Kendimi onlara yakın hissetmemin sebebi, kocaman meydanlarına sayısız sokaklarına sığdırılmadığım o günlerde can havliyle kendimi kucağına attığım o insanların bana sahip çıkıp saklamanın bedelini kendilerinden biriymişim gibi beni bağırlarına basmaları mıydı?. Beni o ifrit gözlerden elbette, beni saklamanın, gizlemenin bedelinin ne olduğunu bilmelerine rağmen bu endişelerini, korkularını bana hissettirmemişlerdi. Farkındaydım, elbette kokuyorlardı. Şayet aralarında yakalanırsam o küçücük dünyaları başlarına dar edilirdi. Onca çoluk çocuk, kadın kızan nereye giderlerdi, nereye sığınırlardı. Bir gün çeribaşına “ beni başınıza bela almayın, Jandarmalar çemberi daralttı, sizin başınızı belaya sokmayayım, izin verin gideyim” dediğimde, tütünden sararmış bıyıklarını burarak gözümün içine bakan çeribaşı eliyle işaret ederek ileride oynaşan çocukları, kalbur kasnak ören kadınları, deri sepileyen erkekleri gösterip “ bunları görüyor musun demişti, hele iş başa düşsün, sen o zaman gör onları bir de, el mi yaman bey mi yaman, hep beraber görürüz, bizim misafirimizsin, başındaki dar ortadan kalkana kadar buradasın, bizimlesin”…
Ve elbette bir gün onlara bu borcumu öderdim, gün ola harman olaydı. Dedim ye kendimi onlara yakın hissetmemin sebebi bu sözü verilmiş borcu hala ödeyememiş olabilir miydi?… Belki…
Kırsal kesimde canımı emanet ettiğim bu insanları ne ziyaret edebildim, ne de bir selam gönderme fırsatım oldu. Nasıl olsun ki, oradan ayrıldığımda çok geçmeden yakalanmıştım, bir daha onları hiç görmedim. Ben onları hiç unutmadım, onlar beni hatırlıyorlar mıdır acaba…
Zaman su gibi akıp geçti, mahpusluk bitti, dışarı çıktım. Sanki dışarısı içeriden farklıydı. Bu kez hayatın daha çetin bir sınavı beni bekliyordu. Oğlum büyümüş, ilkokula gidiyor, ev yok, aş yok, iş yok…
Yaşadığım şehirde kuşatılmış, kıstırılmış gibi yaşıyorlardı. Onlara reva görülen bir tek iş vardı, şehrin caddelerinin, sokaklarının belli yerlerine yerleştirilen, yakınından geçenlerin burun direklerini kıran çöp kutularını deşeleyip, atık maddeleri dehliz arabalarına yüklemek, bir de belki olur ya şöyle yiyecek giyecek gibi bir şeyler bulurlarsa gözleri parlayarak hazine bulmanın sevinciyle koyunlarına yerleştirmekti. Yaşamları da öylesine tek düzeydi. Kırsal kesim çingeneleri gibi erkeklerin akşamları ateş başında bıçak atma yarışlarına, horozların kutsallığına ilişkin anlattıkları hikâyelere, kadınlarının tenha bir köşeye çekilip altın dişlerini göstererek müstehcen papağan fıkraları anlatırken kıkırdamalarına şehir çingenelerinde rastlamadım.
İkindiüstüydü. Her gün geçtiğim bir caddede çöp kutularından atık derleyen bir genç başını iyice çöp kutusunun içine sokmuş atıkları ayrıştırırken yanından geçen bir kadının köpeğinin havlamasıyla refleks olarak öteye sıçrayan genç, kendisine havlayan köpeğe ayağıyla müdahale etti. Gencin “ abla köpeğini…” demeye kalmadan lahana suratlı kadın ekşittiği suratı ve aşağılayıcı bakışıyla Allah ne verdiyse gence verip veriştiriyor. Kadının ve gencin nefeslerini duyacak kadar yakınlarındayım, izliyorum. Genç sessiz. Gıkı bile çıkmıyor, suçlu ve suçlanmış hissediyor kendini… Kadın saldırgan, yırtıcı…
İyice yaklaştım. Gence “ hanım efendi haklı dedim, şu şirin köpek kolundan bir parçacık alsaydı ne olurdu sanki sen köpeği ayağınla ürkütüyorsun, hiç olmadı hiç”… Kadın cesaret almıştı benden. “Ayol beyefendi dedi, ya tekmesi köpeğimin bir yerine gelseydi”…
“Haklısın hanımefendi dedim”, Köpeğiniz de pek şirinmiş maşallah, kaç liraya aldınız?”. Kadın böbürlenerek bir fiyat söyledi, yiyeceğini nerelerden temin ettiğini, şampuan, temizlik malzemelerinin maliyetini ve daha bir sürü masraf gerektiren harcamalarını saymakla bitiremedi. Şuna bak sen dedim gence, bu kadar pahalı bir köpeğe bir de tekmeni sallıyorsun, senin fiyatın bu köpeğin çeyreği kadar bile eder mi ha, söylesene”…Genç neye uğradığını şaşırmış sus pus olmuştu. Muhtemelen etraftan tartışmayı duyan babayiğitlerin erkeklik gösterisine maruz kalıp bir de okkalı dayak yiyeceğini düşünmüş olmalıydı.
Kadın haklı olmanın verdiği güvenle bana teşekkür ediyor… Hanım efendi diyorum bu genç kesinlikle suçlu… Gülüyorum, kadın gözüme bakıyor… Niçin biliyor musunuz diyorum, insanlarının en az köpekler kadar değerli olduğu bir dünyada yaşamak aklının ucundan bile geçmemiştir, belki de her Allah’ın günü geçimini sağlamak için onu bu pis çöp kutularının içene kafasını gömmekten düşünmeye zaman bırakmamışlardır. Eminim, köpeklerin insanlardan daha değerli olduğu bir ülkede yaşamak sizin için de bir utançtır, öyle değil mi hanım efendi… Kadının yüzü geriliyor, köpeğinin ipine asılıyor. Köpek inatçı, sürükleniyor, gitmiyor. Gencin koluna giriyorum, yanı başımızdaki kafeye çekiştiriyorum. Çekingen, isteksiz. “Gel gel diyorum, oturalım şuraya”… Abi diyor üstüm başım… Gel diyorum, oturacak bir yer buluruz. Kafeci tanıdık, merhabamız var. Göz ucuyla beni süzüyor. Kulağıma eğilip “ şu serseri ruhlu haline bayılıyorum” diyor.
“Aç mısın”?
“Sağol abi”.
Topluluğun içinde üstündeki kılık kıyafetle oturmaktan tedirgin… Bir an önce kalkıp gitmek istiyor. Bir daha açlığını sormadan kafeciyi çağırıyorum. Biz açız diyorum, yiyecek neyin var? Yiyecekleri sayıyor. Menemenim çok güzeldir. Tama diyorum, önce bize iki çay, sonra iki menemen…
Sigara uzatıyorum, teklifsiz alıyor, karşılıklı sigara tellendiriyoruz. Rahatladı biraz. Ne oldu diyorum, kadın sana neden taktı? Anlatıyor, anlattıkça açılıyor. Abi diyor, insanların yanlarına yanaşamıyoruz, yanlarından geçerken bile aşağılanıyoruz. Ben ablama kötü hiçbir şey söylemedim ki, köpek üstüme atılınca korktum.
Menemenimiz geliyor… Acılı, leziz. Ekmek parçalarını büyük büyük koparıp lokma yapıyor, sonra ayıp ediyormuş gibi gözüme bakıyor. Rahat ol diyorum, nasıl yemek istersen öyle ye… Bak diyorum bir de aç değilim diyordun, bal gibi açmışsın… Abi diyor, ben öyle düşünmemiştim. Bana şimdiye kadar yemek çay ısmarlayan olmadı ki… Boğazımda bir şeyler düğümleniyor… Bir gün diyorum sen, ben, başkaları hep beraber temiz, leziz sofralarda hep birlikte yiyeceğiz yemeğimizi… “Başkaları” diyor soran gözlerle… “Bizimkiler” diyorum, bir şey anlamıyor, susuyor. Lafı tekrar ben açıyorum, öğrenimini soruyorum. Lise mezunuymuş. Topladığımız atık maddeleri geri dönüşümcülere satarız, aldığımız parayla da çoluk çocuğun geçimini sağlarız. Geri dönüşümcülerin kocaman ardiyeleri vardır, orada istiflerler. Sonra tırlarla fabrikalara gönderilen atık maddeler yeniden işlenmiş mal olarak ekonomiye kazandırılıp, piyasaya sürülür.
Dalıp gidiyorum. Unutuyorum yanımda birisinin olduğunu.
“Evet diyorum, önce depolarında istif ederler sonra işlenmiş mal olarak piyasa sürerler”…
İnsanlar gibi, insanların emeklerini, ekmeklerini, kişiliklerini depoladıkları gibi depolarlar ardiyelerine… Atık çöpler gibi üst üste istiflerler karanlık, soğuk, havasız ardiyelerine… Kokuşuruz, sıkışır sokuluruz birbirimize, alışırız kokuşmuşluğumuza, kokuşmuşluğumuzla demlenir, kıvama geliriz. Makinelerin ağzında parçalanırız, ayrılır kollarımız, bacaklarımız bedenimizden, kafatasımızdan beynimizi söküp almak için bir yığın yoğun karmaşık işlemlerden geçiriliriz, makinelerin çeperlerinde örümcek ağlarına düşmüş kelebekler gibi dörtnala koşarız ölümlere. Geri dönüşüme uğramaya hazır parçalarımız artık birbirini tanımazlar, yabancıdırlar birbirlerine… Öfkemizi besleyen kanımız akmaya başladığı zaman zafer borazanlarını öttürürler… Geri dönüşüm için mayalanma aşaması tamamlanmıştır.
Ah biz insanlar… Kravatlı kravatsız, sakallı traşlı, kadınlı erkekli… Beynimizin kıvrımlarının her tarafı ahlaksızlık kokan ahlaklarıyla, gelenekleri, görenekleriyle donatılır, muhterem efendilerin gönüllü payandaları oluruz. Uysal güvercinler gibi uslu, itaatkâr olarak yeniden piyasa sürülür, ekonomiye kazandırılırız.
Çiselemeye başlayan yağmur damlalarının yüzüme düşmesiyle kendime geliyorum.
Arkadaşıma;
“Bankaların kasalarında gıcır gıcır banknotlar gibi istiflenmekten hoşnut insanlar bir gün öfkelenip ayağa kalkacak mı acaba”…
Yüzüme bakıyor, bir şey anlamıyor.
Abi iyi misin diyor.
Bu rahatlığı canımı sıkıyor, sinirlerime hakim olamıyorum, tersliyorum.
“Umarım sen iyisindir” diyorum.