Hayat Hikâyeleri (5 Bölüm)

Hayat Hikâyeleri-01

Pazartesi günlerini hiç sevmedim, geçerli bir gerekçem, belli bir sebebim de yok. Sanırım tamamen içgüdüsel bir tepki. Düşünsene ben orta halli bir özel şirkette ücretli bir çalışanım. Haftanın altı günü üzerime düşen işlerin yorgunluğu bir tarafa şirket sahibinin bir halta yaramaz yakınlarının afra tafralarına iç geçire geçire bir hal olmuşsun, gözün iki de bir saatin yelkovanında… Mesai bitse de kendimi bir dışarı atsam… Medarı maişet derdi işte, şöyle geri çekilip elinde ne varsı, Allah ne verdiyse, patronunu, müdürünü, bunların bokunda boncuk görmüş görgüsüz akraba taallukatını alıp karşına, şöyle sıraya dizip baştan sona şırak, şırak ses getiren tokadı yapıştırıp, sonra da “al atını sikerim tımarını” diyemiyorsun… İçine ata ata bir gün kalp sektesinden çöküvermenin hiç de sürpriz olmayacağını da biliyorsun… Ne çare, çoluk çocuk gözünün önünde bitiverince elin ayağın buz keser, kediye bile pis demekten korkan yeryüzünün en pısırık insanı olur çıkarım. Beynimde yanardağlar patlar oysa.. Neyim ben… Zincirsiz bir köle… Sanki ben hiçbir şeyin farkında değilim, ağızlarında Allah, kalplerinde yallah… Tezgâhı iyi yere açmışlar… Hangi parti iktidara gelse o partinin has adamı oluverirler… Sahte faturalar, ödenmeyen vergiler, üç kuruşluk ihaleye verilen on üç kuruşluk rüşvetler… Neyi nasıl kazandıklarını sen düşün artık… Oğlunun altında son model cipler, kızının altında uçak bozması arabalar. Vur patlasın çal oynasın. Müsriflik, israf diz boyu… Bizim aldığımız üç kuruş gözlerine batar, iki de bir “aldığınız parayı hak edin” diye ağırdan ağırdan laf sokmaları yok mu birde… Üniversite mezunu gençler ayak işlerinde koşturulur, sigortaları bile yoktur. Asgari ücrete çalıştırırlar, hem de günde on saat… acırım onlara da elden bir şey gelmez. Birkaç ay önce işyerine sendika getirmişler, sendikacıların etrafı hemen çevrildi, canlarını zor kurtardılar. Bu gençlerin işlerine son verildi. İkisi nişanlıydı, düğün hazırlığı yapıyorlardı, ikisi de işten çıkarıldı. Oğlan yanıma uğradı, iş bulamamışlar, kızla ayrılmışlar…. Bunların oğlum ya da kızım olduğunu düşündüm…Yaşım yetmişi geçti, hadi ben emekli oldum, yarın oğlan da kız da yuvadan uçar gider, kendilerine ait bir hayatları olur. Biz kalırız bir ayvaz, bir Köroğlu, emekli maaşıyla idare eder gideriz… Bu gençler aklıma geliyor, ya oğlum da kızım da işsiz kalırsa, ya muhannete muhtaç olurlarsa… Gel de çıldırma, gel de Zaloğlu Rüstem olup bizi bu hale düşürenlerin topuzunla beyinlerini parçalama… Nereye gider bu işin ucu bilmiyorum… Hak diyorsun boğazına bir el yapışıyor, hukuk diyorsun dilini koparıyorlar… Görünmez bir elin boğazıma sarılacağından ödüm kopuyor. Yatağa girmeye korkuyorum, gecelerimi karabasanlar basıyor. Böyle giderse delireceğim.

Kendi kendime “ulan derim bunların adı bilinmez, sanı duyulmamıştır, bir de her gün televizyonlara milyonlarca liralık ilan veren, iki de bir zırt pırt gazetelerde boy gösterenlerin kazandıklarını düşün bir de…”

Emekliyim gerçi ama kız da oğlanda Üniversiteyi bitirmelerine rağmen bir iş bulamadılar daha. Arkadaşları var, eş dostları var, çocuk değiller ki ellerine beşer lira sıkıştırıp “ hadi bakalım” diyesin. İkisi de kocaman insan. Eve geçi yarısı geliyorlar, doğruca odalarına çekiliyorlar. Morallerinin bozuk olduğunu biliyorum. Seslerini

çıkarmıyorlar ama sabahtan akşama iş aradıklarını, yürümekten tabanlarının çatladığını biliyorum, Benim çocuklar gibi Üniversiteyi bitirip iş bulamayanların intihar ettiklerini düşündükçe beynim yerinden oynuyor. Günlük harçlıklarına para yetiştiremez oldum. Vermesen olmaz, versen yok, üstüne üstlük ev kirası, bakkal çakkal parası, elektrik, telefon parası derken ne elde kalıyor, ne avuçta… Durum her geçen gün kötüye gidiyor, her gün bir zam, bir günümüz öbür günümüzü tutmuyor. Ek iş dersen, ara ki bulasın… Yaşıma başıma bakmadan kahvede ocakçılık, bir lokantada garsonluk… Yok, o da kesilmiş… Sonra bu yaşımda kim iş verir ki bana. İşsizlik diz boyu. Karın tokluğuna çalışacak zımba gibi adamlar kapıda sıraya giriyor. Onca günler gelir geçer, hanım durumun farkındadır da Allahtan “bana da şunu al” demez. Yırtığımızı, yamamızı içine büker de durumu idare etmeye çalışır. Ayağındaki ayakkabısı ben deyim beş yıllık, sen de on. Seneler önce mahalle pazarından aldığım pazen entarisini yıkar yıkar giyer.

Pazar günü benim için bir başka gündür… O ciğeri beş para etmez insanların yüzlerini görmez, seslerini duymazsın. Çoluk çocuk öyle alıştılar ki benim yatakta döne döne tembellik yapmama, kahvaltıya bile çağırmazlar. Kalkar kalkmaz bir bardak demli çay, bir sigara… Oh be, yaşam bu derim. Kitap okuma alışkanlığım yoksa da eskiden iyi kötü çocukların eve getirdiği, kahveye gittiğimde masanın üzerinde benim dışımda pek kimsenin ilgilenmediği gazeteleri okurdum. Şimdi sinirlerimi bozuyor. Çocuklar genç… Kızım popçu, oğlum topçu, hiçbir bokun farkında değiller…

Gazetelerin bunları ilgilendiren sayfası bu… Ne yalan söyleyeyim, gördükçe burnumdan soluyorum, gençlerin merakı da bu deyip görmezlikten geliyorum. Bu kuşağın gençleri o zamanın gençlerine benzemiyor. Dünya siklerine ahiret taşaklarına…

O samanın gençleri böyle değildi, zeki, fırtına gibi çocuklardı… Aklımız bir boka mı yetiyordu, devlet büyüklerimiz bunlara anarşist derdi, biz de öyle derdik. Onlar, o yaşta bugünlerimizi bize anlatırlardı da pek oralı olmazdık. Doğrusu korkardık, her birinin peşinde polisi, Jandarması, mahkemesi eksik olmazdı. Hepsinin arandığını bilirdik, başımıza iş almayalım diye de korkardık. Yalnız bıraktık o gençleri, utancımdan hık mık ettiğime bakma, biz hak ettik bunları yaşamayı. O 12 Eylülcü denen şişesiceler hepsini dağdan dağa düşürdü, kimisi yıllarca hapis yattı, aylarca işkencelerden geçirdiler, kimilerini yaşına başına bakmadan astılar. İş işten geçtikten sonra anladık anamızın nasıl sikildiğini… Beyinlerimizi yerinden çıkardılar, okşaya okşaya… Meğer bu çetelerden birileri sırtımızı sıvazlarken öbürleri hem anamızın koynuna girermiş, hem de evdeki bulgur çuvalını sırtlayıp götürürlermiş… İş işten geçtikten sonra öğrensek neye yarar.

Göz ucuyla gazete okuyuşlarını izliyorum. Benim tahsilim terbiyem yok. Gazetelerin bütün sayfaları yalan üstüne yalan yazıyor. Aman, nasıl kalkınıyormuşuz, aman dünya bizi nasıl kıskanıyormuş dünyanın bilmem kaçıncı büyük ekonomisi olmuşuz… Ulan diyorum, valla ekonomi de ülke de sizin üç beş emmi dayı, enişte baldız, oğul kızınızdan ibaret galiba, bizi pek bu ülkenin vatandaşı saymıyorsunuz. Açız ulan, aç, aç, aç… Bizim çocukların umurunda mı, falanca şarkıcının kaçamakları, filanca topçunun transferde aldığı para… Kimin eli kimin cebinde umurlarında bile değil. Bir gün canımın sıkıntısından sesli söylemişim bunu, kimin eli kimin cebinde diye. Güldüler bana, dalga geçtiler. “Kimin eli kimin cebinde baba” dediler… “Birilerinin eli hepimizin cebinde dedim, onu da şu kaz kafanızı çalıştırıp siz bulun”… Ne deyim, evlat işte.

Yaşlılıktan mıdır nedir bilemem, son yıllarda bir tuhaf oldum. Her şey sinirlerimi bozuyor, bazen kendime hâkimiyetimi kaybedip ortalığı kırıp geçiriyorum. Mendebur herifin biri oldum çıktım. Eskiden daha hoşgörülüydüm, en olmaz şeylere bile güler geçerdim. Şimdi gülmeyi de unuttum. Yine de istemeden birisini kırarım diye elimden geldiğince eş dost arasına karışmam pek. Gördüğümü görmezlikten, duyduğumu duymazlıktan gelmeyi yeğlerim.

Bir utançtan kurtulmak ister gibi, sohbet süresince yere diktiği gözlerini kaldırıp gözüme bakıyor…

Mustafa amca gözüme bakma, ellerine bak diyorum.

“Ne var ellerimde” der gibi şaşkın şaşkın ellerine bakıyor.

Ellerinin farkına vardığın gün diyorum haramilerin kervanlarındaki ipek şallar ayağımızın atında paspas olur.

Hayat Hikâyeleri-02

“Size bir şey sorabilir miyim”?

“Elbette, buyurun hanımefendi”…

Ona “hanımefendi” diye hitap etmem epeyce garibine gitmiş, dalga mı geçtiğimi yoksa ona bir insana duyulan saygı gereği mi hanımefendi olarak hitap ettiğimi anlayamamış olmalı ki, kızgınlık belirtisini saklayıp gizlemeye gerek görmeden hızla yanımdan uzaklaştı. Pek oralı olmadım. Daha sonraki günlerde “hadi be sen de” tavrını ısrarla sürdürdü.

Müdavimi olduğum, eş dost buluşup sohbet ettiğimiz, tavla oynadığımız bir lokalde garsondu. Onu daha önceden tanıyan birkaç kulağı kesik “ o biçim kadınlardan” olduğunu etrafa söylemiş, söylemiş olmanın ötesinde onunla krallara layık geceler geçirmişler, filanca gün sabaha kadar bilmem hangi barda, falanca gün bilmem hangi pavyonda eğlendikten sonra eve kapanıp günlerce yataktan çıkmamışlar. Anlatan, anlattıkça etrafındakilerde olmayan yeteneğini sergiliyor gibi anlattıkça ağzı kulaklarına varıyor, iki de bir boynunu sağa sola çeviriyor, “ karşınızdaki delikanlının kim olduğunu bilin” dercesine kendince farklılığını ortaya koyuyordu.

Benim de kulağıma geldi. Birkaç kişinin dışında ondan bir şeyler bekleyen çoğunluğun bu kadına karşı hal ve hareketleri yılışık bir hal alıyor, çay, kahve getirdiğinde yer sıkışıklığından yararlananlar güya tesadüfen baldırına bacağına dokunup, zafer kazanmış gibi bıçkın bıçkın gülüyorlardı. O gün ansızın, ondan beklemediğim bir ses tonuyla “edebini takın” diye bastı bağırtıyı. Kimisi kıs kıs gülmesine devam ederken ben dahil birkaç kişi ne olduğunu, neye tepki gösterdiğini pek anlayamamadık Lokalin işleticisi patronuna şikâyet ettiyse de beklediği koruma yerine bir de ihtar yedi. “Onlar bizim müşterimiz, iyi davran”…

Derken taliplileri arttı ve ondan “ bir şeyler beklemek” o kadar olağanlaştı ki, ilgilenmeyen birkaç kişi neredeyse erkeklik sınavından sınıfta kaldı. Birkaç kişi dışında kalan bizim lokalin müdavimleri, lokalin kapanma saatinde, kadınlı erkekli gruplar halinde yakınımızdaki bara giderler, kendi deyimleriyle lokalde içtikleri alkolün üzerine “cila çekerlerdi”. Lokal kapanıncaya kadar çalışırdı. Oyunları, eğlenceleri geç bitenler, “hiçbir kadının kendilerine hayır demeyeceğinden emin kulağı kesikler” birbirleriyle girdikleri bahsi kazanacağından emin, onu bara davet ederler, o kestirmeden “ teşekkür ederim” deyip restini çekerdi. Aşağı yukarı akşamüzeri bir iki saatliğine uğrayıp tavla oynadığım lokalde rutin yaşam bu minval üzere sürer giderdi. Yine bir gün o malum kıstırmaları pervasızca icra eden bir kulağı kesiği fena haşladı. “Çok istiyorsan ananı götür” deyiverdi. Bizim bıçkının façasını aşağı indirmiş, boka çevirmişti. Karizması çizilen alemin delikanlısının, kadının anasına bacısına sinkaflı küfrünü de herkesin duyması yetmemiş gibi, “Bu Kürt orospusunu dağa kaldırıp halledeceğim” diye de yırtınıyor.

Korkmuştu, imdat isteyen gözlerle sağa sola bakıyor. Elindeki boş bardakları düşürüp kırdı. Patronu gözünü ağartıp yan yan bakıyor. Zilgirliği, zibidiliği ile nam yapmış kenar mahalle kabadayısı yarım efe pozunu takınarak sandalyesinden kalkmaya yeltendi. Yakın arkadaşım gözüme bakıyor, ses çıkarma diye işaret ettim. Etrafımda birkaç Kürt delikanlısı var, severler beni, ben de onları severim. Bir kaçı hareketlendi. Onlara da işaret ettim, “oturun yerinize”.

Yarım efe masadan kalkmaya doğrulurken yanına gittim, sakin olmasını söyledim. Ağzından çıkan küfrün, hakaretin haddi hesabı yok. Omzuna sertçe bastırıp “otur” dedim. Bir sandalye çekip yanına oturdum. Bir çay söyleyip yeniden sakin olmasını söyledim. Göz ucuyla Kürt gençlerini, yanımdaki arkadaşımı izliyorum. Çember daraldı. Arkadaşım kırık bir sandalye bacağını arkasında saklıyor. Kürt gençler burunlarından soluyor. Yeniden “ sakın ha” diye ikaz ettim. Kürk gençleri lokalden uzaklaştırdım. Çaydan bir yudum aldı, “hadi dedim bayandan özür dile”… Başıyla onu işaret ederek, pek küçümser bir edayla “ bu orospudan mı” derken bütün tavırlarından, bütün hareketlerinden “karşı konulamazlığının” delinen zırhından içindeki korkaklık, zavallılık okunuyordu. Öyle ya şimdiye değin bırakın bir kadını, hangi babayiğit onu böylesine itin kıçına sokup çıkarmıştı ki… Burnundan soluyordu. Yeniden “ özür dile” dedim. Aynı kabadayılığını tekrar konuşturdu, “Onun amına koyacağım”… O ortalıktan kaybolmuştu, kim bilir o korkuyla nereye sindi…

Bir daha onu bu lokalde görmek istemediğimi söyleyip “Peki” deyip kalktım, iki adım ötesindeki Kürt gençlerden birini çağırdım. “Patırtı kütürtü çıkarmayın, uzak bir yerde…”. Ağzını burnunu ufalamışlar, “ bir daha pislik yapamaz” dediler.

Ona da “ yalnız gitmeyeceksin, arkadaşım seni arabasıyla evine bırakacak” dedim. İtiraz edecek oldu, “sus” işareti yaptım.

Yarım efe ertesi gün ikinde vakti yanına kendisi gibi birkaç zibidiyi alarak lokale gelmiş. Sürtünmüşler bir çeşit, kadını tehdit etmişler. Oradakiler de hallice kaşımışlar hepsini… Gidiş o gidiş, bir daha lokalin etrafında görmedim. Hayat normale döndü, göz ucuyla diğerlerinin davranışlarını izliyorum. Kimse taciz etme cesaretini gösteremiyor. Akşamüstü lokale uğradım, boş bir masaya yalnız oturdum, bir çay rica ettim. Çayı bırakırken “ özür dilerim” dedi, yüzü gülüyordu.

“Vaktiniz var mı”?

“Tabi, hanımefendi, buyurun”

“Bana dargın mısınız”?

“Yok” dedim, “ dargın olmam için bir sebebim olmalı”.

“O gün sizi tersledim de”

“ Sana karşı müşterilerin davranışları gördüm, o davranışlara açık kapı bırakan bir hareketine tanık olmadım”.

“Özel bir amacım yok” dedim, “göz önündesin, herkesin gördüğünü görürüm ben de, doğa üstü güçlere sahip değilim”. Sandalyeyi işaret ettim, otur diye. Patronunu işaret etti. Benimle konuşmana bir şey demez, otur.”

Telefonundan, beş altı yaşlarında sevimli bir kız çocuğunun resmini gösterdi, gözleri parlıyordu, “ kızım” dedi. Annemle birlikte yaşıyoruz, o bakıyor. Heves güves evlenmiştim, hem de kaçarak… Lise ikinci sınıftaydım. Hep beyaz atlı bir prensin gelip beni kaçıracağını düşünmüştüm. Beyaz atlı prensim karşıma çıktı, okulu bırakıp kaçtım. Eşimi seviyordum. Evlendikten sonra görmediğim şeyleri gördüm, duymadığım lafları duydum. Sebat edip bir yerde çalışmazdı, bir işe girdiği ile çıktığı bir olurdu. Ben teselli ederdim, üzüldüğünü sanırdım onun bu halimize. Teselli ederdim, sen de çalışırsın, ben de çalışırım, geçinip gideriz diye. Eve arkadaşlarıyla gelmeye başladı, gece yarılarına kadar içerlerdi, ben gidip yatardım. Arkadaşlarından birisi kumarhane işletiyormuş. Bana iyi adam olduğunu söyledi, iyi de para verecekmiş, yarın orada işe başlayacaksın dedi. Yalvarmalarım, yakarmalarım işe yaramadı, Kötü söze alışmıştım dayak yememiştim, da o gün o eksiği de tamamlayıp bir güzel dövdü beni. El mahkûm, yokluk yoksulluk gırtlağıma yapıştı, çaresizlik bir illet gibi bulaştı mı çıkmak bilmiyor. Ertesi günü erkenden tarif edilen işyerine gittim, kapı kapalı. Dönüp eve geldim, “iş yeri kapalı dedim”. Salak karı dedi, ben sana orası devlet dairesi mi dedim, ”kızım orası kumarhane, kumarhane” diye üstüne basa basa birkaç kez tekrar etti. Gece on bir, on iki gibi işe başlayıp sabaha karşı çıkacakmışım. Bu arada kızım doğdu, bebek daha. Kime bırakırsın, kim bakar?. Annemi çağırmamı istemiyor. Mahalle komşum yakın bir arkadaşıma bırakıyorum kızımı. Başını ağrıttım, benim kaderim böyle başladı. İçkiye alıştım, esrara alıştım. Para karşılığı yatıp kalkmalara başladım. Yatıp kalkmalardan kaç lira aldığımı bilirdi, dayak kötek elimden alırdı. Evin bütün giderleri benim omzumda. Her akşam eve getirdiklerine sofra kurarım, içerler, basitleşirler, miden bulanır. Sonra o gelenlerden bir kaçıyla çıkar gider, diğeri evde kalır, malum…

Ayrıldım, tehdit etti, önüme geçti. Bütün pısırıklığımı bir yana atıp, kasığına bir bıçak sapladım, hapis yattım. Çıkınca boşandım.

O gün bana söven müşteriyi senin dövdürttüğünü biliyorum. İnanır mısın, yirmi altı yaşındayım, ilk kez kadınlığımdan faydalanmaya kalkmayan bir kişiyle karşılaştım, sizin bana hanım efendi diye hitap etmenizden benimle dalga geçtiğinizi düşündüm. Sizi tanımıyordum, terslememin nedeni buydu. Alıştım mıncıklanmaya, taciz edilmeye. Ben buna senin kadar kızmıyorum öfkelenmiyorum.

“İncinmiyor musun” dedim.

Bazen sadece nefes aldığımı fark ediyorum, bütün kuzu sandıklarımın ağızlarında keskin, etimi parçalamaya hazır birer kurt dişi taşıdığının farkına vardığımda çok geç olmuştu, şafak sökmüş, ben de benden gitmiştim. Ben, ben olmaktan çıkalı çok oldu. Gözleri dolu doluydu.

Karanlık bir tüneldeydi. Rastgele ve el yordamıyla yolunu bulmaya çalışıyordu.

Onun için ışık yoktu, takip edeceği bir iz, bir işaret yoktu, burada mı doğmuştu bilinmez ama ömrünü burada tamamlamaktan başkaca seçenek göremiyordu.

“İnsanız işte” dedi, “hangi uyanmak istemediğimiz düşe yatarız da gerçeğin hangi acımasızlığına uyanırız, kim bilir.” ?

Hayat Hikâyeleri-03

Taşı toprağı altın olan İstanbul’un yüzündeki rujları akmış, bir süre makyajı bozulmuş pejmürdeler gibi köşe bucak saklansa da kendini daha fazla kamufle edememişti. Siluetin ön yüzü ihtişam, arka yüzü köprü altı çocukları, ucuz orospu pazarlarıydı. Yazları neyse de kışları soğuktu, zorlama nefesler avuç içlerini bile ısıtmıyordu… Aş yoktu, ekmek yoktu… Taşındaki toprağındaki altınları zamane uyanıkları keselerine doldurmuştu da birilerinin payına da gayrimeşru hayatın renklerinde acımasızlık pazarında cümbüş eylemek düşmüştü. Gece karanlığında parlayan bıçakları birbirlerine işlerdi, birbirlerine kabadayı, birbirlerine katil ve birbirlerine kahramandılar. Sayısız arka sokakların görecek ne gözü vardı, ne düşünecek beyni… Her şeyin muhtacıydılar da kendilerini kimlerin muhtaç bıraktığını göremeyecek kadar kör, sağır ve dilsizdiler. Ve faili meçhul cinayetlerin hazır zanlılarıydılar. Hatta hapishane dışardaki hayatlarından daha rahattı. Hiç olmazsa üstü kapalı bir dam altıydı. Bir köşe başında cansız bir beden, bir çöplükte uzuvları kesilmiş bir ceset… Çoğu kez gazetelerin kenar sayfalarına haber bile olmadan bitiveren yaşamlar İstanbul’un arka sokaklarının hikâyesiydi. Ya İstanbul’un arka sokaklarının kadınları, kadınlıklarının bile farkında olmadan kasaba görgüsüzü hacıağaları avlamaya çıkan o gencecik kızlar… Çiğnedikleri sakızı kendilerine aygın baygın bakan hacıağaların suratlarına patlatırlar “ yakışıklım, saati yüz dolar, otel senden”. Akbabanın civciv yavrusunu kaptığı gibi kaptıkları hacıağalar otelden feryat figan “poliiisss” nidalarıyla don gömlek sokaklara fırlarlar, ne çare bizim avcı yer yarılmıştı da yerin dibine girmişti, bir türlü nerede olduğu, kim olduğu belli olmazdı. Ancak her avcının şansı her zaman yaver gitmezdi, böğrüne bir bıçak darbesi yemesi de hesaba dahildi. Ayrıca avcılarımızın da akbabaları vardı, avcılarımız bunların sevgilileriydiler. Hacıağalardan kapılan lokmalar hemen ve eksiksiz sevgililerin ceplerine boca edilir, ganimetin tümünü paylaşmak istemeyen avcılar münasip yerlerine atılan bir falçatayla hizaya sokulurdu. Falçatayı yüzüne yiyen avcılar gözden düşenlerdi ve bir daha bu piyasada iş yapamazlardı.

Bin dokuz yüz doksan yıllarıydı. Öğrenciydim İstanbul’da. Sınav zamanları benim gibi öğrencilik çağı geçmiş arkadaşlar sınavlara İstanbul dışından gelir giderdik. Sınavlar süresince de Beyazıt’ın en ucuz otellerinde kalırdık. Manzarayla uyumlu, evsizler, dışardan gelip parasız kalanlar, bavul ticareti yapmaya gelen Ermeni, Gürcü, Azeri ya da Türkmenler… Arkadaşlarımın bir ikisi hariç okulu bitirmek gibi bir aceleleri yoktu… Kumkapı’nın ucuz meyhaneleri ucuz kadın pazarıydı, soluğu Kumkapı’da alırlardı… Otel sahibi Laz amcanın gözünü boyayıp otele kadın atmak, farkındalık yaratmaktı… Laz amca, arkadaşların bu davranışlarını tahmin eder,  otelin namusunu korumak için resepsiyonda bir balta saklardı… “Görürsem önce oranızı keserim uşaklar”…

Öncelikle bir yaşam tarzı olarak benim harcım değildi. Üstelik ne param vardı, ne de kaybedecek zamanım. Bir an önce okul bitmeliydi, bir yığın insanın kaderinin bana bağlı olduğunun farkındayım. Arkadaşlarımın gece geç vakte kadar süren eğlence zamanları benim ders çalışma zamanlarımdı. Otel sahibi Laz amca temiz bir ihtiyardı ve beni pek bir sever, pek bir korumacı davranırdı. “Sen onlar gibi değilsin” derdi. .Evinden piknik tüpü, tava getirmişti benim otelde bir şeyler pişirip yemem için. Öğrenciliğimin sürdüğü dört yıl boyunca ahval hiç değişmeden sürdü gitti. Sanırım son sınıftım, gecenin geç saatleri… Yarın sınav var… Gözümü kitaptan kaldırmıyorum… Otelin giriş kapısı Beyazıt’tan Kumkapı’ya inen yol üzerinde ve iki merdiven çıkarak giriliyor otele…

Sovyetlerin dağıldığı, Rus, Ukrayna, Moldovalı genç kadınların kızların İstanbul’un ışıltılı yaşamında “özgürlük solumak için” kendilerini İstanbul’a attığı yıllardı. Sosyalist Sovyetlerin kapılarını kapadığı “ışıltılı yaşamlar” İstanbul’daydı.. Ver elini İstanbul… Ve özgürlük solumaya gelen on beş, yirmi yaş arası Rus kadınların özgürlük solukları fuhuş pazarlarında buharlaşıyordu… Hem ucuzdular hem bu işi “ çok iyi” biliyorlardı ve müşterileri sıraya giriyordu…İşte özgürlük buydu… Ucuz et dişlemek isteyen sansar sofralarının vazgeçilmezleriydiler.

Otelin kapısının önünde ileri geri hareket eden karartı dikkatimi dağıtıyor. Önce bir köpek silueti diye düşünüyorum, geçip gitmiyor, yapıştı kapıya.  Kapıya yöneliyorum, kapıya açmamla nefes nefese kalmış “özgürlük neferlerinden” bir genç kız… Kan, etrafında göllenmiş… Yardım isteyen gözlerle bakıyor. Gecenin oldukça geç saati, neredeyse şafak vakti. Kararsızım. Hastaneye götürsem bir sürü sorgu sual… Sabah sınavım var… Resepsiyonda uyuklayan Laz amcam uyandı. “Yaralı diyorum, yarası kanıyor”… Gözüme bakıyor. “Hacı amca param yok, bana borç ver, bir taksiyle hastaneye götürelim”.. Beraber hastaneye götürüyoruz. Görevliler ikircikli… Kayıt mayıt…Kimsenin acelesi yok. Bağırıp çağırarak kontrole aldırıyoruz. Polisler geliyor. Hava aydınlandı, ifadelerimiz alındı. Korktuğum başıma gelmedi, sınava yetişmem lazım. Sınav çıkışında otele geldim, hacı amcam “ ameliyat edeceklermiş” dedi. Sınav süresince hastanede ziyaretine gittim, doktoruyla görüştüm. Sabah taburcu edeceklermiş… Günün akşamı hacı amcamla sohbet ediyoruz, konu bu kıza geldi. Olaya ilişkin tahminlerimi söyledim. .. “Hacı amca” dedim “ bu kız  hastaneden yarın taburcu olacak ama tahminim bu kızın ne parası var, ne kalacak yeri”…Hacı amcam ne diyeceğimi anlamış olmalı ki sözümü bitirmeden ayağa kalkıverdi. “Olmaz” dedi,  “sonra etraftan bana ne derler”…  “Ya hacı amca sen vicdanlı adamsın, sen kendini bilmiyor musun, varsın kim ne derse desin, başına bir iş gelmiş, bu senin bir yakının da olabilirdi, sevaptır”. Ertesi gün otele geç geldim, hacı amcam “gel” diye işaret etti, arkasına düştüm, üst kata çıktık, bir odanın kapısını çaldı, kapıyı iki büklüm “özgürlük neferimiz” açtı. Çat pat Türkçe konuşuyor. Ukraynalıymış. Biriyle pazarlık yapmış adam işini bitirince parasını vermemiş, bu da ısrarcı olunca adam basmış bıçağı, arabayla getirip yola atmışlar… Hacı amcam “ lahavle çeker gibi” başını bir o yana bir bu yana büküyor… “ Kızgın bakışlarla burada yok haa” dedi. “Ben seni almazdım buraya da bu Karaoğlan aldırdı, bana değil buna teşekkür et”. Birkaç gün sonra ayağa kalkıp dolaşmaya başladı. Ben ders çalışırken bana çay getiriyor, ekmek arası peynir filan hazırlıyor. Kanka olduk… Geceleri geç yatıyorum, sınavlar erken saatte, kalkmakta zorlanıyorum. Erken saatte odamın kapısı çalınıyor, “idris, vakit tam oldu, sen geç kalıyor”… Bazen ikinci üçüncü geldiği olurdu. Elinde bir su bardağı çay, bir sandviç… “Teşekkür ederim”…

Arkadaşlar laf çakıyorlar, imalı imalı “ hadi hadi” deyip bıyık altı gülüyorlar… Hacı amcam bunların alaylı laf çarptırmalarını gördü, ”siktir olun oradan mendeburlar, o sizin gibi değil”. Sağlık durumu iyi, sigara içmiyor, yiyecek içecek ihtiyaçları otelden karşılanıyor. Gücü yettiğince otelin getir götürlerini yapıyor. Hacı amcam “ oğlum dedi, kimse göründüğü gibi değil, kızım gibi alıştım, ne yapsak acaba”. Hacı amcam akrabalarının işyerlerinin olduğunu söylerdi. Hacı amca dedim “şu akrabalarınızın birinin yanında”…

İstanbula güzden güze giderdim sınavlara. O yıl tek dersten bütünlemeye kalmıştım, Kasımda tek ders sınavına geldim. Otele gittim, hacı amcam telefon etti, geldi, cıvıl cıvıl bir genç kızdı, boynuma sarıldı. Gözüme bakıp gülümsüyor, hal hatır… Türkçeyi ilerletmiş, İngilizcesi akıcı. Bir muhasebe bürosunun vazgeçilmez elemanı olmuş. Beraber geldikleri hacı amcanın akrabası “canım dedi, neme lazım şu Ruslar da çok dürüst oluyorlar”… İçim ısındı.

İnsan her yerde, her iklimde, her cins ve cinsiyette insandı…

Hayat Hikâyeleri-04

“Hayat hikâyeleri” başlıklı yazılarını görünce “karşılaştığımızda söylerim, şayet onu tanımış olsaydı mutlaka ben söylemeden şimdiye değin onun hayat hikâyesini de yazardı” demekten kendimi alamadım.

“Hayrola” dedim, “senin yazı çizi işiyle pek ilgin olduğunu düşünmemiştim.

“İşte dedi”,  “elbette muharrir değilim ama senin hayat hikâyeleri yazını görünce aklıma geldi de sana söylemeden de edemedim, yazacağını düşündüm”.

Tane tane anlatıyordu. İlk gençlik yılları… Genç olduklarını bile hatırlamadıkları, bıçkınlıktan, delikanlılık raconunu kesmekten uzak, bir genç kızın değil elini tutmak dönüp bakmaya bile fırsat bulamadıkları yıllar… Ateş yılları yani… Bir evde bir geceden fazla kalınamayan, sürekli yer değiştirmek zorunda kaldıkları yıllar…

“Sanki karşımda duran sen değilsin de o, yüzünün bütün hatları gözümün önünde, sanki ölümünün üzerinden yıllar geçmedi, bütün canlılığı ile hatırlıyorum.

O yıllar ben sol bir örgütün hatırı sayılır sorumlusu iken, o bir mahallede örgütün sempatizanıymış, tanımıyorum tabi. Bulunduğu mahalle faşistlerin uzun zaman kuşatmaya aldıkları, ancak gerek mahalledeki devrimci grupların gerekse halkın direnişi karşısında bir türlü ele geçiremedikleri Ankara’nın merkezden epey uzaklıktaki bir mahallesi… Zaman zaman sol gruplar arasında itişme kakışma oluyor ama gece olunca faşistlerin polislerle birlikte saldırıya geçmesiyle gündüz olan itişme kakışma yerini bir kenetlenmeye, dayanışmaya bırakıyor.  O Mahallenin bitişiğindeki bir gecekonduyu örgüt bana tahsis ediyor. Ne ev ama… Evin ahşap pencereleri yağmurdan, soğuktan, sıcaktan arkaya, yana kaykılmış, iki pencere kanadını bir araya getirip kapatmak ne mümkün. Sabah uyandığımda odanın ortasına kadar kar… Soğuk, çok üşüyorum, ısınma aracı olarak pilli bir fan var. Fan kendini ısıtıncaya kadar pili bitiyor, yani benim ısınmama bir katkısı yok. Nereden bulduğumu hatırlamadığım yine pilli, avuç içi kadar bir radyom var, yatağa büzülüp yorganı kafama çektiğimde radyomdan, o günlerde sağda solda duya duya kulağımda yer eden “kan ve gül” şarkısını dinliyorum.  Dışarıda bir çeşme var, kış boyunca hep don, su akmaz. Bazen boruları ısıtmak için bulduğum kâğıt parçalarını yakıp donu çözmek istesem de don bu kadarcık bir ısıyla çözüleceğe hiç benzemez, zaten de bahara kadar çözüldüğü olmaz. Ev dedimse öyle mutfağı olan, salonu güneye bakan, banyolu filan bir yer gelmesin aklına. Sadece bir oda, o da kömürlükten bozma. Bir piknik tüpü var, bir köşeye atılmış duruyor, boş. Başkaca yiyecek içecek bir şey yok. O evde kaldığım bir yıl boyunca o tüp bir kez bile doldurulmadı, bir çay demlenip bir kahvaltı bile yapılmadı… Sadece yatmaya geldiğim bir yer… O da zaman zaman… Fırsat buldukça kuşatmaya alınan mahalleye gidiyorum, hani buradaki arkadaşların gözünde örgütün hatırı sayılır bir sorumlusuyum ya, ben de para olduğunu, kendilerinden farklı bir yaşam sürdüğümü sanıyorlar. Buradaki arkadaşlar mahalle halkıyla kaynaşmışlar, senli benli olmuşlar, her zaman mümkün olmasa da mahalle halkı arkadaşları kendi çocuklarından ayırt etmiyor, sofralarında ne varsa birlikte yiyip içiyorlar.  Benim böyle bir olanağımın olmadığının farkında bile değiller. Hatta birbirlerine sigara ikram ettiklerine tanık oldum. Gerçi ben sigara içmiyorum ama içmiş olsaydım sigara alacak param yoktu. Birisi yanıma yaklaşıyor, “Hoca, biraz konuşabilir miyiz”?

Mahallenin savunulmasındaki sorunları anlatıyor, yetersiz kaldıklarını, örgütün kendilerine biraz daha destek olmalarını, saydığı eksikliklerin giderilmesini istiyor. Ses çıkarmadan dinliyorum. İçimden “ bir de benim içimde bulunduğum durumu bilsen, kendi derdini de unutacaksın” demek geliyor ama kendimi tutuyorum. “Zaman konusunda söz vermiyorum, elimden geleni yapacağım”… Bizim arkadaşlar arasında pek alışılmadık bir nezaketle teşekkür ediyor. Göz ucuyla üstüne başına bakıyorum, lime lime… Ayağında doğru dürüst bir ayakkabısı, sırtında eski püskü de olsa bir paltosu yok. Benimle konuşurken tir tir titrediğini fark ettim.  Ertesi gün hava kararınca filanca yerde buluşmak üzere kendisiyle birlikte dört arkadaşımıza randevu verdim. Randevu yerine gelirken takip edilip edilmediklerine dikkat etmeleri gerektiği uyarısını yapmayı da ihmal etmedim. Çok acil durumlarda kullanmamız için bir miktar fonumuz var, açlığı susuzluğu bahane edip bu fona dokunmuyoruz. Arkadaşlarla konuşup fonun bir kısmını yanıma alıp verilen saatte randevu yerine gittim. Benden beş dakika kadar önce gelmişler. Kafamı salladım, “ne bir dakika daha erken, ne bir dakika daha geç, tam zamanında, unutmayın”. Biraz mahcup birbirlerine baktılar. Saman Pazarı kışlık giyeceklerin uygun fiyatla satıldığı yerdi, buradan ayakkabı, kazak, palto türü şeyleri her birisi deneyerek bedenlerine göre giyindiler. Bir miktar para verdim, “dolmuş parası”.

Önden yürüyorum. Yanıma yanaştı, “bir şey söylemek istiyorum”.

“Tabi, dinliyorum”.

“Bize bunları aldın, teşekkür ederiz ama, sen önden yürürken ayakkabının altının delik olduğunu gördüm, sana da bir şeyler alsaydık, yoksa bizim içimize sinmeyecek”.

Onu kucaklayıp teşekkür etmeme galiba “şeflik” gururum engel oldu. Kendimi tutmasam gözyaşlarım yüzüme doğru süzülmek için bahane arıyor. Galiba devrimci olmak böyle bir şeydi, galiba ben değil, “biz” di. Kendimi toparladım, “ilgine teşekkür ederim, zamanı değil”.

Mahalleye tekrar gittiğimde arkadaşlar arasında onu göremedim. Adını bilmiyorum, şekli şimaliyle tarif ettim. Arkadaşlardan birisi beni kenara çekip “ onu ihraç ettik, artık aramızda olmayacağı gibi cezalandırmak için onu her yerde arıyoruz”… Donakalmıştım. “Onu cezalandırmak için…”. Sakin olmaya çalışıyorum, onun cezalandırılmasının gerekçesini soruyorum, cezalandırma yetkisini kimden aldıklarını soruyorum, patlamak üzereyim… Konu anlaşıldı. Evliymiş, yeni doğmuş bir çocuğu varmış, çocuk hastalanmış, hastane ilaç parası bulamayınca örgüte ait bir tabancayı satmış, çocuğuna iğne ilaç parası yapmış. Bana özetle anlatılan buydu. Diğer arkadaşların da haberi varmış, hepsini çağırdım, “ bu onun ayıbı mıdır bilmiyorum ama bu hepimizin ayıbıdır, devrimci mücadelede bu yaşta sıka sıka ağzımda diş kalmayacağını peşinen bilerek, isteyerek yer aldık. Ama yeni doğan bir çocuğun hastane ilaç parasını karşılayamamak da öncelikle bizim ayıbımız… Her kim ki bu arkadaşımızın kılına dokunur, karşısında beni bulur”. Benim tavrıma şiddetle karşı çıkan içlerinden birinin cezaevi sohbetlerimizde, yakalanmamızdan önce ne sahtekârlıklarına tanık oldum, anlatılır gibi değil.

Araya 12 Eylül ve cezaevi süreci girdi, uzun bir zamandı. Bu süre içinde hiç karşılaşmadık. Cezaevinden çıkalı dört beş ay olmuştu. O dönemden bir arkadaşla karşılaştık. O arkadaşla yakın komşularmış, görüşüyorlarmış. Kansere yakalanmış. Beni soruyormuş sık sık. “ Ömrümün sonuna geldiğini biliyorum, günlerim sayılı. Hocayı görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek”. İçime oturdu. Onun çocuğunun doktor ilaç parasını karşılayamamanın ezikliğini, utancını hiç üstümden atamadım. Aklıma geldikçe içim burkuldu. Gidip gitmemekte tereddütlüydüm, arkadaş ısrar edince gittim, yatıyordu, bir deri bir kemik kalmış. Beni görünce yüzü güldü. Kısık bir sesle “ kalkamıyorum, seni kucaklamak istiyorum” dedi. Sarıldık, kucaklaştık. Çocuğu büyümüş, on on bir yaşlarında. Okula gidiyor. Şirin bir kız…

“Seni görmeden öleceğim diye çok korktum”. Kısık bir sesle konuşuyordu. Moral vermeye çalıştım. Kulağına iyice yanaştım, “ Seninle daha çok yapacak işimiz var, mücadeleden kaçmak yok”. “Silahın da benden”. Pot kırmıştım, hay dilim kopaydı, toparlayamadım. Mahcup gülümsedi.

Nisan ayıydı. Arkadaşını arıyordum, biraz param vardı, ona vermesini isteyecektim. O da benim nerede olduğumu sormuş yakın çevremden birkaç kişiye.

“Geçen hafta öldü” dedi. Bir parçamın koptuğunu hissettim, ayrılmaz bir parçam mıydı beni böylesine etkileyecek, oysa bir iki kez ancak görmüştüm.

O günden bu yana beni Ankara’nın Mart soğuklarının mı, Nisan yalnızlıklarının mı, hangisinin daha çok üşüttüğünü hala kestiremem.

Hayat Hikâyeleri-05

“Tesadüf, sadece tesadüftür” dedi. “Nerede, nasıl, niçin neden gibi sorular sorup cevaplar alarak kendini açığa çıkaran iç bağlantıları bir türlü kabullenmez, o bir gizdir ve bundan hoşlanır. Onunla daha çocuk yaşta, ortaokula başladığım yıllarda bizi hangi tesadüflerin bir araya getirdiğini, yaklaşık kırk yıldır da siyam ikizleri gibi hiç ayrılmadığımızı nasıl açıklayabilirim. Belki sosyolojik bir açıklaması, psikolojik, ruhsal bir bağlantısı vardır bu “siyam ikizliğinin”  de benim bunları açıklayabilme kabiliyetimin, bilgi birikimimin olmadığını peşinen kabulden başka umarım yoktur. Bir tesadüftü işte onunla ortaokula başlarken yollarımızın kesişmesi”.

O anlattı, ben dinledim. Bu yazının edebi olma gibi bir iddiası yoktur. Bazen anlatırken heyecandan sözcükleri tekerliyor, bazen usul usul, teker teker anlatıyor. Bazen dalıyor, kesik kesik anlatıyor. Benim payıma düşen onun anlattıklarını nakletmek, olduğu gibi…

“Öyle merhabamızın bir samimiyetle başladığı sanılmasın. O, kasabanın yerlisiydi, ilişkilerinde açık ve dışa dönüktü. Kasaba raconunu daha bu yaşta öğrenmişti ve kendisinden yaşça büyük “efe bozması” kabadayılara posta atarken kendine güveni tamdı ve bu küllükte ona yan bakana o “yan çakardı”.  Ben… Iıhhh… Öyle kabadayı filan eğilimlerden uzak, içine kapalı, çok konuşmayı hazzetmeyen, dersleriyle meşgul okulun medarı iftiharı halim selim, ideal bir kasaba ortaokulu bir öğrenci.  O günün modasıydı, kuşların bile kendilerinden habersiz uçmayacağına iman etmiş kasaba kökenli öğrencilerin biz köy çocuklarını afra tafrayla yıldırıp sindirmesi…  İlk karşılaşmamız, sanırım bir pazar günüydü. Okulumuzun hemen yanı başında “ağanın bağı” denilen boş arsada futbol oynanırdı. Biz yatılı öğrenciydik, o saatlerde biz futbol sahasını işgal edemezdik, yoksa bizi bu bıçkın delikanlılar döverdi, biz de onların maçlarını seyreder, saha dışına kaçan toplarını bir koşu alır gelir, onlara verirdik.

Top önüme düşmüştü de pek oralı olmamıştım. Koşarak gelip omzumdan itti, yüzünü ekşiterek  “atsana lan topu” dedi. Topu ayağımla ters yöne vurdum, “şimdi siktir git topunu al”… Benden hiç de böyle bir tepki beklememişti, bir an şaşırdı, ne diyeceğini, nasıl davranacağını bilemedi. “Ben sana gösteririm” der gibi kafa salladı, gitti topu kendisi getirdi. Sonraki günlerde epey bir zaman birbirimizle ilgimiz olmadı. Olmadı ama Ortaokuldan birlikte mezun olduk, liseye de birlikte başladık. Kasaba havasına gözüm açılmaya başlamıştı. Yok öyle ne bıçkınlığım vardı ne de kabadayılığım. Babamdan gelen okuma alışkanlığım yoğunlaşmıştı, derslerim de hani övünmek gibi olmasın pekiyiydi. Birçok arkadaşımın da Matematik ve geometride kurtarıcısıydım. Hani anlarsınız canım, yazılı sınavda  “beceri sahibi olanlar” benim yazılı kâğıdımı önlerine çekerler, apar topar adlarını yazarlar, ben de onların kâğıdına soruları yeniden çözerdim. Sevgili öğretmenlerimiz mutlaka işin farkındadırlar ama muhtemelen görmezden gelirlerdi. Bu arkadaşıma sınıfta doğrudan kopya vermedim ama diğer sınıflara sorulan soruları çözmem için bana getirdiğini hatırlıyorum. Bu olayla aramızdaki sürtüşme, husumet bitmiş, birbirimize hal hatır sormaya başlamıştık. Lise ikinci sınıfın sonlarına doğru sanki okulun kimyası değişmeye başlamıştı. Kalpaklarının üzerine üç hilal, bozkurt amblemi takanlar gruplar halinde çarşıda pazarda dolaşır, okulumuzu da ziyaret etmeyi ihmal etmezlerdi. Birkaç alevi kökenli arkadaşımızı tehdit etmişler, öğrenciler arasında bir tedirginlik, bir panik havası yayılmaya başlamıştı. Bir teneffüs esnasında tarih öğretmenimizin “ bu haydutlar ne geziniyor okulda” dediğini kulaklarımla duymuştum. Açıkça saflaşma başlamıştı. Okullar arası bilgi yarışmasının ilk etabı okulun kendi içinde emsal sınıflar arasında yapılırdı. Takımlar belli olmuş adları konulmuştu. Bizim takıma “solcular” deniliyordu da nasıl bir solculuk yaptığımız herkes şıp diye anlayıvermişti de bir ben anlayamamıştım. Bilgi yarışmasında grubun sözcüsü bendim, Allah’ın inayetiyle kim durabilirdi ki önümüzde, sınıfları eleyip geçiyorduk. Bizim takımı seçme yetkisi sınıf öğretmenimiz tarafından bana verilmişti. Ben aynı takımda ısrarcı olunca yatılıda bizden üst sınıftaki tosuncuklardan ihtar yemiştim “ takıma neden ülkücüleri almıyorsun”. Cevabım kısa ve kesindi. “Onların kafası basmaz”. Bu arada 72. Koğuş, Buzlar çözülmeden gibi oyunları kendi olanaklarımızla sergiliyoruz. Okulun Tiyatro salonu dolup taşıyor, kasabanın hâkim, savcı, doktor, avukat gibi ekâbirleri tiyatro salonumuzu dolduruyorlar, oyunlar büyük beğeni topluyor. Benzer sosyal faaliyetlerimizin “çatlağı derinleştirdiğinin” farkında değiliz. Bilgi/Kültür faaliyetinin ve sosyal etkinliğin kime ne zararı olmuştu da biz kasabanın sağ gelenekçi eşrafının, ülkücü tosuncukların gözünde böylesine tehlike unsuru oluvermiştik.

Neyse ne, olmuştuk işte bir kere. Arkadaşım Cumartesi öğleden sonra yatılıya geldi, Çarşı iznimiz C. tesi ve Pazar günleri akşam saat on yediye kadardı. “Çarşıya yalnız çıkma, bazı söylentiler duydum, beraber gezelim”. “Teşekkür ederim, korktuğumu düşünürler, sen git, ben çarşıya yalnız çıkacağım”. Israrını geri çevirdim. Kitap alışverişlerine, bildiri broşür dağıtmaya başlamıştık. Bir saldırı karşısında nasıl önlem alacaktık, kasabadaki öğrenci olanaklarımızı aşıyordu, çare bulmalıydık. Olanaklarımız ölçüsünde tedbirimizi aldık. Uysal, efendi, güven duyulan, sorumluluk üstlenmeyi bilen bir Çerkez oğluydu artık.

Kazasız belasız lise son sınıfa geldik. O yılın aralık ayında hem okuldan atıldım, hem yatılıdan… Uzun hikâye…

Derken o yıl Üniversite sınavlarında ben Tıpa kayıt yaptırdım, arkadaşım bir yıl daha hazırlandı. Farklı sebeplerle ben Tıp fakültesini bırakıp Gaziye geldim, ikinci yıl Gazide yine beraberiz… Ne Gazi ama… Mücadelenin gemi azıya aldığı yıllar. Gazide öğrenci olmak, bütün iktidar desteğini arkalarına alan, iktidarların bütün para ve silah olanakları avuçlarına akıtılan faşistlere karşı, bütün olanaksızlıklara karşı onur mücadelesiydi, direnmekti. Hakkına direndik, bütün devrimciler bütün güçleri ve inançlarıyla direndiler.

İş bununla kalsa iyiydi, devrimci saflaşmada yerler seçilmişti ve asıl yük bu görevin üstesinden gelmekti.  Devrimci mücadelenin içinde bulunduğu durum öğrenci hareketinden çekilmemizi gerektiriyordu, mücadele alanı bütün ülkeydi. Üstlendiğimiz görevlerin ne kadarını yerine getirebildik, ne kadarını başarabildik, hüküm yürütme hakkı bana ait değil,  vicdanlarda bir yerinin olduğunu biliyorum. Benimle birlikte çok hırpalandı, karşı devrimcilerin saldırıları, pusuları vız gelmişti de, içimizdekileri ne yaparsın… Çok acıttılar içimizi, çok…

Hastaydı, hasbelkader içinde bulunduğumuz devrimci yapıda onun da sorumlusuydum, yani bana bağlıydı. Parasal sorunlarımızı ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadar halletmiştik. Sık sık öksürüyor ve halsiz düşüyordu. Bulunduğu bölgeden çağırdım, hatırı sayılır bir miktar para verdim, iki ay izinliydi, bir güzel tedavisini yaptırıp sağlığına kavuşmadan gözüme görünmemeliydi. Faaliyet yasaklanmıştı. İtiraz edecek oldu, “ artık ortaokul arkadaşı değiliz” dedim. Ses çıkarmadı, parayı verdim, tedavi olmaya gitti. Yaklaşık bir ay sonra kalabalık içinde birini ona benzettim, hızlı adımlarla yanına yaklaştım… Ne benzetmesi, ta kendisi… Gözüne baktım… Kızdığımı anlamıştı, “ kızma” dedi, “gerekçem var”. “Eee, neymiş bakalım gerekçen?

Anlattı gerekçesini, sanırsınız ki kişisel bir çıkar, ilgisiz bir harcama… Bir taşocağının bekçisini kafaya almış, bütün parayı ona verip, bir kamyonet dolusu ihtiyaç malzemesi!… “ Tepkinden çekildim, sana görünmeyecektim”.

Bu arada “gönül işini” de ihmal etmemişti. Anlatması zor bir mesele…

Ben yakalandığımda o kaçmayı başarmıştı. Neredeyse bir yıl kaçtı. Bu süre içinde Çorum olayları patlak verdi. Eğer bu aşağılık güruh daha fazla genç kızın, kadının namusuna musallat olma fırsatı bulamamışsa, daha fazla hamile kadını karnının deşme, daha fazla çoluk çocuk, genç ihtiyar boğazlama, ev yakma fırsatı bulamamışsa Çerkez’in militan ruhunun dinci faşistlerin kâbusu olmasındandır. Katliamın yaşandığı Mil önü, Kale gibi mahallelerde kaç kahve köşesinde söylenceleri kulaklarımla işittim.

Nihayet yakalandı. Sorguda günlerce, aylarca gözlerimiz bağlı kalırdık. Böyle durumlarda bizi karşı karşıya getirirlerse parolamız hafiften öksürmek olacaktı. Anlayacaktık ki, aynı anda sorgudayız. O yakalandığında beni aldılar, aradan yaklaşık bir ay geçmişti, işkenceydi. 12 Eylülün işkenceleriyle meşhur dal grubundayız. Gözlerimiz bağlı, sesi inilti şeklinde çıkıyor, belli ki takati kalmamış. Birkaç şey söylüyor, anlaşılmıyor. Hafiften öksürdüm, toparladı kendini. Bundan sonraki günler malum.  Kaldığımız üç ayın otuz gününde Nuh demişti de peygamber dememişti. İşkenceyi gören bilir, bu iş dışardan gazel okumaya benzemez pek. Nihayet ne demirden imal edildik, ne çelik alaşımından. Etten, kemikteniz ve işkenceciler sizin dışınızda birçok bilgiyle sizi sorguya çekiyor. Sorgu bitti Mamağa götürüldük. Biraz mahcup, yere bakıyor, suçlama ya da sitem bekliyordu belli ki… Kucakladım, “kaldır başını, sen yapabileceğinin en iyisini yaptın”. Gergindi, yüzü güldü. Ağır ceza aldı. Çanakkale cezaevindeyken haber mi göndermişti, mektup mu, hatırlamıyorum. Onu yıkan bir meseleydi, şu malum gönül işi… Yakalanınca, sevgilisi arkadaşımın bir yakının evinde kalmıştı ve hamileydi. Sineye çekmeye çalışıyordu. Bu mesele aramızda sır olarak kalacaktı, ailenin bu meseleye ilişkin tepkisinin yol açacağı olaylara meydan vermek istemiyordu ve in iyisi de sineye çekmekti. Nihayet hamilelik bitmiş bir “ kızı” olmuştu, kendi kızıydı ve kimsenin olan bitenden haberi yoktu. Sonraki yıllar kızını bulduk, güney illerinin bir kasabasında Ninesinin yanında kalıyordu, annesi başka birisiyle evlenmişti. Kızı bu kasabada öğrenciydi.

Cezaevinde kalp ameliyatı oldu. Bir afla serbest kaldığında İstanbul’a gitti. Sık sık Ankara’ya bize gelirdi. Cezaevlerinden yeni çıkmıştık ve herkesin canı başına dertti, aş yok, iş yok, ekmek yoktu. Olanağı olanların da başını çevirip baktıkları yoktu. İstanbul’da en büyük desteği Abbas’tı, onun eli koluydu. Abbas’ı da melun bir trafik kazasında kaybettik. Kahvelerde garsonluk yapıyordu, elimi ayağımı toparlayıp Ankara’da bir iş olanağı yaratılacak, Ankara’ya gelecekti. Nihayet iş olanağı yaratıldı, bir bakanlığın çok katlı binasının çay ocağı ihalesi alındı. O yılın Şubat başında işyeri teslim edilecekti. Ocağın ortasında İstanbul’daydım. Ona işi anlattım, inanılır gibi değil heyecanlandı, gözlerinin içi gülüyor. Onbeş gün sonra Ankara’ya temelli taşınacaktı. Üsküdar beni yolcu etmeye gelmişti. Otobüsün hareket saatine zaman vardı. Ayaküstü bir şeyler aldık, bir masaya oturduk, yemek yiyoruz. Karşımızda kalabalık bir masa var, çoğu genç kız. Kadın. Dikkatini çekmiş, “ nereye bakıyorlar” dedi. “Lan geri zekâlı dedim, benim gibi bir yakışıklıya bakacaklar da senin gibi bir salağı görünce yönlerini öte dönüyorlar”. Dakikalarca güldüğünü hatırlıyorum.

Ben Ankara’ya döndüm. Şubat başını bekliyoruz, iş tamam. İhale parası ödendi, artık bir işi olacak. İki yeni yetme tutulacak, aynı binanın içinde çay getir, çay götür. Kendi de işin başında duracak, koşturmayacak, yorulmayacak.

Ocağın son günü çalıştığı kahvenin sahibine hesabı kesmesini söylüyor, “Ankara’ya gidiyorum”. Kahveci hesap görürken oturduğu sandalyeden bir daha kalkamıyor. Abbas haber verdi, bugün Ankara’ya gelecekti, biletini de almıştık. Abbas’ın sesi titriyor, “Abbas ne oldu”. Hıçkırığını işittim. Ölmüştü.

“Tesadüf” dedim ya…

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.