İçimizden biri

Atlattın be usta yine beni… Hani kendi hikâyeni kendin anlatacaktın, “olur demiştin,  bugünlerde kafam biraz meşgul, en kısa zamanda”… Seninle sık sık değilse de karşılaşmamız, öyle aylar yıllar da sürmez, bir şekliyle bir yerlerde karşılaşırdık, Bir otobüs durağı, bir gecekondu kahvesi ya da bilmem şehrin hangi caddesi… Benim bakışlarımdan anlardın ya, doğrusu ben de tam bunu söylemek isterken sen lafı ağzımda bırakırdın… “ Tamam, tamam, en kısa zamanda”… Usta be,  aradan bunca yıl geçmesine rağmen senin en kısa zamanının enini boyunu bir türlü kestiremedim… Senin anlatacağın hikâyenin peşine düştüğümde mesleğe yeni başlamış, bir derginin çiçeği burnunda muhabiriydim… Şimdi emekliyim. Zaman benim saçlarımı, bıyıklarımı ağarttı, muhtemel birkaç yıl sonra da bükülmüş belimi taşıyamayan bacaklarıma söz geçirmek için kallavi bir Devrek bastona dayanarak yürümem gerekecek.

Senin yaşadığın şehre gelmiştim. Tesadüfe baksana şehrin kalabalık caddesinde kalabalıkların içinde gözüme çarptın, iyi mi?. Tanrım dedim bu adam hiç değişmeyecek mi, herkese ve her şeye  inadına yaşaması yetmedi mi daha , altında silindir gibi ezildiği hayatı dize mi getirmek istiyor?… Ne yalan söyleyeyim kırgınım sana, aslında çok istememe, içim gitmesine rağmen sana merhaba deyip kucaklaşmak istemedim… Yazdıklarını okuyorum, tanıdıklarıma da okutturuyorum… Anlatış biçimine, içtenliğinin dışa vurumuna yapılan övgülerden arkadaşım olmandan dolayı kendime de pay çıkardığımı saklayamam.   İtiraf edeyim ki hala kervana kılavuz olma iradene imrendim,  sana hep imrendiğim gibi be usta…

Kırgınım usta sana, kırgınım… Bir çocuk gibi,  tekmeyle itelenen köpeğin sahibine kırgın olduğu gibi dehşetli kırgınım… Umurunda olup olmadığını bilmiyorum ama içimden de “ hadi be aslında seni çok sever, adamın huyunun tabiatının bu     olduğunu biliyorsun” demekten de kendimi alamam. Bilemiyorum be usta, sana kızıyorum işte, sana kırılıyorum, sonra da dönüp sana haksızlık ettiğimi düşünüp kendime kızıyorum… Her neyse, madem senin o “ en kısa zamanın” benim ömrüme mal oldu, senin hikâyeni anlatmak da bana düştü. Senin kendine ilişkin paylaşmaktan kaçındığın, sır gibi sakladığın mahrem yanlarının bu hikâyede yer almayacak olması aşılmaz bir dağ beli gibi bir gedik oluşturacak… Şayet sen anlatsaydın bu eksiklikler de olmayacaktı… Bu hikâye senin kaleminin akışkanlığından, zihnin duruluğundan, iç dünyanın dışa vurumunun çocukça saflığından yoksun olarak yazılacak… Böylesi bir hikâyenin yapraksız bir ağaç gibi suratsız, susuz bir dere gibi kuru, bezgin bir bakış gibi mat olmasının kabahati ben de değil usta… Belki bu kusurlar bağışlanır ama bu hikâyenin anlatılmamış olmamasından daha iyidir.

Senin hayatın sadece sana mı ait be usta, ya da öyle mi düşünüyorsun. Bir aklım da diyor ki cezaevinde ziyaretine gelen oğlu şimdi büyümüş, kocaman adam olmuştur. O görüşte benim de ziyaretçilerim gelmişti, görüşe aynı postada çıkmıştık. Yengenin kucağındaki çocuk yumuk yumuk elleriyle bir elmaya sarılmış, sanki “ elmamı da ekmeğimi de size kaptırmayacağım” der gibi bakıyordu. Aynı kabinde ben de yengeye merhaba derken görmüştüm senin delikanlıyı. Kaç yıl oldu, bu delikanlıyı elbette görmedim tanımıyorum, büyümüş kocaman adam olmuştur,  “kendi hikâyesini oğluna mutlaka eksiksiz anlatmıştır” diyorum, kendi konuşmamakta bu kadar ısrarlı ise bırak basının hikâyesini oğlu yazsın.  Bir yanım da razı gelmiyor. Hayır diyorum, aslında onun hayatı “gerçekçi olup imkânsızı isteyen” serdengeçtilerin hayatıdır, fillere meydan okuyan karıncaların öyküsünü öğrenmek çocuklarımızın hakkıdır. Birileri anlatmalıydı usta bu hikâyeyi, gözümü karartıp ben üstlendim. Merak etme usta, anlatmaktan hazzetmediğin mahrem yanlarına girmeyeceğim. Benim hasbelkader ya da tesadüfen içinde bulunduğum o destansı sonbahar gününün gözünü budaktan esirgemeyen ataklığını, gücünün farkına varmadan iktidarın istifasını isteyen, direten iradeyi, acemilikleri, meydan okumaları anlatacağım. Bizim çocuklarımız bizim hikâyelerimizi bizden dinlemeliler. Hani olur ya  “baba, anne o günler de siz ne yaptınız” derlerse verilecek bir cevabımız olur.

Nereden aklıma geldiyse seni o kalabalık caddede yürükken gördüğümde sanki üzerinden yıllar geçmiş bir olayın içindeki kişi değil de o an orada cereyan eden olayın koşuşturmasındaki,  birkaç bin kişiyi bulan kitleye buyruklar veren, o birkaç bin kişinin o buyruklara saniyesinde ve eksiksiz uyan, o gerilimli ortamda sakinliğiyle dikkat çeken kişi olarak gördüm seni. O an beynimin uyuştuğunu,, caddedeki kalabalıkların seslerinin kulaklarımda uğuldadığını hissettim. Yine işaret parmağını öne uzatmış, bir şeyler söylüyordun. Üniversitenin girişindeki danışmada faşistler ağzı açık zombiler gibi polislere silah gösterisi yapıyordu… Kitle adım adım onlarcasının silahlı olduğu apaçık görülen faşistlerin üstüne üstüne gidiyor… Aslında hepimiz korkuyoruz usta, hepimizin yüreği ağzına geliyor ama senin ve birkaç arkadaşının söze hacet duymayan, gözlerinizden okuduğumuz “ başaracağız” inancından güç kuvvet alıyoruz. Zamanın ölçüsü nedir usta, ay yıl, gün, saat, dakika, saniye… O an bildiğimiz zamanın ölçülerinin hiç birine uymamıştı… Kaş ile göz arsı diyeceğim ama o bile bir zaman aralığı gerektirir. O hareketini hiç birimiz görmedi, göremezdik zaten. Bir an… Sadece bir an… Zaman ölçülerine sığmayan bir an… Danışmanın oraya kümelenmiş faşist güruha ne oldu, nereye kaçtılar, buharlaşıp uçtular mı, hala ben de bunun cevabı yok.

“Arkadaşlar ana binanın önüne, havuzun yanına”…  Havuz başına çöreklenmiş ekabir faşistlerden birinin yüzüne okkalı bir tokat indiriyorsun… O an elini beline attığını gördüm… Sahi havuz başı kabadayıları faşistler ne ara tüydü, gören vardır elbet, ama ben görmedim.  Hepimizde yürek mangal oldu, yürek Cehennem oldu be usta… Biz devrimciydik, faşist güruhlardan korkma gibi bir hakkımız da olamazdı…(Bu sözü o mitingdeki konuşmandan çaldım)… Bütün korkularımızı, endişelerimizi gömdük…  Kim korkardı hain kurttan…

Üniversitenin açılışının ilk günü… Isıtan güz güneşi gözlerimize düşüyor, kirpiklerimizi kırpıştırıyoruz. Genciz be usta, hiç birimiz yirmili yaşlarımızı aşmamışız… Kızlı erkekli gençleriz, göz kırpacağımız güzel kızlar, kurlarına cevap vereceğimiz yakışıklı erkekler… Rüyaların en güzel evrelerini görecek yaşlardayız. “İşimiz var demiştin usta, kişisel özlemlerimizi devrime kadar sandıklara kilitleyeceğiz…

Üniversiteye bilmem ne olarak atanan zat balkonundan konuşuyor. Kendinden emin, huşu içinde “ Komünistleri bu vatan toprağından temizleyeceğiz” diye höykürüyor. O marşı sen başlattın… “Hey devrimci, devrimci”… Bir maestro yönetiminde söylense bu denli uyumlu söylenemezdi bu marş… Tüm inancımızla, tüm hıncımızla marşımızı söylüyoruz… Ne yalan söyleyeyim, hepimiz göz ucuyla seni takip ediyoruz… Bir an seni gözden kaybettim… Yukardan gelen senin ve üç arkadaşının sesiyle bakışlarımızı balkona çeviriyoruz. Komünistleri bu vatan toprağından temizlemekle görevlendirilen Bolu beyi Çamlıbel’de Köroğlu’nu unutmuşa benziyor.  Sen derdin ya Bolunun saraylarında Beyleri varsa, Köroğluları da Çamlıbelleri mekân tutar diye… Üçünüz ayaklarından tutarak “kurtarıcıyı” baş aşağı balkondan aşağı sarkıtmışsınız, aşağıda bizlerin söylediği marşa eşlik ediyorsunuz. Polisler sizinle pazarlığa başladı… Şartlarınızı marş söyler gibi hep bir ağızdan söylüyorsunuz… Faşist iktidar istifa, faşist iktidar istifa… Yüreğimizin ağzımıza geldiği gündü… Yanılmıyorsam yarım saat bu müthiş manzarayı seyrettik, Bolu beyinin acizliğine tanıklık ettik.

Sonra başlarımız yerlere düştü… Sizi kapmışlardı… Asker polis eşliğinde okulu terk ettik.

Ne güzel insanlardınız be usta. Ne kutsal ideallerin insanlarıydınız.

İmkânsızı isteyecek kadar gerçekçi, yaşamınızı ortaya koyacak kadar serdengeçti…

Bu tarih ayrı bir yere yazılmalı be usta, şimdilik saklı kalsın… Hesaplar görüldükten sonra açarız defterlerimizi.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.