Efsane, çözülmeyen bir sır gibi yıllarca gizini korudu. Bu giz sadece bu dağın etrafında yer alan yörelerde değil, bütün çevrede “üzerinde konuşulması yasak” bir olaydı ve herkes bu adı konulmamış, yasayla ya da cop zoruyla kabul ettirilmemiş yasağa, nedeni bilinmeyen, anlaşılmaz bir sadakatle bağlıydı. Belki herkes her şeyi bilirdi de hiç kimse hiçbir şey bilmezdi. Üzerinde konuşanın büyük bir günah işlemiş gibi ele güne karşı itibarının sıfırlanacağına, insan içine çıkamaz olacağına, konuşanın çarpılıp ağzının yüzünün eğrileceğine inanılırdı. Hatta bunun öbür dünyada da hesabı sorulurdu, günah meleği alimallah omuzundan inmezdi. Yaşı daha küçük çocuklardan biri o bağırış çağırış saklambaç oyunlarında dağa yönelse hemen birkaç yaş daha büyük çocuklar tarafından kolundan paçasından çekiştirilir, “ çarpılacaksın” diye azarlanırdı. Sebebi bilinmeyen ve elbette kendilerinin de bilmesi muhtemel olmayan bu yasağa neden uyduklarını kendileri de bilmeden çocuklar da uyarlardı. Hatta çocukluğun doğası gereği hiçbir yasağın durduramayacağı çocuklar bu dağ söz konusu olunca akan sular dururdu.
Ben de korkardım. Şayet, değil dik bayırlarını tırmanarak dağa çıkmak, dağın yarasına ayak basmak, o yöne bakmak bile günahların en büyüğü, en affedilmezi idi. Adamı Cinler çarpardı. Dümbül fadik dalga geçmişti de dağın gazabına uğramış, o yüzden inme inmişti. Çelik kanatlı kartallar bile dağın üstünden uçmazdı… Gaak, gaak ederek uçarken kurşunlara gelesi karakargalar da zaten lanetliydi. İlkyazla birlikte buharlaşan toprağın sisleri arasında dağın tepesinden sürüler halinde geçen kuşların ne kuşları olduğunu da kimse birbirine sormazdı.
Dağdan bayırdan gelirken, ay ışığının süt beyaz aydınlığında ayaklanıp her birisi bir günah meleği kesilen, üstüme üstüme gelen çalının, çırpının, taşın bu günah meleklerinden biri olduğu inancı ödümü koparır, bildiğim bütün duaları üst üste okurdum. Ben aklımdan kovmaya çalıştıkça o beynimin bir yanına gelir oturur, nasıl işlediğimi bilmediğim günahlarımın ağırlığınca eziyet etmeye başlardı. Gediği aşıp köyün ölgün ışıklarının görünmesiyle içim biraz ferahlardı ama korku da gediğin alt tarafında yuvasına çekilmez, parmak büyüklüğündeki dişlerini göstererek parmak sallardı ardımdan. Bilirdim bunu, gediği aştıktan sonra bile arkama dönüp bakmaktan korkardım. Büyüklerimiz de zaten gün aşıp karanlık çöktüğünde cin taşlarına yaklaşmamamızı boşuna öğütlememişlerdi.
Köyün eteğine geldiğimde köpek havlamalarından bir ferahlık duyar, korkumu ancak o zaman yendiğimi hissederdim. Bu kadar korkutulmayı hak edecek ne günah işlemiştim de cin taşlarının çalısı, çırpısı, taşları, kayaları birer günah meleği olup üstüme üstüme gelmişlerdi. Dağın o yamacına bile hiç bakmamıştım, o yarayı görebileceğim bakış açısındaysam hemen yönümü öteye çevirmiştim… Belki de dağın bu gizini gizli gizli merakım yüzünden günah meleklerinin gazabını üstüme çekmiştim. Buzların eriyip yağmurların yağmasıyla dereleri taşıran sel, sığırtmaç Kara Ziyanın güttüğü inekleri danaları önüne katar köyün altına kadar sürüklerdi. Selin şiddetinin azalmasıyla eline değneğini alan köylüler selin götürdüğü ineklerini danalarını aramaya koyulur, birer ikişer metre arayla yan yana yatan hayvan ölülerinin derilerini yüzmeye başlarken burunlarından solurlardı. Kara Ziyanın iyi çoban olduğu teslim edilirdi de itikadının zayıflığının bedelini kendilerinin ödediğine ilişkin sohbetler çoktan zarar ziyanı unutturur, herkes birbirinden üstün bilgisiyle bilgisizleri bilgilendirirdi. Yahu derlerdi şayet Kara Ziya bu kadar itikatsız olmasa Allah da onu fukaralıkla imtihan eder miydi?. Geçen mübarek Cuma günü üstelik ineği danayı dağa sürmüş, dağın yarası kanarken o yaslanıp eğinin üstüne asılmış kavalına. Eee, Allahın hışmından kaçılır mı, dereleri sel basar, olan bizim ineklere olur. Kara Ziyanın sele giden inekler yüzünden uğradığı hakaret, yediği dayaklar yüzünden bir taraftan ayağa kalkmaya çalışırken hiç kimsenin elinden tutup kalkmasına yardım etmediği, bir taraftan da yüzlerine doğru süzülen gözyaşlarını saklamaya çalıştığı çocukluğumun silinmez izlerindendir. Yok, hakkını yemeyelim, köyün imamı Kara Ziyaya itikatsızlığından dolayı lanetler yağdırırken bir tek Kara Necati “ ayıptır yahu demişti, Allahtan da mı korkmuyorsunuz, elin garibinden ne istiyorsunuz” diye çıkışmıştı. Kara Necati de benim bir yanlış anlaşılma yüzünden yıllardır tepki duyduğum abdestli namazlı birisiydi. Uzun zaman sonra barıştık, özür diledim Kara Necati emmimden.
Kara Ziyanın, sığırları dağın yamacına sürüp yarayı kanattığına ilişkin herkesin ağız birliği etmişliği karşısında biz çocuklar kuşkulu gözlerle büyüklerimize bakardık. Dağ, sığırların otlatılacağı bir yer değildi ki, çok çok birkaç çalı çırpıyla çevrili kel, çorak bir yerdi. Çalı çırpının çevrelediği çoraklığın ortası boştu ya, işte uzaktan kahverengi kırmızımsı bir renkte görülen dağın yarası da buydu.
Neredeyse unutuyordum. Dini bütünler, itikadı güçlü olanlar yaranın etrafından dolaşmak şartıyla yağmur duasına çıkar, kurban keserlerdi. Burada kesilen kurbanın sevabı da çok makbuldü. Sevabı, kurban bayramında kesilen kurbanlardan bin kat daha fazlaydı. Kesilen kurbanın kanı köyün imamının alnına sürülür, kurban etini imamın evine taşımak için bütün köylüler birbiriyle yarışırcasına sıraya girerlerdi. Kurban etinin yedi parçaya bölünüp fakire fukaraya dağıtılmasına ilişkin dini vecibenin burada yeri yoktu. Biz çocukların içinin geçercesine gözlerimizi dikip kurban etine bakmamızın karşılığı kulağımızın dibine indirilen okkalı bir tokat olurdu ve bu biz çocuklar için çok ayıptı. Yağması beklenen rahmet günler geçmesine rağmen bir türlü ciğeri yanan toprağa yüz vermezdi. Birkaç muzip köyün delisi Enver’e “Enver yağmur ne zaman yağacak” diye sorarlar, duymak istedikleri cevabı da hemencecik alırlardı, “ yağacak yağacak, bu gece ananızın amına yağacak”…
Yıllar geçmiş, biz çocuklar kimimiz çırak olarak kasabaya şehire, kimimiz azap ya da çoban olarak komşu köylere dağılmış içlerinden sanırım sadece ben de okumak için köyden ayrılmış, büyüyüp olgunlaşmamızı köyümüzün dışında tamamlamıştık. Bayramda, seyranda köye gelir, dünün çocukları o günün çoluk çocuk sahibi olmuş orta yaşlıları köyde bir araya gelir, çocukluğumuzun haylazlıklarını, korkularımızı, bağ bekçilerinden yediğimiz dayakları, kaçışlarımızı, kovalamacalarımızı yad ederdik. Geçen zaman içinde dağın gizi, yaşlıların gözünde dokunulmazlığından bir şey kaybetmezken, yeni yetmeler için bir gır gır konusu haline gelmişti. Köye gidişlerimden birinde kafadarlar buluştuk, dağa tırmandık. Keş Ömer gitti yaranın üstüne oturdu. “Ömer, çarpılacaksın” dedim, eliyle işaret etti, yanına oturdum. Yahu Ömer dedim nedir bu efsane, herkesin korkudan adını bile etmediği bu yaranın aslı nedir, astarı nedir?.
Bu olay o tarihlerde köyde öğretmenlik yapan bir öğretmenin de dikkatini çeker ama kimsenin ağzını bıçak açmaz. Öğretmenimiz farklı ve kayda geçmiş kaynaklardan araştırma yaparak merakını gidermeye çalışır. Osmanlının son dönemlerinde her taraf eşkıya kaynarmış. Bu tabi bu yörede de eşkıyalar cirit atıyor. Kimin neyi var nesi yok alıp götürüyorlar. Göze batan gelinler kızlar dağa kaldırılıyor. Eşkıyaların içinde Piştov Osman diye birisi bir taraftan Osmanlının zabitleriyle çatışırken bir taraftan da yöre halkının malını mülkünü yağmalayan, gelinini kızını dağa kaldıran diğer eşkıya gruplarıyla çatışır. Yörede başında deli deli sevdalar tüten bir delikanlı piştov Osman’ın çetesine katılmak ister, kabul edilir ama delikanlı illa da çeteye yavuklusuyla birlikte katılmak ister. Çetenin diğer üyeleri homurdanır, olmazlanır ama Piştov Osman’ın yüreği yufkadır. Anlayışlı yaklaşır, o da olmaz der. Delikanlının ısrarına dayanamaz, kabul eder. Delikanlı nihayetinde çetesinin de yardımıyla yavuklusunu atının terkisine attığı gibi ver elini dağlar… Çete, filinta bir delikanlı ve çiçeği burnunda bir genç kızla iki kişi daha çoğalmıştır. Aradan ne kadar zaman geçtiği bilinmez ama Piştov Osman’ın çetesi kuşatmaya alınır. Bir taratan Osmanlı zabitleri, bir taraftan diğer çetelerin çapraz ateşinde kalırlar. Piştov Osman diğer çetesiyle birlikte kuşatmayı yararlar, sağ salım kayıpsız kurtulurlar, ancak delikanlıyla kız çatışmadan çıkamamıştır. Silah sesleri o taraftan gelir. Piştov Osman mavzerini kaptığı gibi çatışmanın geldiği yöne koşar. Diğer çete üyelerinin itirazlarına bile kulak asmaz. Kız vurulmuş, delikanlı çatışmaktadır. Birbirlerinden güç alırlar. Mermileri bitinceye kadar çatışırlar. Osmanlı zabitlerinin mi, yoksa diğer talancı çete üyelerinin mi kurşunlarına hedef oldukları bilinmez. Bilinen üçünün cesedi birer ikişer metre aralıklarla yan yana yatmaktadır. Piştov Osman’ın çetesi halkın sevgilisi olmuştur, delikanlıyla kızın aşkı yörede dilden dile dolaşmaktadır. Üçünün de öldürüldüğü dağ bu dağdır ve dağın çalı çırpıyla çevrelenmiş orta yerindeki kahverengi kırmızı renk de Piştov Osman’ın, delikanlının ve kızın kanının hala silinmeyen izidir. Dağ, bu kahır yüzünden o gün bu gündür yanına yöresine kimseyi yaklaştırmamaktadır ve tanrıların bile hayranlıkla seyretmeye doyamadığı yüzünü hançeriyle yaralayarak yas tutmaktadır.