Çocukluk işte, anam neye, kime kızmıştı da “mezarlığın ortasına düğün sofrası kurulmaz, çirkef” demişti. Duymasına duymuştum da anlayacak olan kimdi? Akranlarımızla çelik çomak oynadığımız alandan mezarlık çepeçevre görünürdü. Uzaktan bakmakla yetinmemiş, sofrayı görmek için mezarlığın duvarına tırmanıp pürdikkat sofraya bakmıştım. Köyde ne düğün vardı ne de mezarlığın ortasına kurulan bir sofra…
“Şu mübarek günde fakirin fukaranın yiyecek kuru ekmek bulamadığı umurlarında mı? Yok iftarmış, yok sahurmuş Harun’u kıskandıracak sofralarda zıkkımlananlarda ne ar kalmış ne hayâ. Bari milletin gözüne baka baka zıkkımlanmayın, bari türlü çeşitli taamları gözümüzün içine sokmayın, çirkefler” sözünü duyunca donakaldım.. Bu karnı tok sırtı peklere öfke kusan kadın elli yıl öncesinden seslenen anam olabilir miydi? Bunlar da mezarlığın ortasına düğün sofrası mı kurmuştu?.
Oturduğum masaya yakındı teyzem. Tereddüdümü yenip masasına gittim, oturmak için izin istedim. Yüzü asıktı, yüzüme bile bakmadan, kuru ve umursamaz bir sesle “otur” dedi. Yeninden çıkardığı bayat pideyi gevelerken dişsiz ağzı bir açılıp, bir kapanıyordu. “Bedava verdiler dedi, Allah razı olsun”.
Bunlu havayı dağıtmak için takıldım teyzeme; “Aaa, teyzeciğim bak kocaman kadınsın, senin şimdi oruç olman gerekmez mi?”
Öfkeliydi, “sen oruçlu musun?”
“Tabi teyzeciğim, dedim, ben bütün ramazanlarda orucumu tutarım.”
“Sen efendiye benziyorsun” dedi, “yiyecek ekmeğin, içecek suyun hazırdır, benim de olsa ben de tutardım”.
Peki diyorum, sana bir çay söyleyeyim de kuru kuru yeme bari.
“Yok” diyor “ben istemem, evde torunlarım var, bir şey alacaksan onlara al.” Başımı sallıyorum. Gel diyorum, elinden tutup pastanenin içine çekiyorum. Ne lazımsa sen bak ben alayım. Vitrindeki böreklere dikiyor gözünü. Tezgâhtar kıza “şu kadar” diyorum, okkasını gramını söylüyorum. İki elinin parmaklarını yukarı kaldırarak “çok bunlar” diyor, “çok, şu kadar yeter”. Yeniden masaya dönüyoruz, teyzemin tepkisi yumuşadı, şaka yapıyorum, gelen çaylara hayır demiyor. Garson beni tanır, çay tiryakisi olduğumu bilir, o pastanenin müdavimiyim. Bana da çay getiriyor. “Orucun bozulacak” diyor, “altmış bir borcuna gireceksin”. Çayı yudumlamaya başladım bile. “Helal lokmayla tutuyorsan Allah bağışlar, milletin sırtından haram yiyenlerden olacağına var helal lokmayla tuttuğun orucunu boz.”
Teyzemle sohbetimiz koyulaşıyor. İstanbul’da bir gecekondu mahallesinde yaşıyorlarmış buraya göçmeden önce. İki oğlu bir kızı varmış. Eşi, seyyar satıcıymış. Çocuklarından Dursun bir şirkette muhasebeci, Yener bir çorap atölyesinde haftalıkçı olarak çalışıyormuş. “Yener pek merhametli, saygılı bir çocuktu” diyor, “komşularımız da bizim gibi fakirdi, herkese kol kanat olur, her dertlerine derman olmak için çırpınırdı. Abisiyle anlaşamazlardı. Dursun paraya pula pek düşkündü. Bu anlaşmazlıkları kendi aralarında kavgaya dönüştü”, abisine “şirketin yalamalığını yapacağına, paranla babamı seyyar satıcılıktan kurtar” demiş. Abisi sinirlenip Yenere bir tokat vurmuş, çocukları arasındaki kavgayı babaları duymuş, hiç sesini çıkarmamış ama çok üzülmüş. Abisi babasını suçlamış, Yenerin solculara karıştığından beri kendine karşı düşman kesildiğini, babasının sesini çıkarmadığını söylemiş. Babasının yine hiç sesi çıkmamış. Yener zaman zaman arkadaşlarında kalırmış, eve gelmezmiş. Abisi; “ne arkadaşları dermiş, kim bilir solcularla ne halt karıştırıyordur” diye şikâyetlenirmiş. Gizli, başkasının duymadığı bir şeyler söyleyecekmiş gibi kulağıma eğiliyor, “oğlum” diyor “tövbe haşa, Yenerim öyle efendi, öyle saygılı bir çocuktu ki herkesin derdine derman olmak için çırpınan birinden solcu mu olur, ekmeğinin peşinde biriydi, kim inanırdı Yenerimin solcu olduğuna.” Abisinin tokadından sonra eve daha az uğrar oldu. Bir de yanında bir kız vardı, zaman zaman bize gelirlerdi, arkadaşım derdi, ne diyecekti ya, anasının babasının yanında sevgilim mi diyecekti, he derdik, göz yumardık, eve gelmediği zaman bu kızla kalıyor derdik… Babası “çocuğun üstüne gitme, kocaman adam, kendi kararını kendisi versin” derdi.
Mahallemizdeki tedirginlik iyice arttı. Biz aleviyiz, komşularımız tehdit edilir oldu. Solcuları evlerinde barındırıyorlarmış güya, biz sağ sol bilmeyiz, Alevi-Sünni bilmeyiz, hepimiz ateş komşusuyuz. Evimize gelen tanrı misafirini kapı dışarı edecek halimiz yok ya. Saldırıya uğrayıp dövülenler oldu, bunların esrarcı hapçı olduğu da dillerden düşmez oldu. Hatta bunların polislerle arkadaş oldukları bile söylendi ama biz inanmadık tabi. Huzurumuz kaçtı, birkaç kez şikâyetçi olanımız oldu ama hiç kimse bunlara bir şey yapmadı. Umudumuz iyice kırıldı, kimi kime şikâyet edeceksin. Söylentiler kulaktan kulağa yayıldı. Mahalleye uyuşturucu satmaya gelenlerle mahallemiz arasında taşlı sopalı kavgalar oldu, o ülkücü mafya dedikleri adamlar çocukların üstüne silah sıkmışlar. Kimisi mahallemizden, kimisi tanımadığımız gençler bunların mahalleye sokulmaması için hep birlik olmamızı söylediler, epey zaman bunlara karşı birlikte göğüs gerdik. Akıllarına koymuşlar, o melun çete etraflarına topladıkları itlerini köpeklerini silahlandırıp bize saldırdılar. Çocuklar karşı koydu, mahalle mahşer yerine döndü. Yenerim o çatışmada vuruldu, dünyamız yıkıldı. Babası, Yenerimin acısına dayanamayıp çok yaşamadı, kalpten öldü. Büyük oğlan bizi terk etti, arayıp sormaz oldu, bizim Alevilerin sevmediği bir partiye üye olmuş. Kızım evliydi, üç çocuğu vardı, kocası işten çıkarıldı. Eniştesi, İşten atıldığını Yenerimin solculuğuna bağladı. Kardeşinin solculuğunu kızımın başına kakınç yaptı, sonra tartışma kavgaya dönüşmüş, kızımı hırsını alıncaya kadar dövmüş, kızım bizim eve geldiğinde günlerce yerinden kalkamadı, her yanı yara bere içindeydi. Yine de kızımın çocuklarını düşünerek evine dönmesi için konu komşu seferber oldu, kızım evine döndüğünde adam eve almıyor, istemiyorum seni diyor, çocuklarıyla birlikte sokağa atıyor. Kızım çocuklarını da alıp yanıma geldi, burada güç bela yaşamaya çalıştık. Ne çare bir yanda aş ekmek derdi, bir yanda Yenerimin izleri, kapıdan girerken ”anne” diye seslenişi… Sesi kulaklarımdan hiç gitmiyor. Baktığım her yerde, bastığım her yerde Yenerim karşıma çıkıyor. O ev, o mahalle, yer, gök battı bana, bir yere sığmadım. Kızım, geçimimizi sağlamak için bir süre evlere temizliğe gitti, yavrum ne gece dedi ne gündüz, ne iş bulsa çalıştı. Kör boğaz işte aş istiyor, ekmek istiyor, devlet elektrik parası diyor, su parası diyor, her şey kızıma bakıyor. Aha şurama tak etti. Her şeyin üstesinden geldim de Yenerimin acısın üstesinden gelemedim. Her şey batar oldu, zaman geçerken beni gözü bile görmedi, benim de gözüm hiçbir şeyi, hiç kimseyi görmedi. Ne geceyle gündüzü fark ettim, ne yazla kışı. Yenerimin eski ayakkabısını, gömleğini, atletini, çorabını basıp bağrıma kızımla, torunlarımla buraya geldik. Burada da bir lokma ekmeğe muhtaç ettiler bizi, çirkefler…
Yavaş yavaş usul usul ağlıyordu, yok ağlamıyordu da dışarıda hafif hafif çiseleyen Nisan yağmurları göz pınarlarından yanaklarına doğru süzülüyordu. Boğazım düğümlendi, oturduğum sandalyeden kımıldayamıyorum. Tek yapabildiğim şey teyzemin gözlerinden gözlerimi kaçırmak…
“Kalkayım yavrum” diyor, “çocuklar aç”, sıkı sıkı göğsüne bastırdığı börekleri sevecenlikle okşuyor.
Dilim lâl oldu, edecek bir tek laf bulamıyorum. Kendi kendime söyleniyorum. “Teyzeciğim!” diyorum “senden, Yenerden, torunlarından kızından bin kez, milyonlar kez özür dilesem bağışlar mısınız beni? Mezarlığın ortasına ziyafet sofraları kuran arsız haramilerin üstesinden gelemedik. Başaramadık be teyzeciğim, başaramadık. Suçlu biziz, bizi bağışla…“