derinleştirmişse, aşamayı zorunlu kılan sermayenin yoğunlaşması da kapitalizmin bunalım ve krizlerine bir çözüm getirmek yerine bunalımları yoğunlaştırmış ve bunalımlar yoğunlaştıkça sınıfsal çelişkilerin artmasına neden olmuştur. Bu objektif olgunun  çelişkileri artırmasının neden  sınıf mücadelesinin  yoğunlaşmasını beraberinde getirmediği, yer küre ölçeğinde işçi sınıfının iktidara talip olmada epey süredir gönülsüz davrandığı sorulabilir. Ancak, yeni sömürgeciliğin değişik aşamaları açıklandıktan sonra bu sorunun yanıtı verilebilir.

Ancak öncelikle yeni sömürgeciliğin farklı aşamaları ve bu aşamaların sınıf mücadelesini etkileyiş ve sürdürülüş biçimlerine bakılmalıdır. Daha önceleri yeni sömürgecilik tartışmalarında bazı “sol grup” ya da kişiler gerek ideolojik yetersizlikleri gerekse öngörü yoksunlukları nedeniyle bu konuda söylenenleri bilerek ya da bilmeyerek yeni sömürgeciliğin 20. yüzyıldaki görünümlerine ilişkin Marksist tezlere olmadık anlamlar yüklemişler, bizim “kapitalizmin çelişkilerinin ortadan kalktığını savunduğumuz” gibi ancak bu çapta birilerinin ileri sürebileceği ve söylenenleri anlama kapasitesinden yoksun olanların zırvalayacağı sözüm ona eleştiriler yöneltmişlerdi. Öncelikle söylediklerimizden çıkarılmayacak kesin sonuç şudur: Tam tersine yeni sömürgeciliğin değişik aşamaları sermaye hareketlerinde meydana gelen niyetle bağlı olmayan objektif bir olgudur ve kapitalizmin işleyişinin değişik görünümleridir. Yeni sömürgeciliğin her aşaması kapitalizmin bunalımlarını hafifletmesi, krizlerini atlatması bir yana bunalımları ve krizleri artırmış, yoksullaşma sürecini hızlandırmış, işçi sınıfına çeşitli toplumsal kesimlerden yeni müttefikler kazandırmıştır. Bu süreç kapitalizmin ortadan kalkmasana kadar yayılacak bir süreçtir ve her yeni aşama bunalım ve krizleri artırarak devam etmektedir.

Kapitalizmin işleyişindeki her temel değişimin dinamiği sermayenin yoğunlaşmasıdır. Yoğunlaşan sermaye kabına sığmaz ve kendine yeni alanlar, yeni mecralar arar ve açmaya zorlar. Sermayenin bu hareketleri yoğunlaşma oranına göre önceki dönemlerden farklılıklar gösterir kapitalizmin işleyiş biçimlerinde değişiklikleri zorunlu kılar. Kapitalizmin işleyişindeki değişiklik sınıf mücadelesinin örgütlenme, mücadele biçimlerini değişime uygun biçimler almasını, mücadele pratiğinin de değişimin aşamalarına uygun olarak yeni yöntemlerle zenginleştirilmesini yeni boyutlar kazanmasını beraberinde getirir.  Hiçbir şey durağan değildir ve her şey değişimin yasaları içinde değişir, gelişir farklı biçim ve görünümler alır.

Kapitalizmin rekabetçi dönem burjuvazisi, kendi ulusal sınırları içinde devlet aygıtını sermayenin gelişmesinin önünü açacak,  korunmasını güvenceye alacak şekilde organize etmiştir. Sermaye ulusal kökenlidir ve ülke içinde ülke kaynaklarını sömürerek gelişmiş ve palazlanmıştır. Bu emperyalizmin embriyon/doğum evresidir ve bu evrede kapitalizmin/sermayenin karakteri ulusaldır ve faaliyet alanı ulusal sınırlar içindedir. Her ülke burjuvazisi ulusal sınırlar içinde işçi sınıfından sağladığı artık değerle sömürüsünü sürdürür ve sermaye birikimini sağlar. Bu evrede sermaye birikiminin sağlanması işçilerin yoğun ve uzun süreli çalıştırılmalarından elde edilen artık değer karıdır.  Bu nedenle üretim de tüketim de ulusal sınırlar içinde cereyan eder. Denilebilir ki bu dönemde sömürüye maruz kalan neredeyse tek sınıf ücretli emektir, işçi sınıfıdır. Ulusal burjuvazi işçi sınıfının yoğun sömürülmesinden elde ettiği artık değer karlarıyla saldırıya geçecek sermaye birimini oluşturmuştur. Tek tek üretim birimleri birleşerek, donanımlarını geliştirerek daha büyük birimli üretim alanları organize edilmiş daha çok sayıda işçi üretime katılmıştır. Tekelci dönemin aksine bu dönem kapitalizmin işçi sınıfını geliştirdiği burjuvazinin de gerek bu anlamda gerekse kapitalizm öncesi ilkel üretim biçimlerinin yerine daha ileri üretim biçimleri geliştirdiği ve eski sınıfları yıkıp ortadan kaldırdığı ilerici dönemidir. Ülke içindeki sermayenin yoğunlaşmasıyla alan olarak kapitalist üretim biçimine “ebelik” eden ülke sermayeye dar gelmeye, ülke işçi sınıfından elde edilen sömürüde az gelmeye başlamıştır. Sermaye yoğunlaştığı oranda kapitalizm öncesi ilişkilerin sürüdüğü gelişmemiş ülkeleri işgale hazırdır. Bu ülkeler Pazar ve ham madde olarak zengin ve bakir ülkelerdir ve sömürgecilik dönemi başlamıştır. Feodal tiranların/kral, prens, padişah v.b/ işgal ettiği ülkelerden aldığı “işgal haracıyla kapitalizmin işgal ettiği ülkelerdeki sömürüsü birbirine karıştırılmamalıdır. Feodalizmde üretime dayalı bir sömürü söz konusu değildir, işgal edilen ülkelerden çeşitli isimler altında “haraç” alınır, yeraltı yer üstü zenginliklerin bu anlamda sömürüsü de söz konusu değildir.  Kapitalizmin işgali ise yeraltı ve yer üstü zenginliklerin talanıyla da sınırlı olmayıp, giderek bu ülke halklarının da sömürünün bir parçası olmasıdır. Bu dönem Emperyalizm- kapitalizmin bir üst aşaması- dönemidir. Kapitalist ülkelerin egemen burjuvaları yer küreyi güç ve etkinlikleriyle orantılı olarak paylaşmışlardır. Ancak sömürüden istediği payı alamayan diğer kapitalist ülke burjuvaları sömürü alanlarının yeniden paylaşımında diretince kapitalistler arasındaki çelişki de ortaya çıkacak ve paylaşım savaşlarının önü açılacaktır. Bu dönemin çelişkileri farklı kapitalist ülkelerin burjuvaları arasında ortaya çıkan çelişkilerdir ve emperyalist ülke devletinin görevi kendisini örgütleyen sermayenin önünü açmak, bunun için savaşmak ve yeni sömürü alanları elde etmektir. Emperyalizmin bu dönemdeki işgal ettiği ülkeleri sömürü biçimi açık sömürüdür. Ülke açıkça işgal edilir, işgalciler yine açıkça kendilerinin seçtikleri ve kendi adlarına ülkenin işgal ve sömürüsünün bekçisi yöneticileri seçer ve onları denetlerler. Yeraltı yer üstü zenginlikleri ham madde olarak Emperyalist ülkeler taşınır ve bu arada imalata dönüştürülerek yeniden bu ülkelerde pazarlanır. Bu dönem sömürü alanlarını genişleten bir dönemdir. Rekabetçi kapitalizmde sömürü unsuru neredeyse yalnızca işçi sınıfı iken bu dönemde kapitalist ülkelerde işçi sınıfının dışında kalan köy ve kent yoksulları ile kent küçük burjuvaları da sömürünün içine çekilmiş ve halkın geniş kesimlerinden kapitalistlere değer transferleri gerçekleşmeye başlamıştır. Rekabetçi dönemde işçi sınıfının mücadelesi oluşma aşamasındadır ve bu dönemin mücadele biçimlerinin karakteristik özelliği çalışma koşullarının düzeltilmesi, sürelerin kısaltılması, ücretlerin iyileştirilmesi gibi ekonomik/demokratik talepler içerir. İşçi sınıfı henüz ne iktidara talip olmaya hazırdır, ne de uzun vadeli ve çok yönlü mücadele pratiğine sahiptir.  Ancak işçi sınıfı da ekonomik demokratik talepli mücadelesinin gel-git süreçlerinde mücadele pratiğini geliştirdiği, “kendiliğinden sınıf”  döneminden “ kendisi için sınıf”  dönemine geçtiği dönemdir. Burjuvazinin doğumunu ilk habercilerinin feodal döne içinde ortaya çıkan -ekonomi ve ticaretin ötesinde-  reform ve Rönesans hareketleri olduğu bilinir. Reform hareketleriyle dinin toplum yaşamındaki etkisi ortadan kaldırılmış ve Hıristiyanlık kiliseye hapsedilmiştir. Rönesans ile ise kısa bir açıklama ile burjuvazi kendi bilim kültür sanat ve eğitimini oluşturmuştur. Avrupa’da laisizm temel toplumsal yaşam biçimi olarak kabul görmüştür. Dini ve dinsel öğeleri kendi toplumsal yaşamından çıkaran emperyalist burjuvazinin, genellikle paganist/doğa dinleri/ inanca sahip sömürge ülkeler halklarını misyonerlik faaliyetleriyle Hıristiyanlaştırdığı öykülere, romanlara, filmlere konu olmuştur. Dinin toplumsal yaşama sokulmasının nedeni önemlidir ülkemizin günceli açısından önemlidir ve ileriki açıklamalarımızda konuyu, küresel kapitalizmin Müslüman coğrafyada  “ılımlı İslam” daki ısrarı açısından irdelemeyi sürdüreceğiz.

Bölüm-5

Bu başlık altındaki yazımızın dördüncü bölümünde, Serbest rekabetçi kapitalizmin Emperyalist kapitalizme evirilmesiyle birlikte Emperyalist/Kapitalizmin sömürgecilik ilişkilerinin tek tek kapitalistlerin parlak fikirleri, öznel niyetleri olmayıp, sermayenin yoğunlaşmasının ve yoğunlaşan sermayenin kendisine yeni mecralar aramasının bir sonucu olduğu üzerinde durulmuştu. Kapitalizmin İşleyişin özelliklerine yakından bakıldığında bu döneme ilişkin sömürgecilik ilişkilerinin feodal dönemin açık fetih ilişkilerinden farklı şeyler olduğu sonucu hemen ortaya çıkmaktadır. Bu farklılığın ilk elde göze çarpan yanı sömürünün sürdürülüş biçimindeki değişikliktir. Sömürge ülkeler emperyalistler arasında yeni pazarlar elde etme ve mevcudu koruma açısından kıyasıya bir rekabet unsurudur ve her emperyalist ülke kendi askeri gücüyle egemenliği altındaki sömürge ülkelerde sömürüyü disipline etmektedir. Oysa gelinen aşamada yeryüzünde pazarlar paylaşılmıştır ve neredeyse keşfedilecek yeni Pazar alanları yoktur. Ekonomik ve askeri alanda güçlenen kapitalist ülkenin/ülkelerin önceki Pazar paylaşımına itirazları ve yeniden paylaşımla pazarlarını genişletme istekleri emperyalistler arası paylaşım savaşlarının da gerekçesini oluşturacaktır. Her iki paylaşım savaşı da tek tek emperyalistler açısından değil ama bütün emperyalist sistem açısından bir yıkım olacaktır. Birinci ve ikinci paylaşım savaşları yerküre ölçeğinde emperyalistlere yeni pazarlar kazandırmak şöyle dursun, mevcut pazarlarının üçte birini kaybetmelerine neden olmuştur. Bu sonuç merkez kapitalist ülkelerin emperyalistler arasındaki ilişkinin yeniden düzenlenmesini de zorunlu kılmıştır. Merkez kapitalist ülkeler, paylaşım savaşlarının çatlaklarından ortaya çıkan ve yerküre ölçeğinde kapitalizme karşı somut bir alternatif oluşturan sosyalist ülkelere karşı bir “ blok örgütlenme” ile kendi aralarındaki rekabetin yanı sıra sosyalist bloğa karşı sıra sistem olarak birlikte hareket etmenin de ilk ipucudur. Nato, IMF, Dünya Bankası gibi emperyalistler arasındaki oluşumlar bu dönemin ürünüdür. Hemen Birinci paylaşım savaşının sonucunda başlayan ve ikinci paylaşım savaşıyla birlikte doruğa çıkan Sosyalist sistem ve Ulusal Kurtuluş Savaşları işbirliği Emperyalizmi köşeye sıkıştırmıştır. Merkez kapitalist ülkelerin dışında cereyan eden antiemperyalist hareketler merkez kapitalist ülke işçi sınıflarının da sosyalist iktidar mücadelelerinin yoğunlaştırılması sonucunu doğurmuştur.

Bu iki olgu ilki, yani mevcut pazarların arka arkaya kaybedilmesi olgusu, yoğunlaşan sermayenin hareket alanlarının daralması ve bunalımların periyodik aralıklarının kısalması, bir sonraki krizin sonucunun bir öncekilerden daha ağır tezahür etmesi yine tek tek kapitalist ülkeleri değil bir bütün olarak emperyalist sistemi açmaza sokmuştur. Sistemin işleyişindeki değişikliğin asıl nedeni budur ancak ikinci olgu olarak saptadığımız Merkez kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin boyutu, kat ettiği mesafenin sonucu emperyalistler arasında ve emperyalist sistemde en az birinci olgu kadar endişe vericidir. Tehdit şu veya bu ülke kapitalizmine karşı değil emperyalist/kapitalizmin sistem olarak kendisine karşıdır ve her iki olgu karşısında sıkışan emperyalizm sorunun çözümünde de ortak hareket etmek zorunda kalmıştır.

Kapitalizm açısından tartışmasız bütün sorun Pazar sorunudur ki zaten açmazı da burada başlamaktadır. Bütün çelişki ve çatışmanın odak noktası da budur. Sermayenin efendisi yoktur, tersine sermaye kendisine sahip olduğunu düşünen burjuvazinin efendisidir ve var olma kabiliyetini, hareket alanlarını kendisi belirler. Burjuvazi bu hareket alanlarının belirlenmesinde, sermayenin yayılmasında sadece bir araçtır. Sermaye/Kapitalizm ister burjuvazi yapar. Burjuvazi sermayenin/kapitalizmin emir kuludur, kölesidir. Sömürü sermayeyi yoğunlaştırır, yoğunlaşan sermaye yoğunluk oranında yayılacağı pazara gereksinim duyar. Sermayenin yoğunlaşmasının sınırı yoktur. Bunun anlamı sömürünün yumuşatılması, daha azına rıza göstermesi gibi bir yaklaşım kapitalizmin ruhuna aykırıdır, kendisini inkar etmesidir. Sermayenin “daha çok” unun sınırı yoktur ama sömürünün, pazarın sınırı vardır. Kapitalizm sömürü alanlarından kovulduğu gün, yaşam alanları da bitecektir ve bu onun ölümüdür.  Sermayenin daha çok yoğunlaşması daha geniş Pazar ihtiyacını zorunlu kılar. Yoğunlaşma kendi oranında pazar bulamadığında iste etkisi bütün toplumu alt üst edecek derecede infilak eder, patlar. Kıtasal ve bölgesel savaşlar sermayenin bu karakterinin, yayılma ve daha çok sömürüsünün ürünüdür. Savaşların yıkımların nedeni budur. Faşizmin dayanağı budur, Diktatörlüklerin arkasındaki dayanak budur. Açlık, yoksulluk nedeni budur.  Bu nedenle kavramlar düşünülürken tartışılırken sosyalistler bu gerçeği gözden kaçırmaz. Kapitalizm var oldukça bu melanetlerin hiç birisi insanın ve toplumun peşini bırakmayacaktır. Kapitalizmi karşısına almayan hiçbir kavramın, söylemin ilericilikle, demokratlıkla, insan haklarıyla ilgisi yoktur. Kapitalizm kutsanarak demokrat olunamaz, kapitalizme dokunmadan ilerici olmak, hümanist olmak açıkça hem kendisine yalan söylemektir, hem de başkalarını aldatmaktır. Önceki yazılarımızda ısrarla vurguladığımız bir noktanın yeniden altı çizilmelidir: Nasıl ki liberalizm burjuvazinin serbest rekabetçi dönemine tekabül eden siyasal ve politik işlevi ve rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme/emperyalizme dönüşmesi ile liberalizmin toplumsal maddi temeli ortadan kalkmış ise, yine bu döneme tekabül eden ve siyasal/politik ifadesi liberalizm olarak adlandırılan demokrasi, insan hakları da emperyalizm dönemiyle birlikte bu kavramların toplumsal yaşamda yer almasını sağlayan burjuvazi tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu nedenle bugün kendilerini demokrasi, demokratik haklar, insan hakları açısından ve bu hakların savunulmasının tarafı olarak kendilerini liberal olarak ve liberalizmin bu hakların savunucusu olarak ileri sürenler ya aymazlık içindedirler, ya da açıkça yalan söylemektedirler. Zaten bu gün liberalizm adına kalem oynatanların emperyalizmle/kapitalizmle bir dertlerinin olmadığı gibi, tersine küresel kapitalizmin merkezlerini bu hakların savunucuları olarak lanse etmeleri bu görevi emperyalist kapitalizm adına üstlendiklerinin de artık anlaşılması gerekmektedir. Çalışanların sendikal ve çalışma hakları birer birer ortadan kaldırılacak, buna ses çıkarmayacaksın ama insan haklarından söz edeceksin. Geri bıraktırılmış ülkeler emperyalizmin yeni düzenlemesine uygun hale getirilmek için ülkeler, bölgeler savaş alanı haleni getirilecek, buna bayramlık çocuklar gibi el çırpacaksın, merkez kapitalist ülkelerde bile çalışan kesimin ve toplumun küçük burjuva kesimlerinin birçok hakları alenen gasp edilecek, buna ses çıkarmayacaksın. Peki, ama toplumdan bu kesimleri çıkarınca geriye zaten “insan” kalmıyor ki, sen hangi insan haklarından bahsediyorsun, hangi demokrasi, hangi özgürlük… Görünen odur ki küresel burjuvazi ilerici değerleri kendi sömürüsünün parçası olarak dünya pazarlarına sunmuştur ve bu kesimler bu kavramlarla emperyalizmin pazar tellallığını yapmaktadır. Yine aynı şekilde bugün temel, esas çelişkinin emek-Sermaye çelişkisi olduğunu göremeyenler, görmek istemeyenler, kapitalizm öncesi kalıntıları toplumsal mücadelenin ilk unsuru olarak ortaya çıkanlar niyetleri ne olursa olsun emperyalizmin kucağına oturmaya mahkumdurlar. Geri bıraktırılmış ülkeler kapitalizmin normal seyrinde geliştiği ülkeler değildir, kapitalizm bu ülkelerde bu ülkelerde sömürünün içselleştirilmesi amacıyla, plansız programsız ve çarpık biçimde geliştirilmiştir. Bu nedenle kapitalizm öncesi ilişkilerin varlığı elbette bir gerçektir. Ancak bugüne değin tarihin hiçbir döneminde böylesine uzlaşmaz karakter taşımayan emek sermaye çelişkisinin ötelenerek yerine farazi çelişkiler ikame etmek sınıf mücadelesinin de ötelenmesi ve bu çelişkiden küresel kapitalizmin yararlanması için ona fırsat verilmesi anlamını taşıyacaktır. Sınıfsal güçlerin ve doğal müttefiklerinin tepkilerini ve enerjilerini tali sorunlara kaydıracaktır. Bir başka noktaya da tekrar vurgu yapılmalıdır. Güncel olaylar olarak görünen burjuvazinin kıvrak manevrası “sol”dan birçok insanın pusulasını şaşırtmıştır ve sistemin işleyişindeki değişikliği, sistemin manevralarını kavrama yeteneğini kaybedenler “ulusçuluk” a sarılmışlardır. AKP iktidarının orduyla hesaplaşmasına ya taraf olunmuştur ya da ağıtlar yakılmıştır. “Ulusçuluk elden gidiyor”. Peki ama ulusçuluğun- bu kesimlerin serzenişlerine göre- elden gitmediği dönemlerin portresi neydi?. Tarihin belli dönemlerini, sadece 12 Martları, 12 Eylülleri söz konusu etmiyoruz. Elli-altmış yıllık bir dönemden söz ediyoruz. Bu dönemin temel karakteristiği iktidar odaklarının emperyalizmin rafine işbirlikçileri olduğu mu yadsınacak, işçi hareketlerinin kanla bastırıldığı mı yadsınacak, devrimcilerin, ilericilerin sürek avı gibi avlandıkları mı tartışılacak?. Bu dönemlerde ulusçuluk sözüm ona “ dimdik” ayakta idi. Bu dönem iktidar sahipleri arkasındaki emperyalizmin desteği ile iktidar olduklarını ne çabuk unuttular da şimdi ulusçulukları akıllarına geldi acaba. Hayat tarihin gerçek tanığıdır. Gerek AKP iktidarının gerekse AKP öncesi iktidarların hamisi emperyalist/Kapitalizmdir. Emperyalizmin seçerek iktidar yaptığı iktidarların birinin öbüründen daha iyi mi daha kötü mü olduğu abuklukları hedef şaşırtmaya yöneliktir. Kavramlar elbette önemlidir, ancak Emperyalist/Kapitalizmi hedeflemeyen hiçbir siyasal hareketin ilericilik vasfı yoktur. Emek sermaye çelişkisini, bu çelişkinin esas temel gücü işçi sınıfının sosyalizm hedefini saptıran hiçbir kişinin de yakınmaya hakkı yoktur. Antiemperyalist olmak elbette çok önemlidir ancak bu gün yeterli olma özelliğini yitirmiştir. Antiemperyalizm anti Kapitalizmle bütünleştirilmediği sürece boş kalıplarla zaman öldürülecektir ve işçi sınıfının tarihi misyonunun geciktirilmesinin vebalinin altına girilecektir.

İşleyişin toplumsal sonuçlarına, toplumlar ve insan üzerindeki etkilerine ileride değineceğiz. Ancak öncelikle işleyişin değişimindeki ekonomik ve politik sonuçları ortaya konulmalıdır.

Emperyalistlerin aralarındaki rekabeti ikinci planda bırakıp bütünleşmeye yönelmelerinin nedeni de burjuvazinin öznel niyeti olmayıp sermayenin yoğunlaşmasının, bu yoğunlaşmaya uygun pazarlar aranmasının bir sonucudur. 20. Yüzyılın ortalarında gelişen rekabet bütünleşme ikileminin pratikteki görünümü Merkez kapitalist ülkelerde iç pazarın canlandırılması, çalışma koşullarında göreceli iyileştirme, ücretlerde nispi artışlar şeklinde gözlemlenirken, geri bıraktırılmış ülkelerde sömürünün daha da ağırlaştırılması, işsizliğin ve yoksulluğun artması şeklinde tezahür etmektedir. Geri bıraktırılmış ülkelerin bu dönemde,  aşağı yukarı siyasal bağımsızlıklarını ilan etmeleri gerçekte pratikte hiçbir anlam ifade etmemiş, emperyalizm görünürdeki “siyasal bağımsızlığı” sömürünün yeni yöntemlerle ve daha da ağırlaştırılmış olarak sürdürülmesinde bir araç olarak kullanmışlardır. Ülkede açıkça işgalci güçlerin gözle görünür “zor güçleri” yoktur, kitlelerin ülkedeki yabancı güçlere karşı tepkileri pasifize edilmiştir, ancak yabancı zor güçlerin yerini yerli, işbirlikçi siyasal iktidarların zor güçleri almıştır. Her işbirlikçi siyasal iktidar kendi ülkesinde sömürü ve yağmayı emperyalizm adına idame ettiren birer şubedir, siyasal iktidarlar da bağımsız bir ülkenin siyasal iktidarları olmayıp emperyalizmin eyalet valileri görevini üstlenmiştir, daha doğrusu bu koşullarda bu görevi yerine getirmek için iktidar yapılmışlardır. Bu ülkelerdeki iktidarlar hangi görünümde olursa olsunlar, siyasal politik söylemleri ne olursa olsun emperyalist/Kapitalizm adına iktidar olmuşlardır ve mevcut düzen içinde “ muhaliflik” de emperyalizme hizmet adına yarışmaktır. İrdelemelerimizi gelecek sayıda sürdüreceğiz.

Bölüm-6

Öncelikle bu başlık altında yayımlanan yazının beş bölümünün içeriğine, soruna yaklaşım biçimimize ilişkin düşünce ve yaklaşımlarını ciddiye aldığımız arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan gelen eleştirilere kısaca değinmek istiyoruz. Yönetilen eleştirilerin başlıcası yazının başlığı olan “ yeni sömürgeciliğin değişkenleriyle” ilintilidir. İleri sürülen itiraz şu: “Kapitalizm emek sömürüsü üzerine kurulmuştur. İki yüz yıldan bu yana da böyle sürmekte olup, yok olup gidene kadar da böyle devam edecektir. Emek sömürüsünün ortadan kalkmasıyla da zaten kapitalizmin kendisi ortadan kalkacaktır.” İleri sürülenler doğru ve itiraz kabul etmez. Doğru, ancak eksik bir yaklaşım. Eksiklik, bizi cevap vermeye zorlayacak kadar da bağışlanmaz bir yanlışı beraberinde getirmiştir.  Yaklaşımı tamamlayan ikin unsurun, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve Pazar sorununun yaklaşımın dışında bırakılması kapitalizmi sadece ve yalnızca “işçilerin emek sömürüsüne” indirgemek olur ki, bu yaklaşım Marksizmi değil ekonomizmi, sınıf iktidarını değil burjuvaziyle uzlaşılarak bu çelişkinin yumuşatılmasını öngören “reformizm” i işaret eder. İngiliz Fabianları da Marksist olduklarını ileri sürmüşler, ancak işçi sınıının ekonomik temelli örgütlenmelerle sömürüyü dengeleyeceklerini ileri sürmüşlerdi. Fabianlardan yüz elli yıl sonra bizzat kapitalizmin kendisi, sömürü yöntemlerini her türlü olanağı kullanarak hiçbir sınır tanımadan ve buna tahammül bile göstermeyeceğinin ispatıdır. Hayat Fabianların tatlı rüyalarını kabusa çevirmiştir.  Elbette emek sömürüsü-biz buna emeğin artık değer sömürüsü diyelim- kapitalizmin varlık nedenidir, emek sermaye çelişkisi kapitalizmle işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz temel çelişkidir. Çelişkinin çözümü üretim araçlarının özel mülkiyetinin işçi sınıfının iktidarı aracılığı ile toplumsal mülkiyete dönüştürülmesiyle son bulur. Kapitalizm işçi sınıfının emeğini üretim sürecinde sömürür.

Kapitalist üretim ise Pazar için üretimidir ve üretilen malların pazarlanmasıdır. Bu nedenle “Pazar ekonomisi” kapitalizmin can damarıdır ve bu olguyu dışlayarak kapitalizmin işleyişi ve işleyişteki değişiklikler kavranamaz, çözümlenemez. Aksi durumda kapitalizmin tarihiyle başlayan gerek yerküre ölçeğinde, gerekse bölgesel/yerel alanlarda başvurduğu “emperyalist savaşların” bir açıklaması olmayacaktır. Bilmem nerenin prensinin şu davranışı, nere voyvodasının bu çılgınlığı ile emperyalizmi anlamaya çalışırız. Oysa emperyalist aşama ile birlikte kapitalist sömürü katmerleşmiş, yalnızca artık değer sömürüsüyle yetinmekle kalmamış, gerek emperyalist ülke halklarının cebinden değer transferi yolları yaratarak gerekse sömürge ülke halklarının yeraltı yer üstü zenginliklerini talan ederek sömürü alanlarını genişletmiştir. Kapitalizm Pazar demektir ve pazarların ortadan kaldırılması onun ölümüdür. Yazımızda irdelemeye çalıştığımız tam da budur. Yoksa yazının bütünlüğünde emeğin artık değer sömürüsünü göz ardı etme gibi bir olgu söz konusu olamaz. Diyalektik yöntem, gelişimin, değişimin gözlenmesidir ve Marksist düşünce tarzı da gelişimi-değişimi bütün olgu ve olasılıklarıyla ele alır, çözümler ve bu maddi veriler üzerinde işçi sınıfının mücadele hattını, araçlarını, eylem biçimini oluşturur. Ayrıca yazımızın salt entelektüel deneme olmadığını belirtmek zorundayız. Ancak yaklaşım tarzımızın doğruluğundan eminiz ve arkadaşlarımızın eleştirilerine bu noktada katılmak bu arkadaşlarımızın dogmatizmine, ortaklık olacaktır ki, tavrımız bunun dışındadır ve öyle olacaktır. Tekrar vurgulayalım. Yazımızın hiçbir bölümünde, satırında ve sözcüğünde kapitalist sömürünün temel öğesinin emeğin artık değer sömürüsü olduğuna ilişkin kuşku belirtir hiçbir emare yoktur. Ancak kapitalizmin irdelenmesinde Pazar sorununun yok sayılması ya da ihmali sadece kapitalistlerin size bol keseden teşekkürlerini sunmaları, avuçlarını ovuşturmaları anlamına gelecektir. Tarih boyunca sınıflar birbirlerine teşekkür etmemişlerdir, savaşmışlardır. Tarih bu inadını sınıfların ortadan kalkmasına kadar da sürdürecektir.

Sözünü ettiğimiz yeni sömürgecilik yöntemlerinde değişim süreci 21.yüzyılın başlarında kapitalizmin devresel kriz aralıklarının sıklaştığı döneme denk düşen süreçtir. Bu sürecin belirleyici özelliği, Sosyalist sistemi içine alan SSCB ve Doğu Avrupa’yı içine alan sosyalist sistemi yeniden kapitalizmin pazarına açmak, Balkanları ve  Orta Doğu ağırlıklı olarak Kuzey Afrika ve Kafkasya’yı içine alan enerji bölgelerinin -tek tek emperyalist ülkeler adına değil- Emperyalist/Kapitalist sistem adına yeniden organize edilmesidir. Önceliğin Orta Doğu ve Kuzey Afrika olmasının nedeni yerkürenin diğer bölgelerinin teslim alınmasında bu bölgenin jeopolitik önemidir. 20. yüzyılın ikinci yarısında İsrail, sistemin Ortadoğuyu kontrol etmesinde yeterli iken, Kuzey Afrika’nın ve Kafkasya’nın enerji kaynaklarının sistem adına kontrolünde bu işlevi yerine getiremeyecektir, yetersiz kalacaktır. Dolayısıyla Ortadoğu sistem adına bütünüyle sistem adına homojenleştirilip İsrailleştirilmelidir. Bu nedenle Orta doğudaki yönetimlere müdahale kaçınılmazdır. Emperyalizm açısından gerçekten “ bahar” olan “Arap Baharı” olarak adlandırılan gerici kışkırtmalarla Orta Doğu ve kuzey Afrika’daki yönetimlerin birer birer parçalanıp yerlerine ikame edilen yönetimler Arap kimliği taşıyan ve sözüm ona Arap ülkelerine demokrasi vadeden taşeron yönetimlerdir. Emperyalizm, politik/siyasal bir amaca ulaşmada sonuç alıcı yatırımlarını uzun vadede tasarlar ve adım adım hedefe gider. Bu nedenle geçmiş yazılarımızda ısrarla belirttiğimiz gibi bu süreç Türkiye’de 12 Eylül faşizmi ile başlamıştır. Ancak sürecin bu günü hedefleyen plan ve projesinden 12 Eylülü gerçekleştirenlerin bilgilerinin olmadığına inanıyoruz. 12 Eylül Generalleri Pentagon eğitiminden geçmiş Natocu generallerdir ve elbette emperyalizmin doğrusu bunlarında doğrusudur. Ancak emperyalizm ne istediğini ve neyi amaçladığını bilmektedir. Bunlar ise sistemin terminatörleridir ve sistem adına hareket ederler. Yani gerçekten birer zavallılardır ve tek üstün yanları, kitlelerin cebinden adeta çalınan vergilerle ve kitlelere ve onun gerek sınıfsal gerekse ekonomik örgütlenmelerinin bastırılmasına, yok edilmesine yönelik olarak kullanılmak üzere ellerine tutuşturulan silahlardır.   O günden bugüne sıkı 12 Eylül karşıtı kesilenlerin 12 Eylülün programı üzerinde oturanları kutsamalarını düşünmeye değer bulmaktayız. 12 Eylüle karşısın ama 12 Eylül faşizminin programıyla iktidar olan Özal ve AKP iktidarının demokratlığına toz kondurmayacaksın!… Meşhur sözdür bilinir: Emperyalizm adama bokunu yedirtir… Görünürle yetinirseniz emperyalizmin gözdeleri olur çıkarsınız. Ne adına… Kuşkusuz ilerici, demokrat, hatta sosyalist olma adına… Breh, breh, breh… 12 Eylül ile başlayan süreçte emperyalizmin projesi yürürlüğe konmuştur. Örneğin 12 Eylül uygulamalarında toplumsal yaşama dinsel faktörlerin sokuşturulması, 12 Eylül anayasasına Din derslerinin zorunlu okutulmasının konulması, özelleştirmeler ( siz buna kamu mallarının yağmalanması deyin) öngörülen inşa için ilk kazmanın vurulmasıdır. Şimdi birkaç yıl geriye gidip o günün koşullarında gerek AB ve gerekse ABD diplomatlarının Laisizm adına söylediklerine bakmakta yarar var. CİA istasyon şefi Paul Henzenin derdi Türkiyenin laikliği olmuştu ve iki de bir Türkiye’nin laisizmden kurtulması ve ılımlı İslama yönelmesine ilişkin akıl hocalığı yapmaktaydı. “uygarlıklar çatışması”nın mucidine göre “uygarlık” din demekti ve uygarlıklar çatışması dönemi başlamıştı.  Uygarlıklar çatışması tezi adeta emperyalizmin dinsel ayeti olmuştu ve her yer açık kürsü di adeta. Bu gün özellikle toplumsal yaşamlarında dinsel etmenlerin belirleyici olduğu toplumlarda bu tezin sonuçlarını verdiği kabul edilmelidir. Afrika’nın, Asya’nın birçok ülkesinde farklı dinlere mensup insanları çatıştırmayı, kitlesel katliamlara varan kıyımlar tertiplemeyi başardılar. Uygarlıklar çatışması hız kesmedi, bu kez de aynı dine mensup farklı mezhepsel çatışma için zemin hazırdı. Irakta, Suriye’de, Lübnan’da,  Sünni-Şii çatışmasının günlük bilânçosu yüzlerce insanın ölümüdür. Peşinden emperyalizmin bir başka şaklabanı Tarihin sonunu getirdi ve sınıf savaşlarını bitirerek kapitalizmi ebedileştirip ölümsüzleştirdi. Şimdi bunları sırayla okuyalım: Önce etnik ve dini farklılıklar kaşınacak, bu temelli hoşnutsuzluklar yaratılacaktır. Bir yandan sömürüye ilişkin kapitalizme karşı kitleselleşmenin önü kesilecek, diğer yandan dinselleşen toplum AB/ABD imalatı “Ilımlı İslam’ın” oy desteği olacaktır. Bir an akla ister istemez şöyle bir soru geliyor: Şayet Orta Doğu halklarının dinsel inanışı İslamiyet değil de örneğin Hıristiyanlık ya da başka bir din olsaydı, Emperyalizm amaca ulaşmak için hiç kuşkunuz olmasın bu kez istasyon şefleri, diplomatları, yalama medyası ile Türkiye’nin İslamiyet’ten kurtulup ılımlı bilmem neyi kabullenmesini tavsiye edecekti.  Daha doğrusu tavsiye de değil, dikte ettirilecekti. Amaç, bölge halklarının dinsel bütünlük içinde sisteme uyumunu sağlamaktır. Sistem AKP yi iktidara taşırken eline iki kart vermiştir. Birincisi ılımlı İslam kartı, ikincisi etnik kart. AKP ilk elde birinci kartın gereklerini yerine getirmiş, toplumsal yaşamı ılımlı İslama endeksli olarak dinselleştirmiştir. Şimdi sıra Kürt kartındadır. Bu iki kart AKP ye Büyük orta Doğu projesinin Türkiye ayağını düzenlemek için iktidar kartı olarak verilmiştir. Bu nedenle biz gelinen noktanın “Kürt sorunu”nu çözmeyle ilişkisi olduğun düşünenlerden değiliz. Kürt sorunu Emek-Sermaye çelişkisinin yoğunlaştığı bir alandır ve çözümü de Emek-Sermaye çelişkisinin çözümünün içindedir.

Bölüm-7

“Sistem AKP’yi iktidara taşırken eline iki kart vermiştir. Birincisi; ılımlı İslam kartı, ikincisi etnik kart. AKP ilk elde birinci kartın gereklerini yerine getirmiş, toplumsal yaşamı ılımlı İslam’a endeksli olarak dinselleştirmiştir. Şimdi sıra Kürt kartındadır. Bu iki kart AKP’ye Büyük orta Doğu projesinin Türkiye ayağını düzenlemek için iktidar kartı olarak verilmiştir. Bu nedenle biz gelinen noktanın “Kürt sorunu”nu çözmeyle ilişkisi olduğunu düşünenlerden değiliz. Kürt sorunu Emek-Sermaye çelişkisinin yoğunlaştığı bir alandır ve çözümü de Emek-Sermaye çelişkisinin çözümünün içindedir.”

Yukarıdaki alıntı, bu başlık altında Kitle dergisinin Mayıs 2013 sayısında yayımlanan yazının bitiş paragrafıdır. Henüz sözüm ona “Kürt sorununun çözümü” konusunda “ılımlı islamın” iktidar partisi AKP, Kürt etnik siyasetinin temsilcisi BDP ve PKK kendi aralarındaki barışın adını “toplumsal barış” olarak adlandırmamış, PKK’nın silahlı güçlerinin geri çekilmesi başlamamış, PKK sürece ilişkin meşhur açıklamasını henüz yapmamış, iktidar partisinin toplumsal yaşamın bireysel alanını bile dinsel referanslarla düzenlemeye cüret edebileceği tahmin bile edilememişti. Bu iki sayının yayımlanması aralığında bölgede ve ülkede önemli ve sıcak gelişmeler yaşandı. Şimdi sürecin başlamasına ilişkin PKK’nın meşhur açıklaması ve açıklamayı izleyen gelişmeler yeniden hatırlanmalıdır. PKK’nın bu açıklaması satır başlarıyla şöyleydi: “Türkiye cephesinde Türkler ve Kürtler olmak üzere, bütün Orta Doğu halkları “İslam şemsiyesi” altında birleşmelidir. Musul ve Kerkük Misakı Milliye dahil edilmelidir”. PKK’nın açıklaması satır başlarıyla budur. Ancak  “birleşme şemsiyesinin islam” olmasına ve Musul-Kerkük’ün Misakı Milli sınırları içine alınmasına” ilişkin açıklamanın satır araları dikkatli okunduğunda “biz bunu bir yerlerden daha duymuştuk” nakaratı hemen hatırlanacaktır.

PKK’nın bu açıklamasının ardından AKP hükümetinin adeta savaş açtığı, her açıklamasında hedef gösterdiği Suriye yönetimi de Kuzey Suriye’yi PYD’ye teslim etmemiş, PYD’nin Kuzey Suriye’de yönetim hâkimiyeti henüz tesis edilmemişti. Yeniden başa dönelim: İki binli yıllara girerken Emperyalizmin ideologları küresel kapitalizmin yönelimini “Tarihin sonunun geldiğini, sınıf savaşlarının bittiğini” (Fukiyama) ve “uygarlıklar çatışmasını” (yine toplumsal gelişmenin dinamiği işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin yerini dinsel ve etnik çatışmaların alacağı kastedilmektedir) (Huntington) keşfetmişler, emperyalistler sistem olarak politikasını ve yönelimini, dayatmalarını bu tespitlerin istikameti doğrultusunda gerçekleştirmek için kolları sıvamış ve yoğun bir kara propaganda için bütün olanaklarını seferber etmişlerdir.  Bu ideologların ve ardıllarının görevi tıkanan kapitalizmin önünü açma gayretleri uluslar arası söylem ve pratikte “çok etnisiteli ve birden fazla dinsel inanca sahip “Ulus devletlerin” içinde “etnisiteyi ve dinsel/mezhepsel farklılıkları kışkırtarak kapitalizmin ihtiyaç duyduğu, küresel çapta yeni pazarlar, yeni enerji kaynakları yaratmanın politik siyasal pratikte önünü açmaktır. Bir noktanın altı dikkatlice yeniden çizilmelidir: Klasik kapitalizm “Ulus Devletlerin” olanakları içinde gelişmiş ve serpilmiştir. Yirminci yüzyılın başlarına kadar da “ulus devletlerin” halklarının sömürülmesiyle varlığını devam ettirmiştir. Ancak gelinen noktada “Ulus devletlerin” sınırları içindeki aktivitesi yoğunlaşan sermaye birikimine cevap vermez olmuş, bunalımların ve krizlerin periyodik aralıkları kısalmıştır. Sürekli bunalım durumu sürekli krizlere dönüşmüştür. Artık ulusal sınırlar kapitalizme dar gelmektedir ve küresel çapta bir sömürü ağının örülmesi de “ulus devletlerin” varlıklarının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. Yukarıda değinilen çok kimlikli ve çok inançlı ulus devletlerin içindeki bu iki faktörün kışkırtılmasının nedeni budur. Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu şey de ulus devletlerin varlıklarını sonlayacak, yerine kapitalizmin merkezinden yönetilecek küçük eyaletlerin inşa edilmesidir. Kapitalizm “Ulus devlet” sınırları içinde öylesine bunalmıştır ki, Avrupa’nın ve ABD’nin “Sosyal refah devletleri” krizlerin yükünü halka çıkarmış, işsizlik almış başını gitmiş, vergiler ağırlaştırılmış, sosyal güvenlik sistemi çökmüş,  orta gelirli kesim erimiş ve yoksullaşan kitlelerin sayısı astronomik olarak artmıştır. Bunun AB ülkelerindeki ve ABD’deki politik yansıması bir yandan ırkçılığın hortlaması ile faşist güçlerin toplumsal etkinliğinin artması diğer yandan ilerici güçlerin Anti-Kapitalist eylemlerinin yoğunlaşmasıdır. Ancak Emperyalist/Kapitalizm açısından Kapitalizmin uzun aralıklarla yaşadığı toplumsal bunalımı, sistemin siyasi ve politik merkezleri çoğu kez şaşkınlıkla izlemekte, hangi tür ekonomik-siyasi politikayı uygularlarsa uygulasınlar çözüm üretmekte aciz kalmaktadırlar. Şimdi Fukiyamanın “Tarihin sonu geldi, sınıf mücadeleleri bitti”, Huntingtonun Fukiyamayı bir başka açıdan taklit eden ve sınıf mücadelelerinin yerini “uygarlıklar çatışması” adını verdiği etnik/dinsel farklılıklara sahip kitleleri tanımlanan aidiyetleriyle savaştırma girişimlerini üst üste koyduğunuzda kapitalizmin kazanımı olarak görülen genel görünüm başlıklarıyla şudur: Sovyetlerin ve diğer sosyalist ülkelerin yıkılması ile yirminci yüzyılın başından beri kapitalist sömürü alanı dışında kalan yer kürenin üçte birinin yeniden kapitalizme Pazar/sömürü alanı olarak kazandırılması, Balkanlardaki etnik çatışmaların kışkırtılmasıyla Yugoslavya’nın parçalanması, Orta Doğu, kuzey Afrika ve Kafkasya’yı içine alan bölgede ulusal sınırların yeniden çizilmesi, yani etnik ve dinsel kökenli ve kapitalizmin merkezlerince kotarılmış eyalet devletlerin oluşturulması, buralardaki petrol, doğal gaz ve diğer enerji kaynakları üzerinde kesin hakimiyetin sağlanması şeklinde başlıklandırmak mümkündür. Küresel kapitalizmin varmak istediği hedef açık ve nettir: Sömürü ve yağma alanı dışında kalmış dünyanın köşe bucağında egemenliğini tesis etmektir. Elbette Kapitalizmin Emperyalist aşamaya ulaşmasıyla özellikle Avrupa dışında kalan Asya, Afrika, Latin Amerika gibi ülkelerde sömürgeler elde ettiği, bu ülkelerin yeraltı yer üstü zenginliklerini yağmalamak için açık ya da gizli işgale başvurduğu bilinen gerçektir. Ancak yirmibirinci yüzyıla girerken kapitalizmin işleyişindeki göze çarpan en büyük etken artık tek tek kapitalist ülkelerin etkin/egemen şirketlerinin kendi adlarına sömürüyü ikame etme yerine her bir kapitalist devleti aşan, iç içe geçmiş, ulusal kimlik taşımayan, uluslar üstü çokuluslu şirketler çoğulundan neredeyse sistem içinde tekleşen ve tekil olarak adlandırabilinecek dev bir ahtapotun bütün organlarının yer küreyi sarmalına dolaması olarak gözükmesidir ve klasik kapitalizmde görülmeyen, tanık olunmayan bir olgudur. Bu olgu gözden kaçırıldığında olup biteni anlamak, doğru yorumlamak ve doğru adımlar atmak olası değildir. Küresel kapitalizm yer küreyi yeniden şekillendiriyor, var olanı sömürü ilişkilerinin gerektirdiği şekilde ortadan kaldırıp, yerkürenin bütünsel egemenliği doğrultusunda parçalar yeniden tasarlanarak “bütüne” uyumunu sağlamaya çalışıyor. Irak, Libya, Mısır, Yemen, Suriye birer parçadır ve olan biten sistemle uyumun sağlanmasıdır. Buralardaki sisteme uyumun sağlanmasında seçilen yöntemle Türkiye’nin sisteme uyumunun sağlanmasındaki yöntemlerin farklılığı yanıltıcı olmamalıdır. Ancak, müdahale gerekçesinin bu ülkelerin bütünü için aynı olduğu unutulmamalıdır. “Demokrasi ve insan hakları”. Türkiye’de az buçuk işleyen parlamentarizmin olanaklarıyla bu uyumun sağlanması görevi AKP’ye verilmiştir ve AKP’nin iktidar yapılmasındaki amaç budur. AKP’nin söylem olarak “siyasal islamı” seçmesi, İslamcı söylemi referans alarak toplumsal yaşamı düzenlemeye çalışması da asla tesadüf olmayıp Kapitalizmin merkezlerinin AKP’ye verdiği görevdir. Ulus devlet olmanın olmazsa olmazları vardır. Etnikçilik ve dinsel inanç ulus devlet içinde yaşam alanı bulamaz. AKP’nin laisizmi ve onun simgesel değerlerini “tu kaka” ederek Müslüman/Sünni inancı ön plana çıkarması Müslüman ve Sünni olan Orta Doğu halklarına “çalım atma” kendini kabullendirme ve Orta Doğuda planlanan ve orta Doğu halklarının “Müslüman/Sünni” geleneğinin sisteme uyum sağlamada belirleyici faktör olacağı düşüncesidir. Büyük orta Doğu projesinin diğer ayağı ise etnik kimliklerin toplumsal yaşamda politik etkinliğinin sağlanmasıdır. Kürt sorununa atfedilen ve Kürt sorunun sokulduğu mecra da budur. AKP,  iktidar olduğu on yıl öncesinden daha düne kadar PKK hakkında en ağır en aşağılayıcı söylemleri kullanmaktan çekinmezken, diğer taraftan kapalı kapılar arkasında amaca uygun hazırlıklar tamamlanmış, görünürde ise mızrağın ucu yavaş yavaş çuvaldan çıkarılmış, kitlesel tepkiler törpülene törpülene bugünkü noktaya gelinmiştir. Yani AKP ile PKK’yı bir araya getiren Büyük Orta Doğu projesinin bölgesel uygulamasıdır. Her ikisi de bu projenin vazgeçilmez unsurlarıdır. Şimdi geriye dönüp baktığınızda PKK çıkış noktasını Marksist olarak ilan etmiş ve birçok ilericiyi de inandırmıştır. Ancak aşama aşama gelinen noktada PKK’nın etnik kimliğe teslim olması PKK’yı Türkiye ve Orta Doğuda sistemin esaslı unsurlarından biri durumuna getirmiştir. PKK’nın silah bırakması, sınır dışına çekilmesi, AKP’nin bunun organizesini yapmasına gerekçe gösterilen “akan kanın durması”  gibi kitlesel vicdana seslenişin hiçbir inandırıcı yanı yoktur. Amaç hâsıl olmuş, otuz yıldır gelinmek istenen sonuca yönelik olarak sürdürülen savaş toplumda bezginlik yaratmış ve bu bezginlikten Emperyalist/Kapitalizm istediği sonucu elde etmiş, hedeflediği amaca ulaşmıştır. Büyük orta Doğu projesinin Suriye ayağı beklentilerde bir aksilik olmazsa neredeyse tamamlanmak üzeredir. Sırada İran vardır. Emperyalizmin İran’a müdahale için ne gerekçe bulabileceğini, hangi yalana inandırıcılık katacağını şimdiden bilemeyiz ama bilenen bir şey varsa İran ayağı tamamlanmadan fotoğraf eksik kalacaktır ve emperyalizmin buna tahammülü yoktur. Türkiye-İran-Irak-Suriye parçalarının birleştirilmesiyle oluşturulacak “Büyük Kürdistan” emperyalizmin büyük hizmetkarı olmaya adaydır. Emperyalist/Kapitalizm Arap ülkelerini İsrail ayağıyla kontrol altında tutarken Kafkasya bölgesine yönelik olarak da tasarladığı Kürdistan’a ihtiyaç duymaktadır. Yoksa “Kürt halkın demokratik talepleri” gibi bir söylem ve iddia bu görüntü içinde kara bir mizahtır ve tasarlanan “Kürdistan’da” Kürt halkının yeri bile olmayacaktır. Sınıf mücadelesi pusulasını kaybedenleri emperyalizm sisli havada akbabanın civciv kapması gibi kapmaya hazırdır ve kimsenin de bundan şikâyet hakkı yoktur. Düşmanla uzlaşılmaz, Kapitalizmin kağnısına binen uçurumun dibini boylamaya da hazır olmalıdır.

Bölüm-8

Yazının önceki bölümlerinde yeni sömürgeciliğin değişkenlerinde üç olguya vurgu yapılmış, dikkat çekilmişti. Birincisi; Sermaye birikimi gelmiş olduğu düzey itibariyle, doğumunu ve varlığını borçlu olduğu ulusal sınırları ortadan kaldırarak küresel boyutta tüm yer küreyi egemenliği altına almak istemektedir. Bu niteliği ile süreç içinde oluşan Uluslar arası sermaye bir dönemler sömürüden pay alan ulusal sermayenin egemenlik/sömürü alanını da ortadan kaldırmış, bu sermayeyi tasfiye etmiştir. Bu gün ulusal sermaye kapitalizmin yan sanayii olma özelliğine indirgenmiş, egemenlik alanlarında söz ve karar hakkını yitirmiştir. ( Bu koşullarda neden ulusalcılığın tarihsel sürecini tamamladığına ve çözüm olamayacağına, artık bütün ülkeler için neden demokratik devrim sürecinin tamamlanarak sosyalizmin inşasının kaçınılmaz tek devrim programı olduğuna ilişkin tezimizin dayanak noktası da budur).  Bunun en kısa yoldan ortaya çıkardığı sonucunun tanımı sömürünün ağırlaştırılarak sürdürülmesidir. İkincisi, ağırlaşan sömürüye karşı kitlesel tepkilerin pasifize edilmesinin yolu da bir yandan baskıcı rejimlerin inşası, diğer yandan kitlerin etnik ve dinsel aidiyetlerinin farklılığı üzerine kurulu sosyolojik, kültürel, psikolojik olarak uzunca bir “edilgenleştirme/siyasal olarak yedekleme” süreci sonunda emperyalist/kapitalist iktidarlara bağımlı hale getirilmesidir. Üçüncüsü, Sömürünün işsiz bıraktığı, adeta açlıkla burun buruna yaşayan toplumsal kesimin çaresizliklerini kullanarak bir “sadaka toplumu” yaratılması yoluyla toplumun oldukça geniş bir kesimini kapsayan alt kültüre mensup işsiz-yarı işsiz kesimlerin dinsel-geleneksel biat/tapınma kültürü içine çekilebilmesidir. AKP nin gerek yerel yönetimlerinin gerekse genel yönetim/iktidar politikasının yaygın olarak ücretsiz odun- kömür, yiyecek içecek dağıtması ve dinsel göndermelerle taçlandırması kırsal kesimlerde yaygın oy potansiyeline sahip olmasının nedenidir. Sistemin en gerekli ihtiyaçlarını karşılamaktan yoksun bıraktığı, bu nedenle sistemle en çok sorunu olması gereken işsiz-yarı işsiz yoksul kesimlerin en iktidar yanlısı görünmelerinin altında yatan gerçek de budur. Sistemin görünen yüzü olarak AKP iktidarının bu politikası yoksul kitlelerin büyük kesiminde kabul görmüş, kitleler ideolojik ve politik olarak yedeklenmiş, AKP politikalarının destekçisi olmuştur. Klasik burjuva toplumlarında görülen, işçi sınıfının genel bütünlüğü içinde ayrıcalıklı küçük bir “işçi aristokrasisi” yaratarak ulaşmak istediği işçilerin genel toplamını sistemin destekçisi durumuna getirme amaç ve gayreti, sisteme bağımlı ülkelerde daha az giderle daha çok kitleye hitap eden sadaka ekonomisi yoluyla yapılmaktadır. Sömürü sistemiyle en çok çelişkisi olan toplumsal kesimin sistemin en yakın destekçisi konumuna getirilerek çelişkilerin yumuşatılmaya çalışılması, toplumsal öfke ve patlamaların ertelenip/ötelenmesi, iktidarların sistemle kitleler arasında kırılgan, yarını ne olacağı kestirilmeyen bir “suni denge” oluşturma politikasının sonucudur. Bu politikaların sistem açısından elle tutulur sonucu toplumun iktidara siyasal olarak yedeklenmesidir ve istenilen de zaten budur. Sadaka ekonomisiyle ve biat/tapınma kültürü ile sisteme yedeklenmeyen, sisteme karşı tepkisini bir şekilde dışa vuran, ilericiler, yurtseverler, sosyalistler, komünistler, çevreciler, feministler… Sistemle barışık olmayan toplumun çeşitli kesimleri imkan dahilindeki araçlarla tepkilerini bireysel ya da örgütlü olarak ortaya koymalarıyla baskıcı politikaları derhal karşılarında bulacaklar ve iktidarın hedefi olacaklardır.

Küresel kapitalizmin iktidarları küresel kapitalizmin topluma dönük yüzünü “ insan hakları, demokrasi ve barış” olarak lanse etmişler ve bu “üç sözcüğün” okunması görevini de kendilerine “liberal aydın” denen sözcülerine vermişlerdir. Kapitalizm kendi tarihinin hiçbir döneminde 21. yüzyılın başlarında vücut bulan, içeriğini açıklamaya çalıştığımız küresel kapitalizm kadar saldırgan olmamış ve saldırganlığını böylesi bir ustalıkla, riyakarlığını böylesi profesyonelce “barış, demokrasi ve insan hakları” maskesiyle kapatamamıştır. Politik/siyasal arenalarda resmi kurumların sözcüleri ( hükümet sözcüleri, devlet başkanları, Nato, CİA, AB nin çeşitli kurumlarının sözcüleri v.b) bu “üç sözcüğü” kitleler nezdinde sahiplenme sahtekârlığında daha resmi ve daha az görünürlerken, yaygın olarak kitlelerle yüz yüze, küresel kapitalizmden beslenen, sisteme sadık ve gayri resmi sözcüleri olan, kendilerine “ liberal aydınlar” yaftasını takan genellikle kitle iletişim araçlarının çeşitli kollarında görevlendirilmiş kesim gelmektedir. Küresel kapitalizm kitlelerle doğrudan iletişim araçları olan medyanın etkili gücünü keşfetmiş, bu alanda sınırsız olanaklara sahip medya kuruluşları oluşturmuştur. Bu kuruluşlar-istisnaları hariç- kapitalizmin “ yıkama, yağlama” araçlarına dönüştürülmüştür. TV kanallarında her gün, bizzat sistemden kaynaklanan ve sistemin kaçınılmaz üretimi olan savaşın, işsizliğin, açlığın ortasında yaşama tutunmaya çalışan kitleler adeta sistemin bu üç sözcüğü ile bombardımana tutulmakta, bir yalanın böylesine inandırıcı olması için mutlak bir maharete sahip olması gereken sahibinin sesi liberaller tarafından övgü konfetilerine tutulmaktadırlar. Bunlar gerçekten hedefledikleri ve toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan sınıf bilinçsiz kitlelere, aşağılık bir yalanı, utanmaz bir riyakârlığı kapitalizm adına yutturma becerisine sahip, alanında uzman yalan makineleridir. Yukarıda değinmeye çalıştığımız, sistemle en uzlaşmaz çelişkiye sahip olması gereken toplumun en geri kesimlerinin sistemin iktidarlarının en yakın destekçileri konumuna getirilerek ölüm döşeğindeki kapitalizmin nefes almasına olanak sağlamak olarak tanımladığımız “suni dengenin” sosyal, kültürel ve psikolojik uzmanları, karşı devrimci kimliklerinin üzerine “liberal maskesi” takan bu kesimdir. Sisteme karşı kitlesel hareketlerin sabote edilmesinde uzman, zorla bastırılmasında görünüşte liberal gerçekte akıl hocasıdırlar. Sebep ve sonuçlarıyla oldukça kapsamlı bir alanda tartışılması gereken “Gezi” olayında bu riyakârlıklarını sinsi ve ikiyüzlüce ortaya koymuşlardır. Siyasal İslam’ın yaşam tarzının dayatmalarından ve AKP iktidarının otoriterliğinden bunalan kitlelerin kendiliğinden eylemlerine ilişkin “ hareketin ideolojisiz ve örgütsüz” olmasına selam durarak sistem ve kendileri açısından korkutucu olan sonucu sabote etmede uzmanlıklarını konuşturmuşlar, ideolojisizliğe ve örgütsüzlüğe övgüler yağdırmışlardır. Karşı devrimci eğitimlerinde uzmanlarınca kendilerine öğretilen “ önüne geçemiyorsan sabote et” görevini, bir yandan gezi direnişine güya menkıbeler dizerlerken direnişe sempatiyle bakıyor gözükmüşler, diğer yandan akıl hocalığı ettikleri iktidar sahiplerine eylemin sabote edilmesinde danışmanlık yapmışlardır. AKP iktidarının sözcülerinin eyleme karşı farklı dil kullanmalarının sebebi budur. Osmanlı geleneğinden olanlar eylemin polis şiddetiyle bastırılmasını öne çıkarırken, karşı devrimin inceltilmiş dehlizlerinden geçenler direnişin örgütlenme aşamasına varmasını engellemek için güya daha “ şirin” bir dil kullanmayı tercih etmişlerdir. Bize göre “daha şirin bir dil” kullanan kesim polis zorunu öne çıkaran kesimden daha kurnazdır. Sözüm ona daha hoşgörülü, daha demokrat görünerek suyun denize ulaşmasını engellemenin yolunu aramaktadırlar. Akıl hocası liberallere göre ise eylemin örgütsüz ve ideolojiden yoksun olması övgüye değerdir. Maazallah ya gezi direnişinde ortaya çıkan enerji dönüştürücü ve toparlayıcı devrimci bir örgütlenmenin itkisi altına girerse ne olacak… Ne olacak, elbette bütün karşı devrimciler gibi bu liberal yaftalı karşı devrimcilerin de “örgütsüz ve ideolojisiz” olduğu için övgülerine mazhar olan gezi direnişi, kâbusları olacaktır. Bu nedenle direnişin örgütsüzlüğü ve devrimci ideolojiden yoksun oluşu sisteme zarar verici etkisini göstermeden dağılacağı için övülmelidir ama direniş asla örgütsel bir sıçrama ve ideolojik bir karakter taşımamalıdır. Kendiliğinden hareketlerin en az direnme çizgisine sahip ve saman alevi gibi parlayıp sönücü karakterini iyi bilirler. Ne de olsa Marksizmsin rahle-i tedrisatından geçmişlerdir. Marksizm’den öğrenmişlerdir. Bu nedenle Marksizm’e karşı nasıl savaşılacağının da uzmanıdırlar. İnceden inceye kotarılmış sabotaj planlarıyla… Süzülmüş riyakârlıkla ve rafine edilmiş yalanlarla… Gezi direnişi “suni denge” olarak tanımladığımız kitlelerin siyasal iktidara yedeklenmesinin sosyal ve psikolojik ayağını kırmıştır. Suni dengenin bileşenlerinden bu ki olgu yara almıştır. Kapitalist sistemin içinde bulunduğu ekonomik ve politik açmaz bu beklenmedik şoku “tedavi edici” manevi olanaklara sahip değildir, ileride olabileceğinin de hiçbir belirtisi de Kitleler eskisi yönetilmek istemediklerinin işaretini vermişlerdir. Neyi istemediklerini ilan etmişlerdir ancak yerine neyin konulması gerektiğinin bilincinde değillerdir ve nasıl yapılması gerektiğini devrimci hareketin örgütsel öğreticiliğinde öğreneceklerdir. Bu bir başlangıçtır. Kapitalist sistemin gemisinin Türkiye ayağı su almıştır. Görünen tepki AKP ye tepki ile sınırlı olmayıp AKP nezdinde kapitalist sisteme gösterilen tepkidir. Gezi direnişi liberallerin bulanık suyunda salt AKP ye karşı tepkiye indirgenemez, buna izin ve fırsat verilmemelidir. Kapitalizmin siyasal tecridine giden yol açılmıştır. Eksik olan ne ve yapmalı?. Devam edeceğiz.

Bölüm-9

Geçen sayıda küresel kapitalizmin ideologlarının kitlelerin tepkilerini pasifize etme, sistem içinde eritme politikalarına dikkat çekmiş, gezi olaylarıyla dışa vuran kitlesel tepkiler üzerine geliştirilen çeşitli senaryoların tepkiyi “eritme, etkisizleştirme” üzerine kurulu olduğunu, her ne kadar dışa vurulan, görülen tepkilerin AKP iktidarı görünüründe ortaya çıksa da devrimcilerin tepkinin görünen biçimini küçümsemeden sisteme kanalize etmenin yollarını aramaları, “nasıl”ı düşünmeleri gereği üzerinde durmuştuk. Mısır ile başlayan süreç, Suriye’ye ilişkin suların ısıtılması ve savaş borazancılığının meşruiyetinin yaratılmaya çalışılmasının güncel bir durum olması karşısında, sisteme yönelen kitlesel tepkilerin yaratılan suni denge ile sistem içine çekilmesi, eritilmesi, yok edilmesine ilişkin düşüncelerimizi ve devrimcilerin ne yapılması konusundaki önerilerimizi bir sonraki sayılarda devam etmek üzere Mısır ve Suriye güncelini irdelemeye çalışacağız.

Kapitalizmin küresel boyuta erişmesi ve politikalarını bu erişimin gereği olarak yeniden şekillendirmesinin hedeflerinden birisi de Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesi (BOP) kapsamında Orta doğunun kapitalist sistemin sömürüsüne uygun yeniden şekillendirmesi, bu oluşumun nüfus kapsamı açısından halklarının Müslüman olması Orta Doğu ülkelerindeki iktidarların siyasal yapısının   “siyasal İslam” olarak seçilmesi BOP projesinin ana eksenini oluşturmaktadır. İslamcı bir iktidarın Müslüman inanca sahip kitlelerce sorunsuz kabullenileceği varsayımı küresel kapitalizmin neredeyse bir inancına dönüşmüş, siyasi, politik ve kültürel projeler bunun üzerine kurulmuştur. Öncelikle Mısır ve Suriye ayrıksı, tesadüfi gelişen bir olay görünümü olmanın ötesinedir ve Orta Doğuda öngörülen, denenen emperyalizmin politikalarının bir yap- bozudur. Ancak kanımızca Mısıra yapılan müdahale ile Suriye’ye yapılan Müdahalenin nedenlerinin aynı olmadığını düşünüyoruz. Mısıra yapılan müdahale emperyalizmin neredeyse iterek iktidar yaptığı, kendisinin iktidara getirdiği Müslüman kardeşler iktidarına ilişkin bir müdahale iken, Suriye emperyalizmin dümen suyuna girmeyen orta Doğuda anti emperyalizm geleneğine sahip “Milli ve bağımsızlıkçı” bir politika izleyen “Baas” çizgisini korumaktadır. Emperyalizmin tahammülsüzlüğü de budur. Gerek dinsel gerekse etnik kökenli bütün gerici unsurları Suriye’ye yönetimine karşı birleştirerek Baas iktidarını zayıf düşürmek ve iktidarın kendini koruma önlemlerini “barbarlık” olarak nitelendirirken yağmacı özgür Suriye Ordusu denilen, öldürdüğü insanların kalbini çıkarıp teşhir ederek yiyen yamyamları “Demokrasi güçleri” olarak lanse etmede bir sakınca görülmemektedir. Emperyalizmin küresel politikasını oluşturan temel etmen, “Ulus devletlerin” varlığına son vermek, bu ülkeleri kapitalizmin sömürüsüne uygun alanlar olarak düzenlemek ve bu alanların emperyalizm adına iç düzenlemesini yapmak, güvenliğini sağlamak için uygun iktidarları seçmektir. Seçilen “uygun iktidarlar” kitlelerin dinsel ya da etniksel ilkel güdülerini siyasal desteğe çevirerek ülkede emperyalizm adına “istikrar” oluşturacak, amaca uygun dönüşümleri gerçekleştirecektir. “Siyasal İslam” temelli iktidarların Müslüman ülkelerde yerine getirmesi beklenen görev budur.

Bilindiği gibi Mısırda Müslüman kardeşleri iktidara taşıyan rüzgar Tahrir Meydanı eylemleridir. Sayısal olarak yirmi iki milyon düzenden “ gayri memnun” kitlenin aylarca ve geceli gündüzlü sürdürdükleri eylemde temel talepleri demokrasidir, Yaşam alanlarının özgürleştirilmesi, işsizlik sorunun çözülmesi, örgütlenmeye ilişkin müdahalenin ortadan kaldırılması v.s. Eylemi oluşturan kitlelerin politik yapıları irdelendiğinde başlangıçta gerici unsurlar eylemin içinde yoktur. Gerici unsurların en örgütlü gücü Müslüman Kardeşler eylemin içinde yer almamıştır. Eylemin ortaya çıkardığı pratik politikanın doğruladığı bir gerçek bir kez daha varlığını ispat emiştir: Kitlesel eylemlerin meyvelerini örgütlü güçler toparlar ve kendi hanelerine getiri olarak yazarlar. “Arap Baharı” denilen ve Tunus’taki kitlesel gösterilerle başlayan, giderek Orta Doğu ve Müslüman Arap dünyasını saran eylemlerde kitlelerin ortak talebi demokrasidir, demokratik taleplerdir. Yani desteklenmesi gereken haklı ve meşru taleplerdir. Tunus’taki kitlesel gösterilerde de Dinci muhaliflerin örgütlü gücü ( Tunusun AKP si, ya da Müslüman kardeşleri) Ennahda başlangıçta kitlesel eylemlerin içinde yoktur. Gerek Mısırda İslamcı Müslüman Kardeşlerin gerekse Tunus’ta Ennahdanın içeriği ilerici talepler olan kitlesel eylemlerin içinde yer almaları ve ilerici taleplerde bulunmaları varlık nedenlerine aykırılıktır ve elbette beklenemez de. Zira eylemlerin ortaya çıkardığı sonuçla iktidar koltuğuna oturan Müslüman Kardeşlerin ilk yaptığı işi, kendilerini iktidara taşıyan kitlelerin tepkilerinin hedefindeki eski rejimin egemen sınıflarıyla derhal uzlaşmaya varmak olmuştur. Ancak, her iki ülkedeki eylemlerin gelip geçici, sıradan eylemler olmadığı, iktidarı sarsıcı ve yerinden edici boyutta olduğunun anlaşılması ile İslamcı örgütler gösterilerin içinde yer almaya başlamışlardır. Küresel kapitalizmin BOP çerçevesinde medya yoluyla ılımlı İslamcı iktidar arar gibi muhatap aradığı bu örgütlerce bilinmesine karşın, efendilerinin nazarında “ciddiye alınma” kuşkusunu giderecek bir olanak elde etmişlerdir ve rüştlerini ispat için de bu fırsatı kaçırmamışlardır. Örgütlü güçleri, deney ve tecrübeleriyle İktidarı alaşağı edecek boyuttaki bu eylemlerin meyvelerini toparlayacak yetenektedirler. Bu yeteneklerini kullanmaları efendilerinden gerekli icazetin alınması ve kendilerine iktidar yolunun açılması için bir fırsattır. Nitekim her iki İslamcı örgüt ilerici güçlerin kitlesel desteğinin üzerine oturarak iktidar olmuşlardır. Kitlesel gösterilerin ruhu ve örgütleyicisi sol güçlerin dağınık, örgütsüz, işçi sınıfının iktidarını gerçekleştirecek programdan yoksun olmaları kitlesel tepkilerin İslamcı güçlere peşkeş çekilmesine neden olmuştur. İşçi sınıfının partisinin iktidara giden yolda programsız, deneysiz, tecrübesiz ve kararsız olması durumları tarihte bir çok kez yaşanmıştır ve iktidara giden yolda doğan olanaklar sayısız kez heder edilmiştir. Mısır ve Tunus’taki ilerici güçlerin tepkilerinin gerici unsurlarca kullanılarak iktidar olmalarına olanak verilmesi tarihin bir ilki değildir, sadece tarihi tersten okumak ya da hiç okumamaktır.

Şimdi irdelenmesi gereken ve beklenmeyen- gerçekten beklenmeyen mi?- bir gelişmenin İslamcı çevrelerdeki tepkisi anlaşılmaya çalışılmalıdır. Ne oldu da ala ve vala ile iktidara gelen Mursi yönetimi Bizzat Müslüman Kardeşlerin atadığı ve katıksız İslamcı olduğu bilinen General Sisi darbesiyle Mursi yönetimi alaşağı edilmiştir?. Üstelik Küresel Kapitalizmin iktidarı için “aday adayı” olanların daha iktidarlarının ilk yılında bizzat Küresel Kapitalistler tarafından darbenin onay alması nasıl açıklanacaktır?. Küresel kapitalizmin Arap Coğrafyasında güvenini kazanan ve hepsi de Müslüman olan Suudi Arabistan’dan Körfez ülkeleri Katar, Bahreyn, Birleşik Arap emirlikleri v.s kadar ülkelerin de darbeyi desteklediği düşünülürse gerçekte işin içinde iş olduğu sonucuna varılacaktır. Önce kısa bir hatırlatma: 20. Yüz yılın son çeyreğinde Emperyalist Batı SSCB etkisini kırmak için Güneyden yeşil kuşak projesini uygulamaya koymuş, Afganistan’daki ilerici Babrak Karmal ve Necibullah yönetimlerine karşı Taliban ve El Kaide gibi radikal dinci örgütleri askeri ve finansal olarak organize etmiştir. Gerçekten Afganistan’da ilerici rejimlerin yıkılmasında bu iki radikal dinci örgütün ABD destekli CİA organizeli saldırıları etkin olmuştur. Süreç içinde boynuz kulağı aşmış, her iki radikal dinci örgüt dinsel kültürel farklılığı öne çıkararak, ama asla kapitalizmin, sömürünün kendisine karşı olma gibi bir derdi olmaksızın “İslam’ın Hıristiyanlığa karşı Cihat” ının sözcüleri olmuşlardır. Bu güne eğdin de Hıristiyan Batının çeşitli ülkelerdeki kurumlarına karşı “İslam’ın” vurucu gücü olmaya devam etmektedirler. Bir deney ve tecrübe olarak Batı bunu not etmiştir. Oysa İslam ülkeleri için imalatları “ Ilımlı İslam” iktidarı ararlarken iktidar koltuğuna oturtulan namzetlere verilen Müslüman ülke halklarının Müslüman inancının kitlesel desteğe dönüştürülerek emperyalizm adına istikrarın oluşturulmasıdır. Kısaca Mursi’ye iktidarı teslim edenler aynı zamanda Mursi’yi, Müslüman kardeşleri “gözlem altına” almışlardır. Müslüman Kardeşler iktidarı, iktidar olurken emperyalizmin kendisine verdiği seyir defteri günlüğü uygulamalarının dışına çıkmıştır. El Kaide ve Taliban gibi daha önce not edilmiş radikal dincilerin arzuladığı uygulamaları birer birer programa alıp uygulamaya başlamıştır. Bu uygulama ülkedeki kitlesel tepkilerin yeniden canlanmasına, meydanlara dökülmesine neden olmuştur. Oysa Müslüman Kardeşlere verilen iktidar uygulama katalogunda yer “istikrar” yeni kitlesel gösterilerle istikrarsızlığa doğru yol almaya başlamıştır. Bu durum deyim yerindeyse “ emir-komuta” ilişkilerini rafa kaldırmıştır ve büyük komutanın buna tahammül etmesi beklenemezdi. Kestirilemeyen sonuç budur. Müslüman Kardeşler Mısır halkının iktidarı değildir, iktidar koltuğu yukarıda sıralanmaya çalışılan koşullarda “ şartlı ve ödünç “ verilmiştir. Şart ihlal edilince koltuk Müslüman Kardeşlerin altından çekilmiştir. Sorunun bu yönü görülmeden yok darbeydi, yok değildi tartışması sorunun kendisini kavramaktan kaçıştır.

İleri ki yazımızda konuyu tartışmaya devam edeceğiz, ancak, AKP iktidarının Gezi eylemlerinden duyduğu tedirginlik ve Müslüman Kardeşler iktidarının /Mursinin devrilmesine tepkisinin nedenleri üzerinde düşünmek gerekir.

Bölüm-10

Yazımızın bir önceki bölümünde, “gezi” halk hareketine ilişkin AKP iktidarının sözcülerinin aslında aynı olan niyetlerini “mış” gibi yaparak “farklı” gösterme gayretlerinin altını çizmiş ve aşağıdaki değerlendirmeyi yapmıştık.

“AKP iktidarının sözcülerinin eyleme karşı farklı dil kullanmalarının sebebi budur. Osmanlı geleneğinden olanlar eylemin polis şiddetiyle bastırılmasını öne çıkarırken, karşı devrimin inceltilmiş dehlizlerinden geçenler direnişin örgütlenme aşamasına varmasını engellemek için güya daha “ şirin” bir dil kullanmayı tercih etmişlerdir. Bize göre “daha şirin bir dil” kullanan kesim polis zorunu öne çıkaran kesimden daha kurnazdır. Sözüm ona daha hoşgörülü, daha demokrat görünerek suyun denize ulaşmasını engellemenin yolunu aramaktadırlar. Akıl hocası liberallere göre ise eylemin örgütsüz ve ideolojiden yoksun olması övgüye değerdir.” Aradan geçen süre içinde yukarıdaki değerlendirmemiz gerek yandaş medyadaki gerekse iktidardaki ağızlar tarafından doğrulanmış, üstelik 1.10.2013 günlü TBMM açılışını yapan C. Başkanı Gül “ Gezi demokrasinin tezahürü dür” diye buyurmuş!… İktidar partisi Cumhurbaşkanının bu değerlendirmesi ile yürütmenin başı Başbakan R..T. Erdoğan şürekasının /hükümetin ile polisiye tedbirlerin sonuna kadar kullanılması gerektiğine ilişkin değerlendirmesi ulaşılmak istenen amacın farklı sözcüklerle ifadesinden başka bir anlam taşımamaktadır. İktidar sözcülerinin kaygıları aynı kaygılardır.“Gezi” özeli genelleştirilerek, bir bütünsellik içinde, mevcut düzende ifadesini bulan “gericiliğe karşı” başlayan tepkinin örgütlü bir halk hareketine dönüşüp emperyalist/ Kapitalizme yani, sisteme yönelmesinin engellenmesine ilişkindir.

Hükümet kanadı sosyal hareketliliği polis zoruyla engellemeye çalışırken, diğer kanat eylemin kontrol altına alınmasını ve sistem içine hapsedilmesini benimsemiştir. Bu nedenle yukarıdaki değerlendirmede güya daha hoş görülü imiş gibi davrananların değerlerinden daha sinsi ve kurnaz olduğu vurgusu, liberallerin, yandaşların ve meydanın çırpınışları karşısında yerinde ve doğru bir tespittir. İktidar Cephesinin “hoşgörü”lülerinin mesajı şudur: “İleri Demokrasimizde gösteri hakkınızı kullanmanız hakkınız, ama sınırlarınızı bilin”. Son bir ayda akıl hocalarının “ gezi eylemi yönetilemedi” diye çırpınışlarının anlamı da budur. Eylem sistem içinde kalmalı ve asla sisteme karşı bir tepkiye dönüşmemelidir. Böylelikle hem dış dünyanın tepkisi nötralize edilmiş olacaktır, hem de hareketin kendiliğinden karakteri toplumsal tepkiye neden olmadan sönüp gidecektir.

Yaklaşım AKP iktidarının her iki kanadının da denge politikasına uygundur. Büyük orta Doğu projesinin iktidar seçeneği “Ilımlı İslam” kapsamında iktidara getirilen AKP, son bir yıla kadar kendisini iktidar yapan Batı Kapitalizminin övgüsüne mazhar olurken son bir yılda işin rengi değişmiştir. Küresel Kapitalizmin Orta Doğu ve Kuzey Afrika gibi yoğun Müslüman halkların yoğun olarak yaşadığı bölgelere uygun bulduğu “ılımlı İslam” projesi ve bu projenin eş başkanı olarak T.c Başbakanının görevlendirilmesi bu coğrafyadaki haritanın küresel kapitalizmin gereklerine ve ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesinin öngörülmesidir. Kapitalizmin hesabı uzun vadelidir ve siyasal İslam kimlikli bir yönetimin uygulamalarına dinsel inancını sosyal yaşamının merkezine koyan kitlelerin tam desteğini alacağı ve toplumsal/sınıfsal hareketliliğin uzun dönemde önüne geçileceği hesabı yatmaktadır. Batı ve yandaş medyanın salya sümük “Arap Baharı” diye tempo tuttukları kışkırtmaların altında yatan sebep de budur: Küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap vermeyen, sömürüye uygun düzenlemelere mırın-kırın eden yönetimlerin batı destekli kışkırtmalarla devrilmesi ve zaten hazırlıkları yollardan beri süren ve desteklenen ve ifadesini “Müslüman Kardeşler” de bulan “Ilımlı İslam” yönetimlerinin iktidara taşınmasının önünün açılmasıdır. Nitekim Mısırla başlayan ve bizce içeriği gerici olan ve ancak sınıf bilinçsiz kitlelerin öne sürüldüğü eylemlerin sonucu istenilen amaca ulaşılmış, Mısırda Müslüman Kardeşlerin Mursisi, Tunusun Müslüman Kardeşleri Ennahda Partisi bu yolla iktidara getirilmiştir. Libyada Kaddafi iktidarının sonunun getirilmesinde doğrudan emperyalist gerici zor kullanılırken Yemende iniş çıkışlar sürmektedir. Birleşik Arap emirlikleri, Suudi Arabistan yönetimlerinin kumandası itirazsız Washingtondadır ve iktidarlarını böle devam ettirmektedirler. Ancak, “Ilımlı islamın” iktidar olması için uzun yıllardır plan-projeler hazırlayan, bu güçlerden maddi desteğini esirgemeyen Küresel kapitalizmin hesabı tutmamıştır. Gerek bir yıllık Mursi iktidardında, gerekse Tunusta Ennahda iktidarında, bu ülkelere nazaran seçim sistemiyle iktidar olan AKP iktidarının gidişatında, ılımlı İslam iktidarlarının El Kaide, Taliban ve diğer türev radikal İslamcı örgütlerin arka bahçesi, büyüyüp beslendikleri alan oldukları batı kapitalizminde panik yaratmıştır. El bebek gül bebek bin bir türlü övgüyle iktidara getirdikleri Mursinin bir askeri darbe ile devrilmesine batının itirazı olmamıştır. Tunusta Ennahda iktidarı 2013 Eylül ayında kitlesel gösteriler sonucu istifa etmek zorunda kalmıştır. Kısaca küresel Kapitalizm “Ilımlı İslam” iktidarlarında umduğunu bulamamış, bu iktidarlar küresel kapitalizmin yapılanmasında ihtiyaç duyulan “huzur (!…)” ortamını sağlayamamış, tersine kitlesel tepkilere neden olan İslami uygulamaları hızla gerçekleştirmeye başlamalarıyla kitlesel tepkilerin fitilini ateşlemiş, bir başka deyişle kapitalizm için gerek duyulan “huzur ortamı(!…) nı sabote etmeye başlamışlardır. “Ilımlı İslam” iktidarları iktidar yapılmalarının gereklerini yerine getirememiştir. Bu iktidarların belirleyicisi Küresel Kapitalizm ılımlı İslam iktidarlarını gözden çıkarmış, yeni arayışlara yönelmiştir. AKP, bizce gezi olayını doğru okumuştur ve ürkmesinin, korkmasının nedeni budur. Alınan polisiye tedbirlerle gelişen halk hareketinin bastırılmasına yönelik uygulamalar olsun, hareketin sistem içinde tutulması gerektiği konusunda çırpınanlar olsun aynı amacın farklı söylemlerini kullanmaktadırlar. Yani AKP içindaki bir kesim diğerinden daha demokrat filan gibi değerlendirmeler içinde bir şark kurnazlığı taşımıyorsa, bizi saf- salak yerine koymaktır. Süreç, AKP nin iktidarını korumak için “açık faşizme” başvurmaktan çekinmeyeceğinin göstergelerine işaret etmektedir.

Bölüm-11

Küresel kapitalizmin 20. Yüzyılın son çeyreğinde girdiği eğilimin 21. Yüzyılda şekillenmeye başladığını, küresel boyut kazandığını, bu döneme kadar emperyalist/kapitalistler arasındaki ilişkinin niteliğini belirleyen çelişkinin yerini bu dönemde bütünleşmenin aldığını ve devrimci hareketin bu olguyu dikkatle gözleyerek örgütlenme ve çalışma tarzının, teori ve pratiğinin mevcut koşullara uygun örgütlenme tarzı geliştirmesi, işçi sınıfı hareketinin uluslarası örgütlerinin birlikte mücadele ve örgütlenme yeteneği kazanmasının zorunluluğuna değinmiştik. Küresel çapta “şişen” ve patlamaya hazır küresel sermayenin artık daha fazla gideceği yer yoktur ve işgal ettiği alanlardaki yaşamı yok etme noktasına gelip dayanmıştır. Tehdit edilen sadece şu veya bu ülke halkı, şu veya bu ülke işçi sınıfı değildir. Tehdit küresel sermaye dışında kalan bütün insanlığa karşıdır, doğaya karşıdır ve yaşama karşıdır. Sınıfsal kazanımları küresel çapta bertaraf etmek için resmi ve sivil vurucu güç örgütlenmelerini harekete geçirmesinden, toplumsal yaşamı siyasal zor yoluyla yeniden tanımlama ve biçimlendirme girişiminden, bütün toplumsal kesimlerin demokratik hak ve özgürlük taleplerinin karşısına militer yapısıyla çıkmasından artık “burjuva demokratik hak ve özgürlüklere” tahammülünün kalmaması ve gerek ulusal/ülkesel alanların parçalanmasında, gerekse işçi sınıfına ve sermaye dışında kalan kitlelere karşı dolaylı/dolaysız saldırılara karşı koymanın başkaca yolunun kalmadığı kabul edilmelidir.

Ülkemizdeki siyasi gelişmelerin değerlendirilmesinde ilerici kesim AKP nin “görünen ataklarına” karşı,- Meclise türbanla girme, öğrencilerin evlerde ve yurtlarda barınma biçimine, üniversiteli öğrencilerin evlenmelerine kredi vermesine v.s- tepki vermekte, ancak ulaşmak istediği hedefin farkında görünmemektedir. Sınıfsal boyutta ise mevcut “sol” örgüt ve partilerin AKP nin yönelimine ilişkin ciddi bir uyarı analiz ve tahlillerine rastlanmamaktadır. Sol açısından manzara AKP nin ve akıl hocalarının çizdiği ve istediği yolda “muhalefet etmekten” ibaret olup, görünenin arka planının ya farkına varılmamakta, ya da görünenin teşhirinin yeterli olduğuna inanılmaktadır. Uygun amaçlara uygun araçlarla gidilir. AKP nin mevcut uygulamaları küresel sermayenin ulaşmak istediği hedefin araçlarıdır. Amaç teşhir edilmeli ve sadece AKP nin değil, küresel kapitalizmin iktidarı AKP ile AKP yi iktidar koltuğuna oturtan emperyalist kapitalizmin organik bağları göz önüne serilmek, siyasi tecridini sağlayacak sınıfsal politikalar üretmek ve hayata geçirmek yerine popülist/halkçı politikaların peşinden sürüklenilmektedir. Solun mevcut “muhalefet etme” biçimine AKP nin ülke içindeki sert tavrı ile emperyalist batının bu “muhalefet biçimine” daha yumuşak yaklaşımı gözden kaçmamaktadır. Karşı devrimin görünürdeki bu iki farklı tutumu sınıfsal verilerle değerlendirilmekten uzakta, giderek batı kapitalizminin bizi AKP iktidarından kurtaracağına ilişkin sahte, yalancı umutlar yaratılmaktadır. Geçen yazımızı AKP nin açık faşizme başvuracağına ilişkin işaretlerin mevcut olduğuna ilişkin uyarıyla bitirirken, solun bir aymazlığına dikkat çekmek istemiş, görünürle yetinmenin gidişatın önüne geçmede etkin ve önleyici mücadele biçim ve araçları geliştirmeye olanak vermeyeceğinin bir kez daha vurgusunu yapmıştık.

Faşizm, Tekelci kapitalizmin bunalım dönemlerinde, kitlesel yaşama yansıyan işsizlik, yoksulluk, gelecek endişesi taşıyan kitlelerin kapitalizme yönelen tepkilerinin, bilinç saptırmasıyla yaratılan sanal düşmanlara karşı sistemin kitlesel ve vurucu gücü haline getirilmesiyle iktidar olur. Gerek klasik kapitalizm dönemlerinin faşist partileri, gerekse günümüz küresel kapitalizmin faşist partilerinin kitlesel destek sağlamada kullandığı argümanların aşağı yukarı değişmediği görülmektedir. Alman faşizminin temel argümanı, işsizlik ve yoksulluğun kaynağının Yahudiler olduğu ( ki Yahudilerle birlikte alman olmayan bütün etnisiteler buna dahildi) ve Almanların katıksız Hıristiyanlar olduğu idi. Alman Kapitalizminin bunalımının yarattığı kitlesel tepkiler tekrar alman Kapitalizminin en saldırgan kesiminin kitlesel gücünü oluşturacaktı. Kullanılan temel iki argüman: Yabancı düşmanlığı ve iyi Hıristiyan olmak…

Faşizmin vurucu gücü SS lerin toplumun en yoksul kesimlerinin oluşturduğu genç kuşakların örgütlenmesi olduğu bilinmektedir. SS ler önce Faşizmin kara propagandasıyla yaratılan suni düşmanları Yahudileri, Çingeneleri, eş cinselleri açık alanda yok etmişler, SS lerin yarım bıraktığı işleri tamamlamada da SA lar ( Nazi askeri polis örgütü) devreye girmişlerdir. İlericilerin, Demokratların sosyalistlerin, komünistlerin öldürülmesini de SA lar yerine getirmiştir. Alman toplumunun işsiz, güçsüz, serseri kesiminden derlenen lumpen SS ler kendilerine vaat edilenleri talep etmeye başladıklarında da meşhur “Uzun bıçaklar gecesi”nde topluca katledilmekten kurtulamamışlardır. Faşizmin yoksul kesime vaadi “iyi bir gelecektir” ama amacı hiçbir muhalif, direniş, itiraz gücüne tahammül edemeyeceğidir.

Küresel kapitalizmin bunalımı klasik kapitalizmin bunalımından daha yoğun ve kalıcıdır. Klasik kapitalizm yeniden paylaşım savaşlarıyla olsun, kolonyal/ sömürge ülkelerin ekonomik değerlerini sömürme yoluyla, ya da işçi sınıfının yoğun sömürü altında çalıştırmasıyla olsun bir şekilde bunalımdan sıyrılabilmektedir. Ancak sermaye yoğunlaşmasının gelmiş olduğu düzey itibariyle küresel kapitalizmin bunalımdan çıkma yolu kalmamıştır. Yer kürede ağlarını germediği hiçbir nokta, zaptü rapt altına almadığı hiçbir ülke kalmamıştır. Bunalım bütün ağırlığı ile yerküre ülke ve halklarının omzuna binmiştir. Bunalımını ekonomik ve sosyal boyutuyla merkez kapitalist ülkelerden çevre kapitalist/yeni sömürge ülkelere ihraç ederek geçicide olsa rahatlayan kapitalist merkezlerin bu olanağı da kalmamıştır. Bunun anlamı ekonomik olarak bunalımın sürekliliği kalıcıdır ve sık sık yaşanan krizlerin sebebi budur. Sosyal ve sınıfsal açıdan ise küresel kapitalizm içinde bulunduğu durum nedeniyle yarattığı kitlesel öfke patlamalarını bertaraf etmek için burjuva demokrasilerine ve burjuva demokratik kırıntılara tahammül edemeyeceği, yerküreyi kapsayacak ölçekte küresel faşizmin iktidarına davetiye çıkaracağıdır. Burjuvazi küreselleşmekle yarattığı burjuva demokrasisinin toptan inkarcısı olmuştur ve değerlerine yabancılaşmıştır. Tarihsel olarak yok oluşundan geri dönüşünün olanağı yoktur. İşte tam da gelmek istediğimiz nokta budur ve bu noktada hala sol adına söyle alanı bulan yalama liberallerin, etnikçilerin hala kapitalizm içinde çözümün varlığına ilişkin sahte umut yaratmalarının sınıf düşmanlığının tescillenmesi olarak teşhir edilmelidir.

Sorun sistem ölçeğindedir ve çözümün sistem ölçeğinde aranması gerektiğini düşünmekteyiz. AKP iktidarının sistem içindeki yerini ve özgünlüğünü, yönelimlerini bu çerçevede değerlendirmeye devam edeceğiz.

Bölüm-12

Kapitalizmin yeni sömürgecilik ilişkilerinin gözlemlenen değişimine paralel olarak politik ve siyasal değişim de birlikte gelişti. Bir başka deyişle ekonomik sömürüdeki değişimin uygulama pratiğini siyasi/ politik değişim belirledi, birbirinin içinden çıktı, birbirini etkiledi. Değişimin diyalektiğinin sınıflar mücadelesine yansıyan sebep/sonuç ilişkilerini bu çerçevede değerlendirmek ve anlamak için “ne yapmalı” sorusuna bu ilişkiler bağlamında yanıt aramak “doğru yerden başlamanın” da ilk koşuludur. Tarih nasıl ki insanlığın önüne ancak çözebileceği, çözmek için gerekli maddi koşulların oluştuğu sorunları koyarsa ve insanlık önce sorunun kaynağının doğru tespiti ile çözüm için doğru mücadele araçlarını seçebilirse, sınıf mücadelesinin pratiği de ancak mevcut durumun sınıfsal içeriğini doğru kavramakla, emperyalist/kapitalist sistemin işleyişinin ortaya çıkardığı çelişkileri doğru değerlendirmekle gelişir, doğru mücadele pratiğini yaşama geçirir. Gelinen noktada ülkemiz ve dünya işçi sınıfının gerek fiili yenilgisinin ve uzun yıllar kendini toparlayamamasının, ayağa kalkamamasının, gerekse ideolojik/politik ve pratik gerilemesinin nedenleri üzerinde üretilen düşünce pratiklerinin, sorunun nedenleri üzerinde düşünmek yerine ortaya çıkan sonuçların “trajik” dökümleriyle yetindikleri, bunu alışkanlık haline getirdikleri “sınıf mücadelesi” yerine “yenilgiye ağıt” tiradına dönüştürdükleri görülmektedir.

Daha “ciddi olma” iddiasındakiler ise meseleyi “işçi sınıfın nicel varlığını” sorgulamaya kadar götürmektedirler. “Bol döküm” istatistiklere başvurarak klasik işçi sınıfının yerini teknolojik gelişmenin sonucu ortaya çıkan çeşitli iş güçlerinin ve özellikle bilişim sektörünün geliştirdiği teknik elemanların aldığını, ücretlerin yükseldiğini, sınıfsal çelişkilerin azaldığını, giderek ortadan kalkacağını   ve kendilerince artık Marksın tarif ettiği işçi sınıfının ortadan kalktığı sonucuna kadar vardırmaktadırlar. Sanki Marks kapitalizmin bir doğma, ayet olduğunu ve değişmezliğini, gelişmezliğini söyledi… Oysa tam tersine bu cenahın bu gün kem küm ederek çarpıttığı konuları Marks iki yüz yıl önce, kapitalizmin gelişmesine uygun olarak üretici güçlerin niteliklerinin de gelişeceğini bütün açıklığı ve anlaşılırlığı ile analiz etmiş, söylemiştir. Olan şey sadece şudur: Kapitalizmin gelişimine paralel olarak üretici güçlerin nitelikleri artmaktadır. Üstelik kapitalizm doğası gereği gelişiminin belli dönemlerinde yanında tuttuğu sınıfları kendi yörüngesinden fırlatmış ve işçi sınıfının müttefikleri arasına sokmuştur. Üstelik çarpıtmayı yapanlar neyi çarpıtacaklarını ve çarpıtma yöntemlerini de iyi bilmektedirler. Çarpıttıkları şey şudur: Teknolojik gelişmenin ortaya çıkardığı yeni işgücü kesitlerinin toplumun ortalama kesimine göre daha iyi ücret almaları, daha kolay iş bulmalarından hareketle bu kesiti toplumsallaştırma kurnazlığının üstüne yatmışlardır. Oysa bu kesim bulundukları alanda iş güçlerini, teknolojik bilgi ve deneyimlerini kapitalist üretim için yani kapitalizm için kullanmaktadırlar. Bu olgunun sürgit devam edeceğini söylemek kapitalizmden bi- haber olmaktır. Bu alandaki iş gücünün doyuma ulaşması ile bu kesitte yer alan “nitelikli elemanlar” yarının işsizleri ya da dar gelirlileri arasına katılacaktır. İşin daha vahimi kapitalizmin temel çelişkisi toplumda üretici güçlerin bir kesiminin diğer kesimine göre daha iyi koşullarda çalışması, daha iyi ücret alması kapitalizmin çelişkilerinin yumuşadığının, giderek ortadan kalktığının bir işareti, göstergesi değildir. Kapitalizmin onu yok edecek olan toplumsal çelişkisi üretici güçlerin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki uzlaşmaz çelişkidir. Teknolojik gelişmenin ortaya çıkardığı nitelikli işgüçleri kapitalizmin bu çelişkisini mi ortadan kaldırıyorlar da sınıfsal çelişki sınıfsal uzlaşmaya doğru gidiyor?. Burjuvazi sizin hatırınıza üretim araçlarının özel mülkiyetini bankalar, borsalar, fabrikalar, enerji ve maden sektörleri, gıda ve giyim endüstrileri… Tüm toplumsalsal zenginlikler topluma devretti de bizim mi haberimiz olmadı yoksa… oysa yaşanan, hakikatin örtülmeye çalışılan yüzü, inadına her gün, adım başı, an be an söylenenlerin tersini ispatlamaktadır. Burjuvazi toplumsal alanda toplumun belli kesimlerini sistem dışına iterek yalnızlaşmıştır, müttefikleri kalmamıştır, ittifaklarını yok etmiştir. Küresel kapitalizmin toplumsal/Kitlesel desteğinin maddi temeli ortadan kalkmıştır. Bu durum işçi sınıfının mücadele alanını genişlettiği gibi toplumsal tabanını da zenginleştirmiştir. Gelinen noktada kapitalizmin durumu hiç de “kapitalizmin gizli kalemlerinin” yaymaya çalıştığı umutsuzluğun değil, tersine sosyalizmin kaçınılmazlığının göstergesidir. Şimdi bu yazının ilk sayısından buraya kadar söylenenlerle “görünen” arasında bir çelişki yok mudur?. Madem emperyalist kapitalizmin kitlesel desteği kalmamıştır, sistemin iktidarları toplumdan kopmuştur, buna rağmen küresel kapitalizmin yer kürede iktidar olması nasıl açıklanacaktır?. Gerçekten ihtiyaç duyduğumuz açıklama da budur… İstatistiki bilgilerle aramızın hiç de iyi olmamasına karşın yer kürenin yüzde yirmisini resmen açlar ordusu oluştururken, yerkürenin toplum nüfusunun yalnızca yüzde sekizi, yüzde seksen beşin payına sahiptir. Bu gelir dağılımının açıklaması küresel kapitalizmin gizlenemeyen yüzünden birisidir. İkincisi küresel kapitalizm sadece yokluğun yoksulluğun sebebi değildir, aynı zamanda yaşam alanları kapitalizmin kar hırsı uğruna infilak etmek üzeredir. Atmosfer, kapitalizmin dizginlenemeyen kar hırsı uğruna zehirli gazlara doyum noktasına gelmiştir, ekolojik yaşam tehlike sinyalleri vermekte, bir çok canlı türü ortadan kalkmaktadır. İklim değişimliğinin sonucu olarak tarım alanları ve su kaynakları yok olma eşiğindedir ve insanlığın bir bütün olarak sadece elli yıl sonra biyolojik varlığını koruyamaz duruma düşebileceği ciddi bilim insanlarının sık sık yaptıkları uyarılardır. Her ne kadar kapitalistler arası yer küre savaşlarının mevcut durumda koşulları yoksa da bölgesel savaşlar birinci ve ikinci paylaşım savaşlarını aratmayacak yoğunlukta sürdürülmektedir. Savaşların mali ve insani yıkıcılığı kapitalist merkezlerden bağımlı ülkelere ihraç edilmiştir. Paylaşım savaşları “küresel kapitalizmin sömürüyü düzenleme” savaşları olarak sürdürülmektedir. Yeniden aynı soru sorulmalıdır?. Küresel kapitalizme karşı ülkesel ve küresel başkaldırının, küresel kapitalizmin iktidarlarının toplumlarda hala vücut bulmasına son vermenin imkanı yok mudur?.

Şeylerin değişimi, değiştiricilerin değişim bilincinin ve değişmesi gerekenin nasıl değiştirileceğinin ortaya çıkması ile başlar. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız “şey” elbette kapitalizmdir ve değiştirici maddi güç –ama asla başka bir güç olmayıp- işçi sınıfıdır. Değişim bilinciişçi sınıfının ideolojikbilinci, bilimsel sosyalizm bilincidir. Değiştirici aygıt/araç ise sınıf partisidir. Öncelikle değişim bilincinin ortaya çıkması kendiliğinden gelişecek bir süreç olmayıp, değişime bilinçli müdahalenin araçlarının yaratılması ile başlar. Bu araç değişim bilincini kavramış ve neyi nasıl değiştireceğini bilen nicelik olarak sayısal varlığı ile değil niteliği ile ölçülen deyim yerindeyse bir “bur avuç” devrimcinin oluşturduğu öncü güçtür. Topluma değişim bilincini taşıyacak, onları bu değişim bilinci etrafında örgütleyecek olan bu güçtür. “Şeylerin” değişimi için bütün koşullar hazır olsa bile-ki küresel kapitalizm tartışmasız bu değişimin maddi koşullarını tam olarak içinde taşımaktadır- değiştirici faktör yaratılmadan değişimin kendiliğinden gerçekleşmesi, değişimi bilinmeyen bir zamana havale etmek demek olacaktır. Yani değişim için bu gün devrimcilerin bütün görevi “insana bağlı” gereklerin yerine getirilmesidir. Adı edilen öncü güç yaratılmadan sisteme karşı kendiliğinden gelişen çeşitli toplumsal tepkiler hangi boyutta hoşnutsuzluğa, memnuniyetsizliğe dönüşürse dönüşsün sistemin kendisi tarafından eritilecektir, ikna edilecektir, etkisi dağıtılacaktır. Burjuvazi, “yönetme” deneyimiyle benzer toplumsal hoşnutsuzlukların kitlesel tepkilere dönüşmesinin önü almaya çalışacaktır. Burjuvazinin bu önlemlerinin sertliği küçük burjuva aydınlarda “demokrasinin ve insan haklarının” ihlali gibi mızmızlanmalara yol açsa da devrimcilerin tavrı bu olamaz. Küçük burjuva aydının dünyasında “bilincin aynası” ışıldamaz, sınıf mücadelesinin acımasızlığı ona göre değildir. Devrimciler ise şöyle düşünür: “İşçi sınıfının iktidar mücadelesinde burjuva iktidarların siyasal tecridi ve devrimci hareketin kitleselleşmesi için yığınlar sokakta ve bizim ilerimizdeler. Öncü olması gereken bizler artçı konuma düştük”. Kitlelere öncülük edecek yetenekte bir örgütlenme yaratamadığımız sürece devrimci hareketin lokomotifleri olması gereken bizler hareketsiz vagonlara dönüşeceğiz ve kendimizi çürümeye terk edeceğiz.” Bu gerçeğin kabullenilmesi ne yapılması gerektiğinin de bilince yansıması olacaktır. Elbette yenile yenile öğreneceğiz, ancak yenilgiyi de kutsayacak, kutsallaştıracak da Mevlana dervişleri değiliz. Sınıf mücadelesinin gereklerini kavramak, harekete geçmek için hiçbir şey için geç kalınmamıştır, ancak aynı aymazlığın sürmesi geç kalınmayacağının garantisi de değildir. Bu yaklaşımın “Gezi” direnişine bir gönderme olduğunu söylemenin abartı olmayacağını düşünüyorum.

Bu bilincin, sınıf ve değişim bilincinin kitlelerin saflarında ortaya çıkmasının engellenmesi, geciktirilmesi için de burjuvazinin karşı ataklarını, önlemlerini geliştireceği elbette sürpriz olmayacaktır. Burjuvazi, kitlesel eylemlere zor araçlarıyla doğrudan müdahale etmeden önce kitle pasifikasyon araçlarını kullanır. “İkna, telkin ve korku”. En etkini olan kitle iletişim araçları, görsel ve yazılı medyada konuşlandırdıkları maskeli maskesiz çığırtkanları ikna ve telkin yöntemiyle bilinç saptırmasını yönlendirmeye çalışırlar. Dahası bu kesimlerin güya çoğu da ilericidir ve hatta yerine göre sosyalisttirler bile… Sosyalizm adına kestikleri ahkâmla aslında sosyalizmden nefretlerini gizlemeye çalışırlar. Bu kesimlere küfür ve hakaretin yerinin olmadığını düşünüyoruz. Küfür ve hakaret etmeye bile değmeyen bu kesimlerin şahıslarıyla devrimcilerin bir alış verişi olamaz. Devrimcilerin görevi yapmaları gerekeni gerektiği gibi yapmaktır. Zira enerjimizi ve gücümüz sonsuz olmayıp var olan enerjimizi ve gücümüzü belki de bizi bilerek tahrik edenlere karşı boşa kullanamayız, zaaflarımıza yenilmemeliyiz. Yapılması gereken şey kitleler nezdinde bu unsurların sınıf düşmanı yüzlerinin açığa çıkarılmasıdır, siyasal kimliklerinin ortaya dökülmesi, kitlesel tecritlerinin sağlanmasıdır.

Aslında bu kesimlerin sözüm ona sınıf mücadelesi adına ne söylediklerinin önemi olmayabilir ancak neyi söylemek istedikleri konusunda devrimciler iyi düşünmek zorundadırlar. Asıl söylemek istedikleri ise açıktır: Artık sosyalizm, sınıfsız toplum için mücadele etmek gereksizdir… Bunları elbette “Allah söyletmiyor” ama Kapitalizmin “Allahlarının” da önlerine attıkları yemin cazibesine dayanamıyorlar galiba… “Entelektüel namusun” da her şeyin parayla ölçüldüğü kapitalizmin pazarında kendisine bir yer bulması şaşılacak bir şey olmasa gerek.

Bölüm-13

Yeni sömürgecilik ilişkilerindeki değişim sürecinin irdelenmesi açıktır ki bir makale boyutunun üzerinde ve birbirini etkileyen birçok değişkenin bir arada ele alınmasını ve irdelenmesini gerektirir. Olgunun bir bütün olarak değerlendirilmesi o olguyu oluşturan çoklu değişkenlerin her biri kendi alanında bir uzmanlık işidir ve her birini kendi içinde etkileyen faktörlerin, sebepler birikiminin doğuracağı verilerin doğru sonuca bağlanması, öneriler sunması, çözüm üretmesi beklenir. Bu başlık altında irdelenen konunun gerek hacim açısından ve gerekse ilişkilendirilen çoklu bilimsel verilerin birbirlerini etkileyişlerinin analizi açısından böyle bir iddiası olmamasına karşın yeni sömürgeciliğin doğurduğu sınıfsal ilişki ve çelişkilerinin ulaşmış olduğu düzeyin gözlemlenmesi ve sınıf mücadelesine bu bağlamda öneriler sunması yazının başlıca amacını oluşturmuştur. Yazının bütünlüğüne çeşitli “ sol” gruplardan gelen eleştirilere cevap yetiştirmek yerine bütünlüğü bozmamaya çaba sarf ettik. Ancak “anlamama, kavrayamama” yeteneğine ulaşamadığımız arkadaşların bu hayran olunası statikliğini de biz anlayamadık. Emperyalist Kapitalizmin gelmiş olduğu aşama itibariyle farklı emperyalist ülkeler sermayelerinin aralarındaki ilişkinin çatışma değil uzlaşma olduğuna ve sınıf mücadelesini yürüten devrimci örgütlerin bu yeni duruma uygun örgütlenme mücadele anlayışları oluşturmaları gerektiğine dair tespite itirazın esası “emperyalistler arasındaki çelişkinin bütünleşmeye yöneldiği tespitinin “yeni Troçkizm” olduğuna dair eleştirilerdir. Buradan arkadaşların çıkardığı varsayım ise bizim tek tek ülkelerde sosyalizmin inşasını reddettiğimiz ve dünya devrimi önerdiğimizdir. Öncelikle bu tür eleştirilerin muhatap alınmasını bile zaman kaybı olarak değerlendirdiğimizi belirtelim. Troçki hiçbir tezinde emperyalistler arasındaki çelişkinin başatlığını/birinciliğini reddetmemiştir. Ancak sistemin kendini koruması adına herhangi bir ülkedeki sosyalist devrime izin vermeyecekleri ve böylelikle tek ülkede sosyalizmin başarı şansının olamayacağıdır.

Troçkinin bu tezine en doğru yanıtı Sovyet devrimi vermiş ve o dönemde kendisinin de içinde bulunduğu tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğunu kanıtlamıştır. Troçkinin hareket noktası öylesine sübjektif ve öylesine tutarsızdır ki hem emperyalistler arasındaki çelişkinin objektif olarak dorukta olduğunu söylemekte hem de bu çelişkiden yararlanması gereken devrimcileri “aman ha, emperyalistler tek ülkede devrimi boğarlar” korkusuyla geri durmaya davet etmektedir. Gerçekten de emperyalistler arasındaki çelişki mendi aralarında savaşlara yol açarken her emperyalist sermayenin doğuş merkezi devletler kendi sermayelerinin sömürü alanlarını korumak, giderek yeni sömürü alanları işgal ederek genişletmek adına kendi sermayeleri adına savaşan “bağımsız” devletlerdir. Elbette bu bağımsızlık kendi sermaye gruplarına karşı bir bağımsızlık olmayıp farklı ve rakip sermaye gruplarının doğuş merkezi ülkelere karşı bir bağımsızlıktır. Taa ki 20. Yüzyılın son çeyreğine kadar bu durum devam edecektir. Ancak birinci paylaşım savaşıyla SSCB nin, ikinci paylaşım savaşıyla sosyalist sistemin bu çelişkilerin arasından sıyrılıp çıkmasıyla dünya pazarlarının üçte birini kaybeden emperyalistler Asyada, Afrika’da, Latin Amerika’da ulusal Kurtuluş Savaşlarıyla köşeye sıkıştırılmış, sömürü alanları birer birer kaybedilmeye başlanmıştır. Bu durum emperyalistler ikinci paylaşım savaşından sonra ve aralarındaki çelişki belirleyici olmasına karşın, kaybedilen pazarların yeni bir sömürgecilik yöntemleriyle tekrar elde edilmesi, mevcutların korunması ve yeniden hâkimiyet sağlanması için sistem ölçeğinde yeni politikalar geliştirmeye, aralarındaki çelişkiyi yumuşatmaya ve işbirliğine dönüştürmeye mecbur etmiştir. Yani emperyalistlerin aralarındaki çelişkiyi işbirliğine dönüştürmeleri sübjektif bir olgu değil sermayenin merkezileşmesi ve yeni pazarlara duyulan ihtiyaç sonucudur . Emperyalist dünyanın sistem adına hareket eden kurum ve kuruluşlarının ikinci paylaşım savaşının hemen sonrasında oluşturulmaya başlanması sistemin kendi içinde işbirliği çabalarının habercisidir. Gerçekten Nato, İMF, Dünya Bankası, uluslar arası Ticaret örgütü gibi tek tek emperyalist ülkeler adına değil sistem adına fonksiyonlaştırılmış, sistemin çıkarları adına hareket eden kuruluşlar bu dönemin ürünüdür ve sistemin işbirliğine yöneldiğinin ifadesidir. İşbirliği sürecinde bile emperyalist devletler-yukarıda tanımlamaya çalıştığımız bağlamda- biri diğerine karşı, birbirlerine karşı bağımsızlıklarını korumaktadırlar. Bu olgu Ulus devletlerin ortaya çıkışının da maddi gerekçesidir. Kapitalizmin Ulus devletler eliyle sömürüyü inşa ettiği maddi gerçeklikte, her ulusun devrimcileri bulundukları ülkede kapitalizme karşı sosyalizmin inşasını gerçekleştirmekle yükümlüdürler ve Leninin, Troçkinin tek ülkede sosyalizmin imkânsızlığı tezine karşı savunduğu SSCB de-tek ülkede- sosyalist devrimin maddi koşullarının var olduğu tezidir. Yaşam Lenini doğrulamış ve SSCB de sosyalist devrim gerçekleşmiştir.
Bugün içinde bulunulan koşullarda sermaye birikimi ulus devletler sınırını aşmış ve Ulus devletler küresel kapitalizmin sekretaryasına dönüşmüştür. Kapitalizmin bu yeni sömürgecilik ilişkilerinin sürdürülüşünü projelendirmek, denetlemek, gidişata ayak uyduramayan koşulları uygun hale getirmektir. Küresel sermaye ulus devletlerden bağımsızlaşmıştır. Bu bağımsızlaşma, uluslar ötesi sermayenin bir Ulus Devlete değil yer kürenin tamamına egemen olma aşamasıyla eş zamanlı olarak kapitalizmin yaratıcısı ulus devletlere de ihtiyacı kalmamıştır. Bu koşullarda burjuvazinin ne bir ulusa ihtiyacı vardır ne de ulusal olan her hangi bir değerler sistemine ihtiyacı vardır. Sermayenin küreselleşmesiyle kapitalizmin egemenlik alanı da küresel çapta bir örgütlenme olarak somutlaşmıştır. AB, demagogların ileri sürdüğü gibi bir demokrasi ve insan hakları örgütlenmesi değildir. Küresel sermayenin Avrupa ölçeğinde bütünleşmesidir. Bu bütünleşme ikinci paylaşım savaşının hemen ertesinde ekonomik bütünleşmeyle başlamış, politik, siyasi kültürel bütünleşmelerle devam etmiş ve bir Birleşik Avrupa devletine doğru gitme çabaları yoğunlaşmıştır. Bu devlet küresel çapta sermayenin bir bürokrat-teknokratlar devleti olacaktır. Bir başka ifadeyle dünün kendi alanında ve diğerlerine karşı ekonomik, politik ve siyasi bağımsızlığıyla tanımlanan Ulus devletler bu gün küresel kapitalizmin “taşeron devlet” konumuna düşmüştür. “Ulusal burjuvazi” artık “Ulusun sahibi” değildir. Ulus içindeki ekonomik, politik, siyasi gücünü kaybetmiş, etki alanları ortadan kaldırılmış, varlıkları küresel kapitalizme bağlı her biri küresel sermayenin birer taşeronları olmuşlardır. Bu olgu sınıfsal ayrışmayı derinleştirmiş, heterojenliğe son verip ülke içinde safları homojenleştirmiştir. Bu saflaşmada piramidin en tepesini oluşturan “onlar” ve piramidin geniş yüzeylerini ve tabanını oluşturan “ bizler” varız. “Onlarla” “bizlerin” yaşamın herhangi bir noktasında kesişen hiçbir ortak yandan söz etmek olasılığı kalmamıştır. Bu olgunun iyi değerlendirilmesinin, devrimci hareket içinde işçi sınıfının ittifaklarının belirlenmesinde önemli olduğunu düşünmekteyiz. Burjuva ideologlarının sınıf bilinçsiz kitlelere yutturduğu “baba, hami” devlet, yüzündeki maskeyi çıkarmış, babalığı ve hamiliği küresel sermayeye teslim etmek zorunda kalmıştır. Bu olgu yani egemen sınıfların baskı aygıtı olması olgusu bu gün “egemen sınıf” tanımlamasını daha net, daha anlaşılır ve gözle görülür duruma getirerek artık egemen sınıfın egemenlik alanlarından diğer rakiplerini bertaraf eden tek egemen gücün küresel kapitalizm olduğu olgusu gerçeklik kazanmıştır. Şayet yukarıda özetlenmeye çalışılan olgular gerçeklik kazanarak maddi dünyanın belirleyicisi olmuşlarsa bu öngörülerin sınıf mücadelesinin örgütlenme anlayışı ve çalışma tarzını, stratejisini ve taktiklerini belirlemede esaslı, mücadelenin aşamalarının belirleyicisi olacağı da kuşkusuzdur. Bu bağlamda devlet, devrim, sınıflar ittifakı üzerinde, dahası statik “sol” geleneğin kolaycı alışkanlıklarının bir kenara bırakılıp, doğmalara teslim olmadan yeni durumun yarattığı devrimci olanakları harekete geçirici çok yönlü, çok işlevli örgütsel mekanizmalara ihtiyacımızın olduğu açıktır. Devamını gelecek sayıda tartışmak üzere hemen belirmemiz gerekir ki, insanlığın karşı karşıya olduğu kapitalizmin yıkıcılığı 20. Yüz yıl kapitalizminin paylaşım savaşlarında dünyayı kana bulayan yıkıcılığıyla kıyaslanmayacak kadar vahim sonuçlar doğurabilecek olan küresel sermayenin yıkıcılığıdır. Ülkesel örgütlenme ve mücadele biçimlerini ihmal etmeden mücadelenin küresel çapta örgütlenmesi kapitalizmin ulaşmış olduğu düzeyin zorunlu sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tek ülkede devrimin imkânsızlığı gibi bir anlam içermez. Tersine ülkesel devrimci örgütlerin küresel dünya egemeni kapitalizme karşı küresel bir mücadeleyi ve dayanışmayı zorunlu kıldığı sonucunu çıkarır. Üstelik bizi bu tespitlere bakarak “Yeni Troçkizm” le itham edenlerin, daha rekabetçi dönem kapitalizminde Uluslar arası işçi sınıfının dayanışması için canını dişine takan Marks ve Engelsin Enternasyonal çabalarını, Leninin Komiternin kurulmasındaki ısrarını da pek anladıklarını düşünmüyoruz.

Bölüm-14

“Yeni sömürgeciliğin değişkenleri” başlıklı irdelemelerin temel çıkış noktasını oluşturan tez, emperyalist /Kapitalistlerin kendi aralarındaki ilişkinin 20. Yüzyılın sonlarına doğru sermaye hareketlerinin doğal akışı içinde çelişki/bütünleşme diyalektiği bağlamında bütünleşmenin ağır bastığı, ikinci paylaşım savaşı sonrasında başlayan girişimlerde uluslararası tekelci sermayenin her hangi bir emperyalist devletin ya da sermaye grubunun değil, bütün emperyalist kampın ekonomik ( İMF, Dünya Bankası, Avrupa topluluğu) politik ve askeri (Nato), kurumlarının oluşturulmaya başlandığı, ticari bütünleşmenin giderek siyasi bütünleşmeyle kaynaştırıldığı (AB), 20. Yüzyıl Kapitalistlerinin birçoğunun büyük sermaye gruplarınca yutularak klasik tekelci kapitalizmin daha üst boyutlarda sıçramalar yaparak “küresel kapitalizm” e dayandıkları, yer kürenin en ücra köşelerine kadar genişlediklerini ve artık daha öte gidecek sömürü alanları kalmadığına, kapalı ulusal pazarların/ulus devletlerin bölgesel savaşlarla ve darbeci iktidarlar eliyle küresel sermayenin hareket tarzına uygun düzenlemelerin de periyodik aralıkları sıklaşan kapitalizmin bunalımının önünü alamadığına ve artık kapitalizmin krizlerden çıkışına olanak tanıyacak Pazar alanlarının tüketildiğine, bu noktada bütün yer kürede “küresel sosyalist devrimin” objektif koşullarının mevcut olduğuna ve her bir olgunun işçi sınıfının mücadelesini, strateji ve taktiklerini, sınıflar ittifakını doğrudan etkileyen sonuçlarına ilişkindir. İçinde bulunulan dönem kapitalizmin tarihin hiçbir evresinde kaydetmediği ve çıkışı mümkün olmayan bunalımlar ve krizler dönemidir. Bu tespitin varacağı yer kuşkusuz kapitalizmin krizlerden birinden çıkmadan diğerine düşecek kadar yapısal hastalığına karşın yerkürede sınıf mücadelesinin ivmesinin neden yükselmediği sorusudur. Tersine Kapitalizmin egemenliğindeki bütün yerkürede, ağırlıklı olarak siyasi/ideolojik düzlemde merkez kapitalist ülkelerde klasik faşizmin, çevre/bağımlı ülkelerde dinsel ve etnik gericiliğin yükseldiği görülmektedir.

Yazının bu bölümü, tesadüfen 2014 yılı yerel seçimlerin sonuçlarının açıklandığı güne rastlamıştır. Son üç ay içinde AKP iktidarının bulaştığı yolsuzlukların AKP iktidarının sonunu getireceğine ve CHP’nin yerel yönetimlerde iktidar olacağına ilişkin toplumda inandırıcılık kazandıran düşünce, seçim sonuçlarıyla birlikte hüsrana uğramıştır. Bütün yolsuzluk, baskı, diktatoryal girişimlere karşın denilebilir ki AKP bu seçimlerden güçlenerek çıkmıştır. Toplumsal hareketin yönünü belirleyen faktörün işçi sınıfının örgütlü gücünden geçtiğini görmezlikten gelen sözüm ona “sol” ve liberal kesim temel gerçeğin üstünü kapatarak popülist politikalarla bir yere varılamayacağını umarız öğrenmiş olsunlar. Benzer popülist etki bilinçli olarak bütün dünyada sistemin baskılarından, yoksullaştırmalarından, sömürünün tahammül edilmez noktaya gelmesinden bıkkınlık getiren kitlelere bilinçli olarak şırınga edilmektedir. Bütün mesele kitlesel tabında sınıf örgütlenmesinin etkisini kırmaya yöneliktir.

CHP’nin Sendikalar bazında işçi sınıfına yakın duran Sosyal-Demokrat parti pozu, Faşistlere yaranmak için kurt işareti yapması, Medyada liberallere göz kırpması, aday seçiminde sağdan derleme yapması, sosyal medyada mizah konusu olan durum aslında bizim gerçeğimizdir. Yanı başımızda olan gerçeğimizi görmemek için gösterdiğimiz çabanın binde birini gerçeği görmek için gösterdiğimizde aslında sorunun nerede yattığını ve çözümün nereden geçtiğini de görebileceğiz. Sorun yalın ve basittir. 30 Mart 2014 yerel seçimlerine katılma oranı %51 dir. Yani seçmen yaşında olanların yarısı oy kullanmaya gitme gereğini duymamıştır. İstanbul’da seçmenin beşte biri oy kullanmış, beşte dördü sandığa bile gitmemiştir. Bu durumun açık analizi şudur: Kitleler sistemin partilerinden umudunu kesmiştir ve seçim vaatleri onlara bir şey anlatmıyor, inandırıcılık kazanmıyor. Seçimlere ilgisizlik sadece bize has bir durumun ötesindedir. Avrupa’da ya da dünyanın herhangi bir ülkesinde durum bizden farklı değildir. Sistem kendi devşirmeleriyle kendi çalmakta kendi oynamaktadır. Şu sorulabilir: Peki ama bizim ülkemizde kitleselleşmiş, kitlelerin güvenini kazanmış siyasal ve politik sürece bilinçli müdahalesini, katılımını sağlayacak bir işçi sınıfı partisinin olmayışı, belki bir gerekçe olarak gösterilebilir ama Batının( Avrupa/ABD v.s)  kitselleşmiş Sosyalist ya da Komünist partileri de kitleleri sürece katmakta başarılı olamamaktadırlar. Evet, olamamaktadırlar. BU noktada gerek ülkemizde sınıf partisi olma iddiasını taşıyan gerekse Batının Sosyalist ya Komünist partileri bu gerçeği sorgulamalıdırlar.

Birinci neden ideolojik netlik bulanıklaştırılmış, devrimci ideoloji liberalizme teslim edilmiştir. Marksizm’in kapitalizme, devlete, devrime ve işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele biçimine ilişkin temel yapı taşları yerinden oynatılmış, bu partilerin günlük jargonlarına kadar hakimiyet sağlamıştır. Bu partilerin kendilerini ifade ettikleri alanlarda artık Marksizm’in sınıf mücadelesine ilişkin sorunları tartışılmamaktadır. Emek-Sermaye çelişki, Devlet, devrim, çalışma tarzı gibi sınıfsal hareketin temel değerlerinin yerini cinsiyetçilik, insan hakları, içeriği boşaltılmış demokrasi tartışmaları almıştır. Yarattığı burjuva demokrasisini boğan burjuvaziden demokrasi beklenir olmuştur. Gericiliğin her türlü nüansının toplumsal etkinlik kazanma çabaları da bu demokrasinin “ örgütlenme özgürlüğü” olarak adlandırılmaktadır. Yeni sömürgeciliğin toplumsal ve psikolojik mühendisi AB imrenilir demokrasi örneği konumuna yükseltilmiştir. Sistemle ideolojik, örgütsel, kültürel, politik, ahlaki bütün bağlarını kesmek yerine Burjuvazinin değer yargıları kabullenilmiştir. İdeolojik kimliksizleştirme burjuvazinin bilinçli ve sürekliliği olan bir eylemidir. Sınıf ideolojisinin üstünün örtüldüğü her kitlesel alan burjuvazinin etnik, gerici, şoven ideolojisiyle doldurulacak ve devrimci hareketin eylemci gücü olması gereken kitleler devimci hareket önünde duvar olacaklardır. İdeolojisizleştirme ve kimliksizleştirme burjuvazinin bilinçli ve sürekliliği olan eylemidir ve bu alan sınıf mücadelesinin en şirretli çarpışma alanlarından başlıcasıdır. Bu alanda var olamayanlara başka alanlarda var olma hakkı tanınmaz.

İkinci neden örgütsel öğreti, şekilsiz, kendiliğinden kuru-sıkı kitlesel kalabalıklar derecesine düşürülmüştür. Burjuva kalemşorları bu tür sol örgütleri pek sevmişlerdir ve en sıkı taraftarları olmuşlardır. Yeter ki bu kitlesel enerji sınıf örgütlenmesi normlarını almasın, maazallah aksi olursa “kitlesel huzursuzluğun” kaynağı olabilirler. Bu nedenle çürüterek kontrol en etkili yöntemdir ve yaptıkları da budur. Gezi eylemlerinde “el çırpan” liberallerin gizleyemedikleri ve sevinç çığlıkları attıkları da budur. Gezi eylemlerindeki kendiliğindencilik, örgütsel önderlikten yoksunluk bu kesimlerin bayramı olmuştur. Bu kesimlerin nakaratına Türkiye solu da ayak uydurmuştur. Gezi eylemi kitlelerin sıkışan enerjilerinin dışa vurumudur. Ancak her kendiliğinden eylem gibi etkisi, eylemi ve etkisini örgütleyecek devrimci örgütlenmenin yokluğu gezi eylemini de “tatlı bir tebessümden” öteye taşımayacaktır. Gezi, devrimcilere açık ve okunabilir mesajını vermiştir. “ Biz hazırız, ama sizi ortalıklarda göremiyoruz”.

Üçüncü neden çalışma tarzının klasik, statik sınırlar içine hapsedilmesidir. Kitlesel hoşnutsuzlukları örgütleme, yönlendirme, hedef gösterme yeteneği bu çalışma tarzıyla mümkün olamamaktadır. Parti merkezlerinde, lokallerinde dünya yeniden kurulmakta ama ne yıkılan dünyanın ne de yoldaşlarımızın marifetiyle kurulan dünyanın bunlardan haberleri yoktur. Belirlenen taktik sokakta iflas ediyor diyeceğiz ama kitlesel hareketlerde denenmesi sınanması gereken, belirlenenmiş, tespit edilmiş bir taktik de yok ortalarda. Tartışmalar, itişmeler, kakışmalar entelektüel düzlemde sürüp gitmektedir. Bu noktada sınıf hareketinin neden kitleselleşmediği sorusu da anlamsız kalmaktadır. Çünkü kitleselleşmenin kendiliğinden sağlanmayacağını, kitlelerin de kendini kitlesel hareketlerde ifade etme yeteneğinden yoksun olan adı her ne olursa olsun sözüm ona Sosyalist ya da Komünist partileri var saymayacağını hiç olmazsa devrimciler gerek ülkemizin gerekse dünya devrimci pratiğinin birikimlerinden öğrenmiş olmalılardır.

İşçi sınıfı hareketinin kitlelerle bağını kuracak bir örgüsel yapıdan ve bunu hayata geçirecek, ihtiyaçlarını belirleyecek, harekete uygun taktikler geliştirecek bir çalışma tarzından yoksun oluşu, gerici ideolojilerin kitleler üzerinde hâkimiyet kurmasana ortam hazırlamıştır. İşsizliğin, yoksulluğun, baskının böylesine arttığı bir dönemde AKP’nin almış olduğu oy’un başkaca açıklaması yoktur.

Dördüncü neden; ülkeler arası sınıfsal dayanışmanın törensel boyuttan kurtulup fiili ve maddi dayanışmasının sağlanamayışıdır. Kapitalizmin küreselleşmesine ve bütünleşmesine paralel olarak uluslararası işçi sınıfı hareketinin örgütsel ve Eylem birliğinin sağlanması, sosyalizmin prestiji ve dayanışmanın, kitleselleşmenin ön koşuludur.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız zaaflarımızın farkına vardığımızda ve gereğini yerine getirmek için silkindiğimizde ve ancak o zaman şafağın kızıllığı yeni bir sabahın müjdesi olacaktır. Samimiyetle düşünmek, ön yargılardan kurtulmak ve özeleştirimiz… Eksiğimiz budur.

Bölüm-15

1-2002 yılında ABD Dış işleri Bakanı Rice’ın “Yeni bir Ortadoğunun zamanı geldi” kehanetinin üzerinden on iki yıl geçti. Hatırlanacaktır, bu kehaneti ABD’nin “Saddam Diktatörünü devirerek Irak’a Demokrasi getirme gerekçesiyle”  Irak’ı işgali izledi. Irak’ın işgalinde ABD “yerli işbirlikçilerini”  oluştururken  “Iraklı” kimliği yerine “Sünni”, “Şii” gibi mezhepsel, “Türkmen”., “Arap”, “Kürt” gibi etnik argümanları kullandı. Gerek mezhepsel bazlı argümanlar, gerekse etnik bazlı argümanlar sandılar ki Saddam rejiminin devrilmesiyle kendilerine gün doğacak ve ırakta hâkimiyetlerini ilan edecekler. On iki yıllık zaman dilimi içinde mezhepsel argümanlarla etnik argümanların oluşturduğu cepheleşmenin birbirlerini kırma savaşları giderek tırmandı ve baskın güç Işid yazılı ve görsel medyanın ana haberleri sütununa yerleşti. Hemen belirtelim ki Saddam rejiminin yıkılmasını takiben ABD ve AB kökenli Petrol şirketleri, daha işgal planı aşamasında hazırladıkları Irakın Petrollerinin işletilmesine ilişkin sözleşmelerini ortaya sürüverdiler ve imzaladılar. “Kapitalist Demokrasisinin” ilk koşulu böylelikle yerine getirildi. ABD Irak”ın enerji kaynaklarını güvenceye aldıktan sonra sözüm ona askerlerini Iraktan çekti ve kukla hükümeti etnik ve dinsel alanda cepheleşen güçlerle baş başa bıraktı. Irakta kendilerini bir halt sanan etnik ve mezhepsel kökenli cepheleşmelerde birbirlerini yiyedursunlar Irakın işgalinden elde edilmesi beklenen ilk adım gerçekleşecektir ancak beklenen sadece bu olmayıp diğer adımlar da peşinden gelecektir.

Birinci paragrafa ek: AKP hükümeti Iraka askeri güç göndermek için yani Irakın işgalinde

ABD nin yanında yer almak için TBMM den ısrarla tezkere çıkarmak için can atmış, ancak tezkere kıl payıyla çıkmamış, AKP hükümetinin iştahı boğazında kalmıştır.

2-Irakta birbiriyle çatışan etnik ve mezhepsel güçler Irak’ın farklı bölgelerinde egemenlik alanı savaşını sürdüredursunlar ABD bu kez sıraya Suriye’yi almıştır. Dünya kamuoyuna gerekçesini de “Diktatör Esat rejimini devirmek ve Suriye’ye demokrasi getirmek…” olarak lanse etmiştir.

3- Kronolojik sıralamayı bugünden geriye doğru yapmamız gerekiyor. Kapitalist/Emperyalizmin Orta-Doğu ve Kuzey Afrika’daki bugünkü görünümünün anlaşılması için dünden bugüne izlenen sürecin doğru kavranması gerekiyor.

4-İki bin onlu yıllarda Kapitalizmin sözcülerini “uçuran” “Arap Baharları!..”… Libya’da Muammer Kaddafinin öldürülmesiyle iktidarın “Arap Baharı tezgahçılarının” yerli Libyalı kimliğine bürünmüş “ İslamcı sekreterlerine” iktidarın teslimi… Tunus’ta İslamcı Ennahda Partisinin iktidara getirilmesi… Yemende baharın şimdilik kesilmesi ama El Kaide gibi İslamcı saldırıların hedefinde olması… Bu meşhur Arap Baharının muhtemelen iklim şartları nedeniyle Irak’a gelemeyişi nedeniyle ABD ve AB yani Batı emperyalizmi ıraklılara “Bahar” yerine denenmemiş silahlarını deneyerek  ve silah stoklarını eriterek Demokrasi getirdi. Mısır, Libya, Tunus, iletişim araçlarından gizlense de ve kitlesel hareketler cılız da olsa diğer Arap ülkelerinin tümünü sarmış durumdadır.

Arap Baharlarının mahiyetine ilişkin bir not: Kitlesel eylemleri düzenleyenler bu ülkelerdeki teneke diktatörlerin iktidar egemenliklerine son vermeyi amaçlayan sol partiler ve sola açık demokratik kitle örgütleridir. Özellikle Kuzey Afrika’da Jeopolitik öneme sahip Mısır ve Tunus için bu tespit tartışmasız doğrudur. Her iki ülkede de başlangıçta kitlesel eylemler içinde olmayan, dahası karşı çıkan, kitlesel eylemlerin önünün alınamayacağı kesinleşince bu eylemlerde yer alan Mısır ve Tunus’taki siyasal İslamcı Müslüman kardeşlerin  eylemlerin sonucunu lehlerine çevirip parsayı toplayarak iktidar olmalarının çıplak gerçeği eylemlere öncülük eden sol parti ve kitle örgütlerinin aymazlığıdır, iktidarı alma yeteneğinden yoksun ve İslamcı güçlerle uzlaşmacı tavır içinde olmalarıdır. Tunus’ta C. Başkanının sol cepheden olması ve Tunus parlamentosunda sol partilerin birkaç milletvekiliyle temsil edilmesi bu gerçeği doğrulamaktadır. Sol güçler ellerinden kitlesel eylemlerin olgunlaştırdığı iktidarı ele geçirmek yerine Parlamentoda olmayı yeterli görmüşlerdir. Bir tarihi fırsat aymazlıklar nedeniyle heba edilmiştir.

4- İki binli yılların başında Siyasal İslamcı AKP Türkiye’de seçimler yoluyla iktidar olmuştur. AKP iktidarının sözcülerinin üç dönemlik iktidarlarını değerlendirilmelerine bakılacak olursa birinci iktidar dönemleri çıraklık dönemi, ikinci iktidar dönemleri kalfalık dönemi, üçüncü ve halen süren iktidar dönemleri de ustalık dönemleri… Gerçekten üçüncü dönemleri ustalık dönemleridir çünkü toplumsal yaşam siyasal islamın gereklerine göre biçimlendirilmiş ve siyasal İslam topluma yaşam biçimi olarak dayatılmış, dahası-kim ne derse desin-kabul ettirilmiştir. AKP nin iktidar olmasında kendilerine liberal diyen tayfanın AKP ye hizmetleri(!) elbette unutulmaz. AKP nin “statükoyu değiştireceğim”  söylemi bu cenahı adeta mest etmiştir. Gerçekten statükoyu değiştirmiştir. Değişen statükonun yerine ikame edilen ise siyasal ilamdır. Bugün AKP nin R.T.E nezdindeki diktatoryal efelenmelerine veryansın etmelerinin nedeni artık Siyasal islamın bu güruhun yardımlarına ihtiyacı kalmadığından ötürüdür. ( İranda Şahın devrilmesi sürecinde  ve sonrasında Sosyal Demokrat Halkın Mücahitlerinin ve  İran Komünist Partisi TUDEH’in Humeynicilerle ortak hareket etmesi, Liberal Beni Sadr’ın başbakanlığa atanması unutulmamalıdır. İslamcılar iktidarlarını pekiştirince Beni Sadr ve Mütcahitler  sürgün edilmiş, TUDEH üyeleri birer birer öldürülerek ortadan kaldırılmıştır. İslamcıların bu oyununa gelmeyen Halkın Fedaileri “Fedain” İslamcı iktidar karşısında yalnız bırakılmış ve yenilmiştir.) ayrıca AKP nin iktidar olmasındaki hukuki ve yasal engelin sözüm ona demokrasi adına Sosyal Demokratlar tarafından kaldırıldığı da belleklerdedir. Asıl önemlisi de AKP nin iktidara hazırlık aşamasında Türkiye Solunun pusulasını şaşırmış olmasıdır. Burada ayrıntıya girmek yerine sadece Siyasal İslamcılara da örgütlenme özgürlüğünün tanınması borazanın öttürülmesi sözüm ona solun bu kesiminin  “adrenali” olmuştur. Ya Laisizm ne olacak? Diyenlere de tepeden bakılmıştır. Oysa Büyük orta Doğu Projesinin mimarlarının en büyük sorunu Türkiye’deki yarım yamalak laisizmdi ve gerek ABD resmi yetkililerinin gerek CİA istasyon şeflerinin gerekse Kapitalizmin ideologlarının asıl derdi Laiksizimdi ve onların deyişiyle “ Türkiye Kemalizm’in katı laik tutumundan vazgeçmeliydi ve Türkiye’ye en uygun yönetim Siyasal İslam’dı”… Türkiye solunun bu kesiminin bunlarla aynı kaptan yemek yediğini hala da anladıklarını düşünmüyoruz… Peki ama kendinizi illa da “sol” olarak adlandırmak zorunda mısınız?.

5-Şimdi birkaç yıl daha geriye gidelim. 20. Yüzyılı son çeyreğinde SSCB etkin olduğu Afrika ve Asya da bu etkinliği kırmak için SSCB yi çevreleyen alanlarda “yeşil kuşak” projesini uygulamaya başlamışlardır. Afganistan gibi ilerici rejimlerin olduğu Müslüman ülkelerde şeriatçı Taliban örgütünü oluşturmuş, eğitim, silah ve mühimmat konularında destekleyerek ilerici rejimlere bu kuklalar tarafından savaş açtırmıştır. Yasal platformda Afrika ve Asya’da örgütlü olan Siyasal İslamcı “İhvan”a  ( Müslüman kardeşler) desteğini artırıp işbirliğini ilerletirken Taliban,El Kaide, El Nusra, Boko Haram gibi şeriatçı silahlı örgütlenmelerin temelleri de bu dönemde atılmıştır. Bu örgütleri silahlı bir güç haline getiren batı kapitalizmidir. Doğrusu Batı kapitalizmi bunda başarılı da olmuştur. Bu ülkelerdeki ilerici rejimler yıkılmış, ülke yeniden Kapitalizmin hegemonyası altına girmiştir. Bu güçler daha sonra ABD ye karşı kafa tutar görünümü sergileseler de ABD “uzayan boynuzlarını keserek” varlıklarına son vermek yerine uygun durum ve koşullarda kullanmak üzere hep yedeğinde tutmayı yeğlemiştir. Çünkü bu örgütlerin ne kullanım süreleri bitmiştir ne de emperyalizmin bunlara duyduğu ihtiyaç… Çünkü sırada daha ırak ve Suriyedeki Baas rejimlerinin işinin görülmesi, her fırsatta Batı kapitalizmine “siktir” çeken Kaddafinin defterinin dürülmesi vardı…Şimdiki görevleri de Büyük Orta Doğu projesinin gerçekleştirilmesinde figüranlık görevidir. Orta Doğunun mevcut ve ABD nin bir türlü düzene koyamadığı iktidarlarından yaratılan bıkkınlığın ve ortaya çıkan boşluğunu ABD nin istediği biçimde doldurmasının gerekçesinin yaratılmasıdır. Değilse Batı Kapitalizmi İŞİD, EL Nusra, Taliban gibi örgütlere bulundukları alanda iktidar olanağı tanıyacak kadar saf değillerdir. Dinci terör örgütleri sahipleri adına taşeronluk yapmaktadırlar ve siyasal boşluk yaratmakla görevldirler.

6- Bu süreçle eş zamanlı olarak Türkiye’deki manzara nedir? 12 Mart Faşizmini ardından Türkiye solunun derlenip toparlandığı, kitlesellik kazandığı dönemdir. Grevler, işgaller, boykotlar birbirini takip etmektedir. Karşı devrimci güçler ya devlet destekli MHP ve ÜGD gibi faşist örgütlerle kitlesel hareketlere karşı saldırılar düzenleyip kitle katliamlarına yöneliyor,  ya da bizzat devlet içi faşist örgütlenmelerle devrimci avına çıkıyorlardı. Öldürmeler, kaçırmalar, işkence ve devrimcileri cezaevlerine kapatma resmi ve sivil faşist güçlerin başlıca eylem biçimiydi. Karşı devrimin bütün bu saldırıları devrimci hareketin kitleselleşmesinin önüne geçemedi ve karşı devrimin gözünde devrimciler mevcut iktidarın korktuğu bir güç haline geldi. Bu gidişe toptan bir dur demenin yolu faşizmdi ve 12 Eylül faşizmi bu koşulların ürünüydü. Darbe ABD de planlanmış ve Beyaz sarayla, Washingtonla bir dizi görüş alış verişinde bulunulmuş, bunların onayı alınarak gerçekleştirilmiştir. Zira, 12Eylül darbesini yapanlara ilişkin ABD yetkililerinin darbeciler için “Our boys” (bizim çocuklar tanımlaması belleklerdedir). 12 Eylül generalleri darbeye gerekçe olarak Erbakanın Konya Mitingiyle manevi değerlere hakaret ettiğini, Laisizmin tehlikede olduğunu,  kendileri darbe yapmasalardı devrimcilerin  silah zoruyla iktidarı alacaklarını göstermiştir. Laisizmden söz eden 12 Eylül faşizminin ilk ve sürekli hale gelen icraatları ise toplumsal yaşamı dinselleştirmek olmuştur.  Uçaklardan şehirlerin, kasaba ve köylerin üzerine ayetler atmak, ülkenin her tarafını kuran kurslarıyla donatmak, yerden mantar biter gibi imam Hatip liseleri açmak bilinen icraatlarıdır. Orta öğretim kurumlarında din derslerinin zorunlu kılınması 12 Eylül anayasasının hükmüdür. Anayasa oylamasında cemaat ve tarikatlarla 12 eylül generallerinin yaptığı pazarlıklar da             unutulmayanlar arasındadır. Dikkat çekici bir diğer husus tarikat ve cemaatlerin 12 Eylül paşalarıyla hiçbir sorun yaşamadığıdır. 12 eylülü takip eden iktidarlar sivil 12 Eylül iktidarlarıdır ve her biri toplumsal yaşamın dinselleştirilmesi için duvara bir taş koymuşlardır. Alt yapı bu uzun dönemde tamamlanmıştır. AKP iktidarı siyasal İslamın alt yapısı tamamlanmış “ toplumsal dönüşüm projesini” 2002 seçimlerinde iktidar olarak devralmıştır. Bu gün gelinen noktada bu projenin sonuna gelinmiştir.

7- AKP nin topluma siyasal İslamın öngördüğü yaşam biçimini dayatmasından bunalan kitleler AKP iktidarına Gezi eylemleriyle cevap vermişlerdir. Gezi, yaşam biçimine müdahale edilen kitlelerin siyasal İslam dayatmalarına karşı bir restidir ve AKP iktidarının Gezi eylemlerinden bu kadar rahatsız olmasının nedeni de budur. Gezi, toplumsal yaşamda laisizmin dirilmesidir.

8- Biraz daha geriye gidelim, 1960 lı yılların ortalarına…1965 lerde başlayan solama süreci kapsamında Emekçi yığınların mücadelesine omuz veren, gericiliğe boykot ve işgallerle cevap veren, toprak işgallerinde yoksul köylülerin yanı başında, grevlerde işçi sınıfının içinde, anti emperyalist mücadelede alanlarda olan devrimcilere karşı karşı devrimin saldırı gücü İslamcılar olmuştur. Kitlesel gösterilerde saldırgan güç olarak bunlar kullanılmıştır. Akıncılar, Milli Türk Talebe Birliği, Komünizmle mücadele Dernekleri bu gerici güruhun örgütlendiği ve saldırı eylemlerini gerçekleştirdiği devlet destekli yuvalardır. ABD Askerlerinin Deniz Gezmiş önderliğindeki devrimciler tarafından Dolmabahçeden denize atılmasına, 15-16 Mart olaylarında devrimciler üzerine bomba atılmasında, Taylan özgürün öldürülmesinde Devlet bu güçleri kullanmıştır. Bugün iktidar kadrolarının önde gelenlerinin tümü bu dönemde bu İslamcı örgütlerde yetişmiş kişilerdir.  Bu dönemde Devrimci harekete saldırı gücü işbirlikçi iktidarlar tarafından bu gruba verilmiştir.  Faşistlerin bu görevi devralmaları 12 Eylül öncesi döneme denk gelmektedir. Bu gün faşistler görece karşı devrimci şiddetten uzak duruyor görünmekteler. Ancak bu aldatıcı olmamalıdır, aksi durumda faşistlerin varlık nedeni ortadan kalkar. Bu gün kitlesel olarak toplumsal yaşamın dinselleştirilmesine karşı çıkanların korkutulup sindirilmesinde dinci örgütler beslenip, desteklenmektedir. 2000 li yıllarda domuz bağıyla sayısız insanı infaz eden Hizbullah’ın Jitem tarafından korunup kollandığı, desteklendiği ve bir terör unsuru olarak kilelerin üzerine salındığı herkesçe bilinen bir gerçektir.

Özetlersek, Siyasal İslamcı örgütlenmeler bağımlı ülkelerde iktidar aracı olarak kullanılmak üzere Emperyalist/kapitalizm tarafından üretilmiş bir projedir.

Şimdi Orta Doğuda İŞİD, değişik görünümüyle Müslüman Kardeşler, El Kaide, El Nusra, Taliban, Ukraynadaki Faşistlerin ne yaman demokrasi güçleri olduğuna ilişkin ABD yalanları, AKP iktidarı, RTE, Bülent Arınç, Cemil Çiçek… İrili ufaklı ne varsa alt alta koyup toplayalım ve sonucu yazalım: Siyasal İslam Bir ABD projesidir ve emperyalizmin dinsel görünümlü sekreteryalarıdır.

Sonuç olarak; Şayet bu tespit doğruysa ilerici kesimin hele ki kendilerini Sosyalist, Komünist olarak adlandıranların, sanki laisizm Kemalizmin orijini imiş gibi  Laisizme burun kıvırmaları insanlığın ilerici birikiminin inkarıdır. Laisizmin sınıf mücadelelerinin bir kazanımı olduğunun inkarıdır. Günümüzdeki Orta doğuda yaşanan İslamcı gelişmelerin arkasındaki gücün alenen  Emperyalist güçler olduğu gerçeği artık anlaşılmalıdır. Laisizmi yeniden ve ciddi biçimde sahiplenmesi gereken ve laisizme en çok ihtiyacı olan devrimcilerin aymazlıklarından uyanmalarının zamanıdır. Yarın geç olabilir.

Bölüm-16

Girift ve karmaşık sosyo-politik ve siyasal mekanizmaların işleyişleri, o mekanizmaları oluşturan parçaların her birinde bütünlüklü bir bilgi birikimini ve uzmanlığı zorunlu kılar. Mekanizmanın bütününün işleyişindeki süreklilik her bir parçanın kendi içinde bütünlüklü öngörülere dayanan uzun vadeli projeler oluşturması ve projelerin uygulama alanlarında denenmesini ve parçaların bir dizge halinde sistemleştirilmesini gerektirir.

Yeni sömürgeciliğin değişkenleri başlıklı yazımızın büyük çoğunluğunda Emperyalist/Kapitalizmin 21. Yüzyıldaki işleyişindeki değişikliklerin klasik işleyiş biçimleriyle neden açıklanamayacağı üzerinde durulmuş ve yeni işleyişin projelendirilmesinde yeni işleyiş biçimlerinin Küresel kapitalizmin ideologları S.Huntington ve F.Fukuyamanın ekonomik/politik tezlerinde ifadesini bulduğuna çeşitli vesilelerle değinilmiştir.

Bu bölümde, önceki yazılarda irdelendiğinden küresel kapitalizmin ekonomik işleyişindeki değişikliklerin değil,  sistemin siyasal/politik ve kültürel yeniden yapılandırılması ve küresel kapitalizmin yer küreyi bu bakış açısıyla yeniden biçimlendirmesi irdelenmeye çalışılacaktır. Güncel hale gelen İŞİD böyle bir irdelemeyi zorunlu kılmıştır.

S.Huntington meşhur tezinde 1990 lı yıllarda SSCB nin yıkılması ve sistemler arası “soğuk savaşın” bitmesiyle bundan böyle sınıflar mücadelesinin yerini medeniyetler çatışmasına bırakacağıdır. S. Huntingtonun medeniyetten anladığı ise yer kürenin belli bölgelerindeki dinsel/mezhepsel ve etnik kümelenmelerdir. Her toplum kendi içindeki sınıfsal farklığı dolayısıyla sınıf mücadelesini bir yana bırakarak mensubu bulunduğu dinsel/mezhepsel aidiyetlerle ve etnik aidiyetleriyle medeniyet dünyasında yerini alacaktır. Cümlenin anlamı, aynı toplum içinde farklı din ve mezheplere sahip olanlar ile farklı etnik kökene sahip olanların çatışması kaçınılmazdır ve pre-kapitlist kalıntılar, kapitalizmin ortadan kaldırıp ulus bütünlüğünde birleştirdiği farklı din ve etnik kökenler kapitalizm öncesinin toplumlarında olduğu gibi toplumda kendi kimlikleriyle yerlerini alacaklardır. Etnik ve dinsel kimlik kartına sahip olup olmama da toplumların “demokratik toplum” olup olmadıklarının kıstası olacaktır. Kapitalist modernitenin dışladığı ve ulus bütünlüğünde birleştirdiği, çatışmaların sınıflar temelinde emek/sermaye mücadelesi olarak sürdüğü toplumlar, post modernizmin dinsel ve etnik temelde ayrıştırdığı  “kimlik toplumları” olacaktır. Kapitalizmin ürünü ulus devleti ayrıştıran emek sermaye çelişkisi, işçi sınıfı/burjuvazi çelişkisi ortadan kalkacak, esas belirleyici olan toplumların dinsel ve etnik kökende kendilerini ifade etmeleri olacaktır.

S.Huntington taşra lisesinde sosyoloji öğretmeni değildir ve çok yalın bir söylemle yalanı gerçek diye yutturmanın azizliğine soyunmuştur. Huntington küresel kapitalizm adına gerçeği karartmakta ve yalan söylemektedir. Her geçen gün daha fazla sıkışan kapitalizmin kurtarılmasına soyunmuştur ve küresel kapitalizm adına kendisine verilen görevi üstlenmiştir. Sanki üretim araçlarının özel mülkiyetiyle emeğin toplumsal karakteri arasındaki uzlaşmaz çelişki ortadan kalkmış, sanki dünyanın her yerinde işsizlik çığ gibi büyümüyormuş, sanki açlar ordusu saflarna hergün yüzbinler katılmıyormuş, sanki işbislik alıp başını gitmemiş, gelir dağılımları arasındaki uçurum derinleşmemiş v.s… Huntingtonun Kendisine verilen görev kapitalizmin yeni işleyişine uygun sosyo/psikolojik suni algılar yaratmak ve deyim yerindeyse işçi sınıfının adının bile kendileri için karabasan oluşturan sözüm ona “yalama aydınlar” eliyle toplumlara bunun kabulünü sağlamaktır. Bu “kabullendirme” elbette teorik düzeydedir ve pratik arkasından gelecektir. Kapitalizm, gerçekten kendisini ve kendi ürünü işçi sınıfı/burjuvazi çatışmasının ifadesi olan kapitalist uygarlığı yadsıyarak, Kapitalist uygarlığın ürünü olan ve ifadesini emek-sermaye çelişki ve çatışmasında bulan toplumların iki medeni sınıfını rafa kaldırıyor ve yerine yeni uygarlığın yaratıcısı olarak etnik ve dinsel pre-kapitalist unsurları koyuyor. Sermaye medyasında göklere çıkartılan bu kadar uyduruk, bu kadar insanları aptal yerine koyan bu tezin pratik sonuçları şayet toplumlarda kabul görüyorsa gerçekten bu tür toplumların kendileri de bireyleri de birer patolojik vaka olarak tedavi görmeleri gerekir diye düşünmemek elde değil. Ancak devrimciler sonuçlara bakarak bir yargıya varmazlar.  Olay ve olgular, kendilerini kabul düzeyine getiren toplumların siyasal, sınıfsal, entelektüel bilgi birikiminin düzeyini irdeleyerek sağlıklı sonuçlara ulaşabilirler, aslolan da budur. Bu pratiğin, etnik/dinsel kimlik pratiğinin toplumlarda kabul gördüğü su götürmez bir gerçekliktir. Toplumların demokrat olup olmamasının kapitalist dünya kuruluşlarınca karnesi de çıkartılmıştır. Cemaatler eliyle toplumun dinselleştirilmesi ve etnik azınlıkların mağduriyetlerine, farklı etnik kökene mensup toplumların birbirlerini kırmalarına, en temel haklarının inkârına ve devlet zoruyla baskı altına alınmasına sebep sanki kendileri ve ülkedeki işbirlikçi iktidarları değilmiş gibi sinsice etnikçilik kartını demokratik toplum yaratma adına kullanmaları belki ilk değildir ancak bu kartı “sosyalizm adına ahkam kesenlere” taşıttırmaları sanırız bir ilktir.

S.Huntington medeniyet kavramını dinsel/etniksel kimlikler açıklamaya çalışırken bütünün diğer yarısını F. Fukuyama tamamlayacaktır. F. Fukuyama kehaneteni Huntingtonla aynı zaman dilimi içinde açıkladı: “Tarihin sonu geldi”… Yani sınıf mücadeleleri bitti… Sanırsınız ki sınıf mücadelesini doğuran, ortaya çıkaran maddi/tarihsel koşullar ortadan kalktı… Kapitalizm tarih sahnesinden silindi… Tarihte sınıfların ortaya çıkmasının temel gerekçesi özel mülkiyet toplumsallaştı. Uygarlık komünist toplumu yaşıyor… Rüya gibi…

F.Fukuyama S. Huntingtondan daha açık sözlüdür ve lafı gevelemez… Ulus devletler Küresel kapitalizmin/tekelci şirketlerin faaliyet alanını daraltmaktadır. Şirketler ulus devlet sınırlarını ortadan kaldıracak ve sistemin ruhu, liberalizm sisteme hakim olacaktır…

Şimdi biraz daha yakından bakalım kapitalizmin bu iki imanlı müminlerinin, bu iki müthiş tezlerine…

S: Huntington: “Medeniyetler çatışması toplumsal mücadelelerin dinamiği olacak”… Medeniyet grupları olarak tanımlanan ise kapitalizmin “ulus devlet içinde birleştirdiği”, merkez kapitalist ülkelerde çözdüğü, geri bıraktırılmış ülkelerdeki kapitalizmin çarpık yapılanması nedeniyle iğdiş ettiği, yer yer çözülmeyen kapitalizm öncesi aidiyetler… Dinsel ve mezhepsel kimlikler ile etnik kimlikler… Batı kapitalizmi etnik kimlik sorununu ve dinsel/mezhepsel sorunu çözdüğünden mu medeniyetlerin çatışma alanı da doğal olarak emperyalizme bağımlı, kapitalizm öncesi ilişkilerin ağır bastığı, bu sorunların çözülemediği geri bıraktırılmış ülkeler olacaktır. Orta Doğu, Güney Asya, Afganistan, Pakistan, Afrikanın önemli bölgeleri… Ayrıca karmaşık etnik kimliğe sahip Balkanlar ve eski SSCB Cumhuriyetleri…

İki binli yılların başlarında siyasal İslamın örgütlenmesi ve giderek iktidara taşınması için taşlar döşenmeye başlamıştır. ABD emperyalizminin 20. Yüzyılın sonlarında Sovyetlerin nüfuz bölgelerindeki etkinliğini kırmak için bizzat örgütleyip eğittiği, daha sonra kapitalizmin başını ağrıtmaya başlayan radikal İslamcıların gücünü kırmak ve batı kapitalizmiyle uyum içinde çalışacak iktidarları oluşturmak için nüfusunun büyük bölümü Müslüman olan bu ülkelerde siyasal İslamcıların toplumsal etkinliği artırılmış ve giderek iktidar yapılmaları hazırlığı başlamıştır.  Siyasal İslamcı iktidarların öne konulan program kapitalizm adına bu bölgelerdeki kapalı ekonomik pazarları yıkarak kapitalizmin ihtiyaç duyduğu  geniş pazarlar haline getirmektir. Bu güçlere her ülkenin kendi geleneksel yapısı içinde iktidara gelme yolu açılmıştır. Türkiyede AKP az çok seçim geleneğine sahip sandık yoluyla iktidara gelirken, Irak işgal edilmiştir. Hemen belirtelim ki Müslüman ülkelerde batı bütün kurum kuruluş ve medya gücüyle bu ülkeler için siyasal islamın iktidar olmasını bir nimet olarak sunmuştur. Müslüman ülkeler içinde Türkiye yarım yamalak laisizmle tanışmıştır ve laisizmin müsebbibi de Kemalizmdir. Batı Kapitalizmi Türkiyenin bu ayrıksı durumunu ortadan kaldırmak için diplomatlarıyla, büyük elçileriyle, CİA istasyon elemanları ve sınırsız medya gücüyle Türkiyenin laisizmden vazgeçmesini ve Kemalizmden kurtulmasını vaaz ede gelmiştir. Sanki laisizmin orijini Kemalizmdir… Batı kapitalistleri kendileri için hak gördüklerini Türkiye için na-hak görmüşler, Rönesans ve reform hareketleriyle mensubu bulundukları Hıristiyanlığın toplumsal yaşamdan kiliseye  hapsetmek için din ile beşyüz yıl savaşmamışlar  gibi, batı kapitalizminin de laisizm üzerine yükseldiğini bilmezlermiş gibi, kırık dökük yasalarla  güya yasaklanmış olan, fiilen elli yıldır da bütün iktidarların dinsel cemaatleri koruyup kolladıklarını bilmezlermiş gibi  dinsel cemaatlerin toplumsal etkinliğinin ivaz geçilmez demokrasi göstergesi saymışlar ve giderek bu alanın açılmasında uluslararası baskı unsuru olmuşlardır. Bir yandan dinsel/Sünni mezhepsel toplumsal alanlar etkinleştirilirken buna paralel olarak Kürt siyasal hareketi de başka bir uçtan toplumsal etkinliğini genişletmiştir. Giderek AKP nin iktidara taşınmasıyla dinsel cemaatlerin,yapılanmaların ekonomik,politik güçleri toplumu sarmıştır. AKP nin ikitdar olmasıyla kürt etnik hareketiyle AKP nin çeşitli siyasal alanlarda birbirlerini desteklemelerinin de bu açıdan şaşılacak bir yanı yoktur.   Huntingtonun medeniyetler çatışmasının verileri toplumsal gerçeklik kazanmıştır. Artık toplumun siyasal/kültürel yapısında etnik ve dinsel aidiyetler egemen olmuştur. Toplumun siyasal/kültürel yapısının dinselleştirilmesietnik ve dinsel öğeler tarafından belirlenmesi   aslında AKP nin icadı değildir, tersine AKP bu amaca ulaşmak için iktidar yapılmıştır. Devrimci hareket,  karşı devrimin gelişim ve oluşumlarını analiz eder, irdeler ve karşı mücadele araç ve örgütlenmelerini yaratır. İdeolojik temelini güçlendirir.  Ancak Türkiye’de, olması gerekenin tam tersi gerçekleşmiş, sözüm ona birçok sosyalist etiketli grup ya da parti AKP Kemalizme olan tavrından dolayı, sözüm ona “devlete tavır alan demokrat iktidar” aymazlığı içinde destekleyerek, Huntingtonun işçi sınıfını, mücadelesini, örgütünü, toplumsal temelini ve destek güçlerini kendi eliyle köreltmiş, üstünü küllemiştir. Sözüm ona solcular, kendilerini liberal olarak adlandıran yağdanlıklar, kürt etnikçileri bu aşamada AKPnin gönüllü destekçileri ve adeta sözcüleri olmuşlardır.  Huntingtonun kapitalizm adına dileği kendilerini sosyalist olarak tanımlayan parti ya da gruplar adına gerçekleştirilmiştir. İlericilik adına tafra satan dernek, grup ya da partilerde sosyalizmin dili ve kavramları özellikle etnikçiliğin dil ve kavramlarıyla yer değiştirmiştir. Çağdaş toplumun dinamiği işçi sınıfının adı unutulmuş, adında ilerici, demokrat sosyalist olan ya da kendilerini öyle adlandıran dernek, kişi ve gruplar dinci güçlerin ve etnik siyasal hareketlerin toplumsal etkinliğinin gönüllü sözcüleri olmuşlar, bu bağlamda toplumsal etkinliği zaten kırık dökük olan laisizme cephe almışlar, saldırmışlardır. Huntingtonu bu anlamda gerçekten kutlamak gerekir. Kendisi bile emperyalizmin toplumları biçimlendirmesinde kendilerini ilerici addedenlerden sanırız bu kadar açık destek ne demek, teorisinin gönüllü sözcülüğüne soyunacaklarını beklemiyordur. Huntington mikrofonu son sözü söylemek için F.Fukuyamaya uzatmış, Fukuyama verileri birleştirmiş ve son sözünü söylemiştir: “Ulusal sınırlar tekelci şirketler tarafından ortadan kaldırılıp, liberal demokrasi kadim bir dünya düzeni olarak sonsuza kadar varlığını sürdürmelidir”… Sahi, kapitalizmi bu derecede kutsayan yer yüzünde başka bir ülkede  bölesi “sadık sosyalistler” var mıdır acaba?. Sahi, kapitalizmi kutsayan sosyalizm sakın ola ki bu tür devrimciler eliyle gerçekleştirilmesin… Bunca gariplikten sonra artık galiba şaşmamayı da öğrenmemiz gerekir. Mekanizmanın bütün unsurları ustalıkla birleştirilmiş, sosyalizme karşı haçlı seferleri başlatılmıştır.

Son olarak ABD’nin İŞİD de karşı “savaş ilan ettiği” medyada boy boy manşetle konu ediliyor. İŞİD vahşeti karşısında İŞİD’i bombalayan ABD yine kurtarıcı olarak şükranlara layık bir davranış sergilemektedir. Filmlerde bile ABD’nin sonunda kötülükleri yenen ülke olduğuna alışmadık mı?. Bu kadar fantezi yeter. Evet, ABD İŞİD i bombalayacak, önde gelen birkaç militanını öldürecek ve manşet edecek. Ancak ABD nin İŞİD ihtiyacı var. En az giderle en çok kar elde etmek sadece kapitalist ekonominin kuralı değildir, kurnaz kapitalistlerin de düşünme yöntemidir. Biz olmazsak İŞİD sizi yer diyerek Orta doğuya yerleşip enerji kaynaklarına el koymanın bir başka adıdır ve olan da budur. Küresel kapitalizmin Irakı işgaliyle Huntungton ve Fukuyamanın tezlerinin de pratiği gerçekleşmiş, Irak Arap/Türkmen ve Kürtler arasında etnik, Şiiler ve Sünniler arsında dinsel/mezhepsel çatışmanın merkezi olmuştur. Ulaşılmak istenen amaç bu değil midir?. Irakta gelinen bu noktada örneğin ıraklı devrimci bir örgütün sınıf mücadelesinden söz etmesinin toplumu bu doğrultuda yönlendirmesinin sosyal ve psikolojik temeli ortadan kaldırılmıştır. Geçmiş dönemde siyasal mücadele içinde tanıdığımız kürt kökenli arkadaşlarla bu konu tartışılırken tavırlarında açıkça Kürt milliyetçiliğinin baskın karakteri gözden kaçmamaktadır. Ulusal Kurtuluş mücadelesinde bunun doğal olduğunu bile ileri sürebilmektedirler. Tarihin Ulusal Kurtuluş savaşları dönemini kapattığından, dönemin küresel kapitalizme karşı küresel olarak emeğin örgütlenmesi ve sosyalizmin kaçınılmazlığından söz etmeniz o kadar nafile ki, örneğin bu bölgelerdeki gerici yapılanmalara, feodal ve dinsel gericiliğe karşı bir tepki ya da tavır belirlemelerini beklemek de sanırım aynı ölçüde nafile… Sistem mekanizmasını tıkır tıkır işleyecek şekilde kurduğu doğrudur. Ancak kaçınılmaz ve ertelenmez bir doğru daha vardır ki, inatla ısrarla, dişini tırnağına takarak ve eskisinden bin kat daha enerji harcanmadan üstesinden gelinemeyeceği gerçeğinin farkında olarak bu sistemin dişlilerinin kırılması da işçi sınıfının ve devrimcilerin boynunun borcudur.

Huntingtonun ve Fukuyamanın,  küresel kapitalizmi kurtarma operasyonunun bayraktarları, sınıf mücadelesi, emek-sermaye çelişkisi sosyalizm/komünizm sözcükleri bile ruhlarına karabasan gibi çöken sözüm ona “sosyalistler” dir. Majestelerinin sosyalistleri ve aydınları…. Gel de Kemal Tahir’i anma: “Kapitalizm adama bokunu yedirtir”.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.